Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.”

V. İ. Lenin

Sayın Başkan, Sayın Mahkeme Heyeti ve Sayın Savcı Bey,

Yıllarca süren davanın sonuna geldik ve son sözlerimizi söylemekteyiz. Şimdi söyleyeceklerim savcı beyin mütalaasında söylediklerine bir cevap niteliğini içinde barındırsa da, esas olarak içinde bulunduğumuz duruma ve suçlamalara ilişkin çeşitli vesilelerle yaptığımız açıklamaların bir benzeri olacak. Yani, ‘Garp cephesinde değişen bir şey yok!‘

Sayın Heise‘nin bizi terörist gösterme çabası ise ‘takdire şayan‘ ve‚‘göz yaşartıcı!‘ ve zaten 15 Nisan 2015 de filmlerde görebileceğimiz yüzlerce polisin, terörle mücadele özel timlerinin (GSG 9), helikopterlerin katıldığı tutuklanma sahneleri ile başladı. Daha sonrasında hapishanede, mahkemeye getirilme sırasında ve mahkemede uygulanan yüksek önlemler elbette gerekliydi.

Neredeyse 40 yıldır Alman devleti ve Alman güvenlik güçleri tarafından bilinen, Almanya’da veya Avrupa’da hiçbir terörist örgütler listesinde yer almayan TKP/ML’yi, hedeflerinden biri insan öldürmek olan ve terörist eylemlerde bulunan terörist bir örgüt olarak göstermek için ‘’üyelik ve yönetici olma’’ iddiası olan bizleri de bu iddialara uygun, tehlikeli teröristler olarak göstermek kaçınılmazdı.

Burada akıllara bir soru geliyor. Mahkemede TKP/ML’nin sözde programı, tüzüğü veya başka dökümanlar okundu, okunmayanlar da zaten mahkeme dosyasında bulunuyor. TKP/ML hedeflerinden birinin insan öldürmek olduğunu nerede söylüyor? Ya da dünyada hedeflerinden biri insan öldürmek olduğunu söyleyen bir örgüt var mıdır? Bu sorulara cevap beklemek saflık olacağından ben tekrar konuya dönmek istiyorum.

Yaşadığımız aylar süren izolasyon, savunma haklarımızın ihlal edildiği camla ayrılmış kabinlerde gerçekleşen avukat görüşmeleri, avukat yazışmalarının kontrol hakimi tarafından kontrolü v.b. uygulamalarından avukatlarımız da bizler de mahkeme salonunda defalarca bahsettik, yeni bir mesele değil. Neden tekrar vurgu yapıyorum çünkü bu uygulamalar bile sadece bu davanın politik bir davaya işaret ettiğinin altını çizmek istiyorum.

Sayın Heise ısrarla bu aksini yani bir ceza davası olduğunu sık sık ifade etti ama maruz kaldığımız tüm bu uygulamalar bu iddianın aksini göstermektedir. Düşünmek gerek. Ben izolasyon ve diğer özel uygulamalara maruz kalırken, şu an ağırlaştırılmiş müebbet cezasına çarptırılan aşırı sağcı NSU örgütü üyesi Beate Zschäpe, o zaman 10 kişiyi öldürmek, banka soygunları yapmak ve bombalı saldırılar düzenlemek ve bu yolla cinayetlere teşebbüsten yargılanıyordu ve benim maruz kaldığım önlemlerin hiçbiri ona uygulanmıyordu. Yine Old School Society Neonazi örgütünün zanlısı da aynı şekilde.

Buradan iki mesele önemlidir. Birincisi beni aylarca gözlemleyen diğer tutukluların ve hapishane personelinin benim için yapılan suçlamaların boyutunu tabi ki diğer Neonazi kadınlarla karşılaştırarak hesaplamaya çalışması ve ortaya çıkan sonucun ‘’korkunç tehlikeli katil, cani’’ bir kadın algısının yaratılması oldu veya ‘’20 insanı öldürmüş, suikast yapmış, şu kadar kişiyi öldürmüş’’ dedikoduları ortaya çıktı. Yani tutuklamakla gerçekleşen kriminalize etme durumu, bu uygulamalarla krimiminalize içinde kriminalize etme olarak katlanmıştır.

İkinci mesele de bu davanın ısrarla ceza davası olduğunda sürdürülen ısrar ve hatta Sayın Heise’nin ifadesiyle, davayı bizim ideolojikleştirmemiz ve burayı amaçsallaştırmamız. 10 kişiyi öldürmek, bombalama, silahlı soygunun ile direkt faili olmakla suçlanan-büyük cezaya çarptırıldı- bir Neonaziye yukarıdaki önlemler dayatılmazken, bizlere en ağır yöntemler uygulandı, insan onurunun ayaklar altına alınması bununla da bitmedi, mahkemenin ilk günü ayaklarımızdan prangalamaya çalıştınız, direndik, zor kullanıldı, yaka paça mahkemeye getirildik. Hem de hakkımızdaki suçlamalar ortadayken, hem de suçlamalarınız bu faşist çete mensupları gibi direkt değilken, hem de hepimizin nasıl bir hayat sürdürüğü, nasıl insanlar olduğumuz, adreslerimiz, v.b.yıllardır bilinmekteyken.

Bu iki davadaki uygulama farklılıkları, iddia edildiği gibi ‘’ceza hukuku’’ açısından nasıl açıklanmaktadır? Savcılığın, bizlerin komünist olmaktan değil ‘’terörist’’ bir örgüte üye olmaktan yargılandığına yönelik söylemi, bize dayatılan uygulamalarla çelişmiyor mu? Yani burada ideolojik bir tutum, politik bir dava söz konusu değil mi? Ben yine bir cevap bekleme saflığına düşmek istemiyorum.

Alman Devleti ve devlet aygıtlarının, burada özel olarak hukuk sisteminin antikomünist olduğu, faşist neonazilerle, devrimci komünistlere karşı takınılan tutum farkından açıkça görülmektedir. “O başka dava, burayla ne ilgisi var’’ cümlelerini duyar gibiyim. Burada sadece bu davayı ve davadaki kişileri kastetmiyoruz. Bu davayı, emperyalistlerin sınıf tutumları gereği komünistlere devrimcilere karşı yürüttükleri saldırının devami olarak Alman Devleti ve onun hukuk sistemi tarafından yürütülmesi olarak görüyoruz. Bizim dava boyunca ve de şimdi söylediklerimiz sizlere yönelik kişisel saptamalarımız değil.

Avukatlarımız hakkımızdaki suçlamaların hukuksal boyutuna ilişkin gerekli tüm açıklamaları yaptılar, yaşanan tüm hukuksuzluklara karşı mücadele ettiler. Bu davanın evrensel demokratik değerler ve yine evrensel hukuk kuralları çerçevesinden ziyade, politik gerekçeler üzerinden şekillendiği gerçekliği ise defalarca vurgulandı. Buna rağmen geldiğimiz aşamada bu dava boyunca tüm maruz kaldıklarımıza rağmen hala cezalandırılmak istenmekteyiz. Çünkü, başlatılan başlatıldığı gibi ve baştan planlandığı gibi bitirilmek isteniyor. Savcı Beyin mütalaasının toplamından çıkan sonuçta bu yönlüdür. Israr ve inatla, gerçekler yerine kurgularla, insanlığın evrensel demokratik değerleri yerine Alman devlet/hükümetinin belirlediği yol haritası ile hareket ediliyor. Avrupalı beyazların kendilerini dünyanın, ‘seçilmiş‘‘, ‘üstün‘‘, başkalarının yaşamı ve yaşadıkları hakkında dahi tartışılmaz doğruların sahibi‘‘ gören, ‘‘üsttenci‘‘ ama ‚‘‘hayal dünyasında‘‘ yaşayan, gerçeklerden alabildiğince kopuk, idealist ve toplamda egemen sınıf olmanın ya da ona hizmet etmeye yarattığı bilinçle dünyayı yorumlayan düşünce sistematiğinden başka bir sonuç çıkması adeta imkansızdır.

Dünyaya bu algı ve ölçütlerle bakan, bakmaya koşullu olanlar başka türlü yapamaz. Aksi bir duruş kendini vareden zemini inkar anlamına gelir. Bunu yapabilmek ise bireyci ve belli bir sınıfın çıkarlarına odaklanmamış, daha ileri, insana ait olması gereken evrensel hak ve özgürlükleri esas alan düşünsel bir şekillenişi gerektirir. Bu olmadığında ne söylense ne yapılsa nafiledir. Çünkü, dünyaya idealist, burjuva sınıf çıkarları ve devletin memurları penceresinden bakanlar hayatın hiçbir alanında gerçeği arama uğraşı vermezler. Ne yazık ki karşı karşıya olduğumuz tablo budur.

Genel değerlendirmeme geçmeden önce savcı beyin mütalaasının girişinde ifade ettiği bazı değerlendirmeler üzerinden bir şeyler söylemek gerekmektedir. Çünkü, savcı bey başından bu yana söylediklerinin dışında, bizlere yönelik kişisel ithamlarda da bulundu. Kendimizi, ‘Alman hukuk sisteminin üstünde‘‘ ve ‘‘doğmuş-seçilmiş özgürlük savaşçıları‘‘ olarak gördüğümüzü ifade etti. Bizler öncelikle evrensel demokratik değerler üzerinden yükselen bir hukuk anlayışının savunulmasının doğru olan olduğu düşüncesindeyiz. Sorun kendini Alman ya da herhangi bir ülkenin hukuk sistemi üstünde görüp görmediğimiz bağlamında tartışılamaz. Böylesi bir tartışma ve sorunu bu çerçeveye sıkıştırma anlamsızdır, getirisi olmayan bir çabadır.

Alman ya da herhangi bir ülkenin hukuk sistemi ve yargı sistematiğini ‘‘Tanrı tarafından peygamberler vasıtasıyla biz kullara aktarılmış ve bizlerin de biat etmemiz gereken emirler‘‘ olarak algılamamız beklenmiyordur sanıyorum. Doğru olanı kabul ederiz, yanlış olanı ise reddederiz. Bilimsel olan da budur. Sonuçta hurafeler çağında yaşamıyoruz. Kendimizi ‘doğuştan-seçilmiş özgürlük savaşçıları‘‘ olarak gördüğümüz tespiti de başka bir absürtlüktür.

Biz insanlık tarihine diyalektik ve tarihsel materyalist bakış açısıyla bakar, insanı yaşadığı koşulların ürünü olarak görürüz. Yaşadığımız emperyalist kapitalist sömürü, baskı ve eşitliksizler dünyasının yarattığı çelişkiler ve bu çelişkilerin nasıl çözüleceğine ilişkin arayışlarımız neticesinde alternatifin komünist bir toplumda olduğuna inandık. Kendimizi komünist olarak nitelememizin temelinde de bu gerçeklik yatar.

Sizin negatif bir mana yükleyerek tanımlama gayreti içinde olduğunuz anlamda bireysel olarak kendimize böylesi payeler verme çabamız olmadı, olmaz da. Fakat, insanlığın özgür, bağımsız, demokratik bir dünyada yaşamasından ya da böylesi bir dünyanın yaratılmasından yana olmak tabii ki gurur vericidir. Ayrıca özgürlük değerli bir kavramdır. Özgürlükten kastığımız tek tek bireylerin ‘‘özgürlüğü‘‘ değil toplumsal özgürlüktür. Bunun gerçekleşebilmesinin yegane koşulu ise içerisinde yaşadığımız dünyayı bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirmekle mümkündür. 

Marksizm bize bu olanağı sunar. Çünkü, marksizm felsefe, ekonomi politik ve sınıf mücadelesinin tüm alanlarının bir sentezidir. Bilimle, bilimsel gelişmelerle olduğu kadar, felsefenin tarihsel seyri ve insanlık tarihinin her aşamasında yaşanan gelişmeleri vareden zeminleriyle incelemek ve sonuçlar çıkarmak üzerine kuruludur. Bilimin tüm parçalarıyla içiçe gelişmek zorundadır. Bilimsel olduğu için hurafelerle uğraşmaz. Felsefeyi elitlerin elinden kurtararak ezilen, sömürülen kitlelerin eline dünyayı algılama ve çelişkileri çözmede kullanma yöntemi olarak verir. İnsanın diğer tüm etkinliklerinin üzerinde şekillendiği zemin olan üretim sürecini dünya üzerinde geçmişten günümüze yaşanan ve yaşanmaya devam eden tüm eşitsizlik ve haksızlıkların temel nedeni olarak kabul eder. Dolayısıyla da toplamda çıkardığı sonuç insanlık tarihinin sınıflar arası mücadele tarihi olduğu ve insanliğı bu çürümüş, köhnemiş, haksızlık ve adaletsizlikler üzerine kurulu egemenlik sistemlerinden kurtaracak olanın da yine sınıf mücadelesi olduğu gerçeğine parmak basar. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı olarak adlandırdığımız bu çağda dünyayı değiştirip dönüştürecek, sermayenin değil insanın esas alındığı bir siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin egemen olmasının anahtar gücü olarak da proletaryayı esas alır.

Savcılık makamının mütalaasında şöyle ironikbir giriş bölümü bulunmakta. Savcılık makamının bunca yıl devam eden davayı özetlediği ve kendisince kinayelerle gerekçelendirdiği mütalaasının muhataplarından biri olarak belli noktalarına değinmem bir zorunluluktur. Savcılık makamı tarafından hazırlanan mütalaada şöyle bir bölüm bulunmakta:

Bir ceza davası amacı gereği olguları, yalnızca onların ceza hukuku açısından taşıdığı önem bakımından inceler. Ahlakçılık, ideolojikleştirme hele de ceza davasının kendisinin amaç haline gelerek yüceltilmesi ona yabancı unsurlardır. Sanıklar bu ceza davasında yalnızca Almanya Federal Cumhuriyeti’nin yasalarını ihlal eden davranışlarından dolayı sorumludurlar. Bu meyanda sanıkların ideolojik konumlanmaları karar açısından tek başına herhangi bir öneme sahip değildir’’.

Evet savcı beyin mütalaasından bir tanımlamayla başlarsak asıl kendisi ne de büyük’’ ve ‘’takdire şayan’’ sözler söylemiş savcılık makamı! Tüm bu degerlendirmeler aslında korkunç bir zorlanma içinde olmanın ve devlet gücünün dışında yaslanılacak, destek alınacak bir zeminde bulunmamanın yarattığı psikolojinin dışavurumudur. Çünkü, Türk devleti gibi tüm süreçleri insanlık dışı uygulamalar üzerinden inşa edilmiş bir diktatörlüğü savunmak öyle kolay değildir. Savcılık makamının işi gerçekten zor. Tam da başından bu yana söylediğimiz gibi Alman devletinin çıkarlarıyla biçimlenmiş devlet gücü olmasa işleri zordan öte imkansız. Savcılık makamı tüm bunların bilincindedir. Bir hukukçu olarak hukuku ‘’amaç için araçsallaştırıp’’ faşist bir diktatörlüğün insanlık dışı niteliğine kalkan olacak bir dava süreci yürütmek için devlet gücüne ve hukukun araçsallaştırılmasına ihtiyaç vardır. 

Tek bir kolay yanı vardır; insanlık tarihinin her döneminde zulme ve insanlık dışı uygulamalara karşı koyanlar olduğu gibi bu tür süreçlerin savunucuları ve sahiplenenleri de olmuştur. Çünkü, yine tarihin her döneminde her meslek ve pozisyonda kimi insanlar, egemen sınıfların her yaptığını meşru gören ya da meşrulaşmasını sağlamak için kendilerini akıllarıyla, mesleki pozisyonlarıyla onlara hizmet etmek için kendilerini paralamışlardır. Bu oldukça getirisi olan bir taraf oluştur. Bir kere bu düzen varoldukça kendini güvende hissedersin, ne kadar cansiperane devletin politikalarını savunursan o kadar mesleki olarak yükselirsin, o çevrelerde pohpohlanırsın, ‘’itibar’’ görürsün…daha ne olsun! İnsanlar sorar; ’’Ya bu insanlar her türlü insanlık dışı uygulamayı savunurken, meşrulaştırırken nasıl vicdanen rahat olabiliyor?’’ veya ‘’Nasıl rahat yatabiliyorlar?’’ diye. Bence gayet rahat yatıyorlardır. Çünkü, vicdan, değer, ahlak vb. Insanın iç dünyasına ait yargılar maddi yaşamdaki duruşumuzdan bağımsız değildir. İnsani duygular oluşur, oluşturulur. Ne demişler, ‘’Nasıl yaşarsan öyle düşünürsün’’. Gerçek olan budur. 

Savcılık makamındakiler devlet aklıyla, devlet gücüyle, devlet çıkarlarıyla yaşadıkları için Alman devletinin ‘’yüce çıkarları’’ neyi gerektiriyorsa onu söyleyecek, onu meşrulaştıracaklardır. Yaptıkları da budur. Bu yüzden gerçekler onların ilgi alanına girmez. Onların ilgi alanına giren kendi gerçekleridir. Yanlış anlaşılmasın kendi gerçeklerinden kastımız Rhein Metal, BMW, BAYER, Mercedes ve bilcümle tekellerin gerçekleridir. Sermayenin vicdanı olmaz, insan hak ve özgürlükleri gibi takıntısı ise uzaylılar kadar yabancıdır. Bizim davayı ideolojikleştirmeye çalıştığımız söylemi de üzerinde bir kaç cümle söylemeyi hak ediyor. Evet, dava ideolojiktir. Davayı biz ideolojikleştirmek için özel bir çaba göstermiyoruz. Böyle bir dava var edildiği andan itibaren kendi niteliğini kendisi belirlemiştir. Savcılık makamı TKP/ML’nin hedefini (tabii negatif bir anlam yükleyerek) tarif ederken Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve ardından da komünizmi hedeflediğini söylemektedir. Peki bu hedeflere negatif bir anlam yüklemek ideolojik bir bakış açısına tekabül etmez mi? Net olarak diyebilirz ki eder. Dolayısıyla bizim bu davayı bizlere karşı fiziksel saldırıyı da kapsayan ideolojik bir saldırı olarak değerlendirmemizden daha doğal bir şey olamaz. Özetlersek, birincisi, saldırı ideolojiktir ve Alman sermayesinin çıkarları dediğimiz maddi gerçeklik Alman tekelci burjuvazisinin ideolojik aklıyla örülüdür. Bir sınıfın aklıdır, düşüncesidir, eylemidir ve nihayetinde de burjuva ideolojisi etrafında biçimlenmiştir. Bizim tutumuzda buna karşılık ideolojik olmak zorundadır. Burada adli bir dava, bir hırsızlık ya da trafik davası görülmüyor. Emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele eden güçler yargılanıyor. Doğallığında iki ayrı ve çıkarları birbiriyle uzlaşmaz olan sınıfın temsilcilerinin karşı karşıya geldiği her karşılaşma niyetlerden bağımsız ideolojik olmak zorundadır. Olan budur.

Savcılık makamı tarafından hazırlanan mütalaada kendi kelimelerimle söylersem davayı bir suç işleme olgusundan çıkarıp ideolojikleştirmeye çalıştığımız, ahlaki bir boyuta taşımaya çalıştığımız ve böylece asıl meseleyi yani suç işlemeyi karartmaya çalıştığımızı, aynı zamanda da bir nevi ‘’şov’’ yapmaya ve mahkeme salonunu da bu ‘’şov’’ için kullanmakla bizi itham etmekte. Öncelikle belirtmek gerekir ki biz mümkün olduğunca meselelere bilimsel bakmaya çalışıyoruz. Bu yüzden kendimize komünist diyoruz. Meselelere ideolojik mi bakıyoruz? Bu salonda bulunan herkesin farkında olsun ya da olmasın mutlaka bir ideolojisi vardır. Bu da bir sınıf gerçekliğine tekabül eder. Yoksa aynı olaylar ve yaşanmışlıklar üzerine konuştuğumuz halde niye farklı sonuçlar çıkarırız ki? Ortalama olarak buradaki insanların akıl sağlığı yerinde olduğuna göre ve bu salon bir akıl hastanesi olmadığına göre bu kadar karşıt düşünceler ve bakış açılarının olmasını nasıl adlandıracağız? Ya da şöyle dersek sorun hallolmuş ve meseleleri ideolojikleştirmiş olmaktan çıkar mıyız; ‘’Savcı beyin sözleri noktasından virgülüne gerçek. Biz aslında çok kötü insanlarız. İnsan hayatının bizler açısından önemi yok. Çocukların, suçsuz insanların ölümü bizim için önemsiz, değersiz şeyler. İnsanlar hele de bizim ki gibi ülkelerde yaşayanlar demokrasi ve refah içerisinde adeta dünyada cenneti yaşıyorlar!…’’ Böyle konuşsak eminim ‘’akıllı’’, ‘’mantıklı’’, ‘’makul vatandaş’’ kategorisine girer ve birer ‘’tövbekar’’ olarak takdir edilirdik. Sonrada hep birlikte Türkçe bir müzik parçasının sözlerinde olduğu gibi ‘’Hepimiz kardeşiz, bu düşmanlık niye’’ diye ‘’ruhlarımızı kurtarmış’’, huzur, güven ve mutluluk içinde yaşıyor olurduk. Bakın işte o zaman gerçek anlamıyla yalan, manipülasyon ve hayallere dayalı bir şov sahnesine dönmüş olurdu bu mahkeme salonu. Ama biz şovmen olmadığımız için buna ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü hayat gerçekler üzerine kuruludur. 

Bizler dikkatleri gerçeklere, yani yaşadığımız emperyalist kapitalist sömürü düzenine, baskı ve eşitliksizler dünyasının yarattığı çelişkilere ve bu çelişkilerin çözümünün sınıf mücadelesi ve devrimlerle ulaşılacak olan komünist bir toplumda olacağına dikkat çekmek istiyoruz.

Bir kadın olarak kendi cinsimin kurtuluşunu da bu esaslar üzerinde görmekteyim. Binlerce yıldır yaşadığımız dünyada, kadınların ezilenin ezileni durumunda olması, erkek egemenliğinin sermaye düzeninin kültürü ve değer yargılarını ayakta tutan en önemli bileşenlerden bir tanesi olmasından bağımsız değildir. Dünyanın yarısını oluşturan ve çok küçük bir azınlık dışında hayatın her alanında erkek egemenliğinin sonuçları ile karşılaşan kadınların yaşamak zorunda olduklarına bakıldığında dahi bu düzenin değişmesi gerektiği açık olarak görülür.

Clara Zetkin’in de söylediği gibi ‘’Bizler, burjuva kadınlarla birlikte, sınıf ayrımı gözetmeksizin erkeğin egemen konumuna karşı mücadele yürütmüyoruz. Tersine, bizler, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm sömürülenler ve haklardan mahrum olanlarla birlikte, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm sömürenlere ve egemenlere karşı mücadele yürütüyoruz.’’

Başka bir çözüm yolu yoktur. Bu barbarlık düzeninin değişmesi en fazla kadınların esasta da ezilen, sömürülen kadınların yararınadır. Kadınlar bir taraftan sistem tarafından sömürü ve baskınının, ötekileştirmenin en ağır yükünü taşırken diğer taraftan da erkek egemen kültürün, gelenek ve göreneklerin, ahlaki kurallar ile yüz yüzedirler. Bu nedenlerden dolayıdır ki kadını tariflerken ‘’ezilenin ezileni’’ nitelemesi yapılmaktadır. Kadınların ama esasta da işçi ve emekçi kadınların çifte baskı, çifte sömürü, çifte ezilmişlik altında olmasının temel nedenini ortadan kaldırmadan kadının özgürleşmesi sağlanamayacaktır. Sömürü ve eşitsizlikler üzerine kendisini inşa eden hiçbir siyasal, ekonomik ve toplumsal sistem kadınlara özgürleşme olanağı ve kadını her noktadan sıkıştıran toplumsal bağları çözme imkanı sağlayamamıştır, sağlayamaz da.

Tamamlayıcı olacağına inandığımdan yine Clara Zetkin’in sözleriyle devam etmek istiyorum. ‘’Kadın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil büyük sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler…kadının özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olmaları mümkündür.’’(Clara Zetkin)

Kadınlara neden baskı uygulanıyor? Ötekileştirme, ayrımcılık, cinsiyetçilik, LGBTI+ düşmanlığı, ırkçılık ve milliyetçilik neden var, sistemle ilişkisi nedir? Bu sorulara cevap aramadan, kadınlara uygulanan baskının kaynağını bilmedikçe, kimin ya da neyin değiştirilmesi gerektiğini de bilemeyiz. Bu da ancak egemenlerin yazdığı tarih sayfalarından hele de hurafelerden uzaklaştıkça gerçekleşecektir. Biliyoruz ki, her sınıfın, topluluğun, hatta her bireyin meselelere farklı tarzda yaklaşımı vardır ve dünyayı, sorunları kendi pencerelerinden gözlemlerler ve açıklamaya çalışırlar.  Biz de tüm dünyaya, gelişmelere ve kadın sorununa da diyalektik materyalist yöntemle bakıyoruz.

Adem’in Tanrı tarafından yaratıldığına, Havva’nın da Adem’in kaburga kemiğinden türetildiğine, bütün insanlığın da buradan geldiğine inanmıyoruz. Önümüzde Evrim Teorisi ve bilimsel bir yığın gerçeklik var, onların doğrulanmış verilerine dayanmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Yani kadın sorunun, kadın erkek eşitsizliğinin nedenini, kadınların ezilmesini, ne erkek ve kadın arasındaki biyolojik farklarla, ne kader veya alınyazısı ile, ne de erkeklerin genetiklerinde kodlanmış şiddette arıyoruz.

Karl Marx ve Friedrich Engels, kadınlara uygulanan baskının kökenini sınıflı toplumların ortaya çıktığı döneme yerleştirmektedir. Engels kadınlara uygulanan baskının kaynağını gösteren tarihsel bir analiz geliştirdi. Böylece bu baskıyı sona erdirmek için bir strateji de ortaya koymuş oldu.

O dönemin antropoloji, arkeoloj, sosyoloji, ekonomi gibi bilim dallarına derin bir biçimde yoğunlaşmış filiozof, tarihçi, toplum bilimcisi Engels sınıflı toplumların yükselişinin, sınıf savaşımında yönetici sınıfların çıkarlarını temsil eden devletin, hem de ilk yönetici sınıfların özel mülk sahibi olup onu devretmelerini sağlayan bir araç olarak da ailenin ortaya çıkışına nasıl yol açtığını açıklayan bir kuram geliştirdi. Yani günümüzde varlığını sürdüren anlayışta olduğu gibi kadının ikincilliği evrensel ezeli-ebedi bir görüngü değildir, üretim ilişkilerinin karmaşık biçimlenişi içerisinde şekillenen tarihsel-toplumsal bir olaydır. Özel mülkiyetin ve cinsiyetci iş bölümünün ortaya çıkışı kadını yeniden üretimden, yani çocuk bakımından ve ev işlerinden sorumlu kılarak eve hapsedetti. Engels şunu iddia ediyordu: 

Analık hakkının alaşağı edilmesi, dişi cinsiyetin dünya çapında tarihsel mağlubiyetiydi. Erkek evde de ipleri eline aldı kadın hizmetkarlığa indirgendi ve alçaltıldı, erkeğin şehvetinin kölesi ve çocukların yaratılmasında basit bir araç haline geldi. Kadının sadakatini ve erkeğin çocukları üzerinde babalık hakkını sağlama almak için kadın koşulsuz bir şekilde erkeğin gücüne tabi kılındı; eğer erkek kadını öldürürse bu onun hakkıydı’’.

Kısaca özetlersek özel mülkiyetle ve bununla bağıntılı miras hakkıyla birlikte, sınıf farklılıkları ve sınıf çelişkileri de ortaya çıktı, burada ilk köleleşen de kadındır. Zamanla varlıklıların varlıksızlara karşı birliği gerçekleşti. Birinciler o zamanki toplumda yönetimini de ele geçirmeyi ve miras yoluyla devretmeyi istediler. Çok daha karmaşık yeni düzende, yazılı hukuk, en önemli gerekliliklerden biriydi ve onu uygulayacak özel organlar gerekliydi. Fakat hukuk ilişkileri daha karışık hale geldikçe, hukuk kurallarını öğrenmeyi görev edinen ve sonuçta onu daha fazla karmaşıklaştırmada özel bir çıkarı olan özel bir insan sınıfı oluştu. Yaratılan hukukun tüm toplum için sahip olduğu önem dolayısıyla en etkin sınıf haline gelen hukuk bilginleri, hukukçular ortaya çıktı. Demek ki devlet düzeni, birbirinin karşısında bulunan ve çatışan farklı çıkarlara sahip çok sayıda mesleklere bölünmüş bir toplumun zorunlu sonucudur. Daha zayıf olanın baskı altında tutulması bu nedenle gerekliydi. Bunun yönetimi doğal olarak kurulmasında en fazla çıkarı bulunan ve sosyal güçleri sayesinde en büyük etkinliğe sahip olanların eline, varlıklılann eline geçti. Devletin karakteri oluştuğu günden bu yana süre gelmiştir. Temeli burjuva demokrasisi olsun, T.C. gibi faşizm üzerine şekillensin özünde tüm devletlerin ideolojileri ortaktır, ezilen sınıfları baskı altında tutmak, bugün olduğu gibi kabaca söylemek gerekirse patronların yararına işlev görmek.

Bir örnek vermek gerekirse işçi sınıfına yönelik en büyük saldırılardan biri olan en başta taşeron işçilik ve diğer hak kısıtlamaları devletler ve onun yasama sistemleri tarafından güvence altına alındı, yasalar çıkarıldı. Buna karşı işçi sınıfının mücadeleri, Fransa’da sarı yeleklilerin eylemliliklerinde olduğu gibi, devlet ve hükümet yetkililerince ‘’terörizm’’ olarak yaftalandı, polis gösterilere barbarca saldırdı, gözaltları yaşandı. Bu davada da aynı şey yaşanmıyor mu? Biz diyoruz ‘’ Türkiye Cumhuriyeti açık faşizm uyguluyor, insanlar sokaklarda katlediliyor, ülkenin birçok yerinde toplu mezarlar çıkıyor, ülkede faili meçhul cinayetler var, bir parantez açmak istiyorum; artık bunlara faili belli cinayetler deniyor çünkü faillerinin devlet olduğunu sağır sultan bile duydu, parantezi kapatıyorum. İşkence doğal sorgulama yöntemi olmuş, insanlar haksız yargılamalar sonucu ağır cezalara çarptılıyor, kadın ve çocuklara taciz ve tecavüz neredeyse ceza kapsamından çıkarılmış, ülkenin hukukçuları adalet istedikleri için gözaltına alınıyor, avukatları adalet için ölüm örucu yapıyor’’ 

Sayın Heise de ‘’ Burası ceza davası diyor’’ başka bir şey demiyor. İşte devlet, işte onun tarafsız adil ve hukuk sistemi. Diyeceğim şu ki taa yüzyıllar önce ortaya çıkan devlet mekanizması organize etmek zorunda olduğu kurumlarla yani askeri, ordusu, polisi, Hukuk sistemi, hapishaneleriyle bugün de hala iş başında. İnsanlık tarihi ezilenlerin verdiği sınıf mücadelerinin tarihidir diyoruz. Egemenlere karşı gelişen bu mücadelere her türlü savaş yöntemini kendilerine hak gören ve uygulayan egemen sınıf ve onların devletleri ideolojik savaşımı da en ince detayına kadar uygular ve bunun için devletin ideolojik aygıtları dediğimiz her türlü kurumu yapılandırır, yenilerini devreye sokar, kendi sistemlerinin devamı içim kullanır. Nedir bunlar ? Din, aile yapısı, eğitim sistemi, kültürü, medyası, bilim v.b. Bunların amaçları tektir, dünyayı yaşanmaz hale getiren, ezilen yığınlar için açlık, sefalet, baskı, savaş demek olan sistemin ezeli-ebedi olduğuna, değişmeyeceğine inandırmak, insanlığı itaat toplumu haline getirmek, uyutmaktır. Örneğin sınıflı toplumlarda dinler tarihsel olarak, toplumsal düzende halihazırda var olan eşitsizlikleri kuvvetlendirecek bir ideolojiyi dayatma işlevi görmüştür. Örneğin Tevrat’taki on emir yalnızca erkeğe yöneliktir. Dokuzuncu emirde kadın, hizmetçiler ve ev hayvanlarıyla birlikte anılır.

Yani kadın, yabancı mülkiyette olduğunda, erkeğin istek duymaması gereken bir obje, bir maldır. Sonrasında ortaya çıkan Hristiyanlık da aynı anlayışı görmek mümkündür. İlk önceleri İsa Roma İmparatorluğu’nun köleciliğine karşı muhalefette cisimleşmiş, kitlelerin küçümsenmesine ve ezilmesine karşı başkaldırıyı temsil etmişti. Kilisenin bir kurumu olarak gelişip, Roma İmparatorluğu’nun devlet dini olarak benimsenince, çıkarları da soyluların çıkarıyla bütünleşti, Altıncı yüzyıldan itibaren Klise kendi adına vergi toplamaya başladı. “Böylece” diyor Rosa Luxemburg, 

‘’Yoksullar Kilise‘nin desteğini ve yardımını kaybetmekle kalmadı, rahiplerin kendilerini sömürenlerle, yani prenslerle, soylularla, tefecilerle müttefik olduğunu gördü. Orta Çağ’da, çalışanlar serflik yoluyla yoksullaşırken, Kilise giderek daha fazla zenginleşti’’.

Kendinden önceki Musevilik ve Hristiyanlık gibi İslam da, yeni toplumsal düzen içinde kadınların ileri düzeyde baskılanmasına onay vermiştir. Hem Hristiyanlık hem de İslamiyet sınıflı toplumların bir ürünüdür ve ideolojileri, Orta Çağdan gelen sınıfsal sömürü ve kadınlara uygulanan baskı biçimlerini gerekçelendirmek üzere gelişmiştir. Bu ideolojiler modern sınıflı toplumlarda çeşitli biçimlerde varlıklarını sürdürmektedir ve sınıf sömürüsü ve kadınlara uygulanan baskı devam ettiği sürece de geçerliliklerini koruyacaklardır. Lenin, dinin bu her iki boyutu konusunda çok netti. “Marksizm bütün modern dinleri ve kiliseleri, her bir dini kurumu, sömürüyü haklı çıkarmak ve işçi sınıfının aklını uyuşturmak için burjuva gericiliğinin kullandığı bir araç olarak görmüştür.” Ama aynı zamanda Marx’tan yola çıkarak şunları ileri sürmüştür: 

Bütün hayatları boyunca didinen ve yokluk içinde yaşayanlar dinden, bu dünyada boyun eğmeyi ve sabırlı olmayı ve cennette ödüllendirilme umuduyla teselli bulmayı öğrenirler.‘‘ 

Türkiye’de gündelik şiddete ve cinayetlere maruz kalan kadınlardan, muhafazakar faşist kadın düşmanı iktidarın kadınlardan tam da beklediği budur yani itaat ve sabır. T.C. nin kuruluşunda resmi olarak tek din kabul edilen, ‘’karınızı dövebilirsiniz’’ diyen İslam, ‘’itaatsizliğinizden kuşku duyduğunuz kadınları önce ihtar edin, uslanmıyorsa dövün’’ diyen Kuran günlük hayatta uygulanıyorsa, sonuçlarının bugün mantık sınırlarımızı zorlayacak şiddet vakalarına yol açması kaçınılmazdır. Elbette İslam AKP iktidarından önce de vardı bu coğrafyada. Hatta toplumun islamlaştırılması ve kadınlarının durumunun kötüleşmesi AKP ile başladığına dair yanlış algılamalar ve çıkarımlar mevcuttur. Son on yılı aşkın süreçte daha görünür daha fütursuzca olduğu bu gerçeği değiştirmez. 

Burjuva devrimini gerçekleştirememiş Türkiye’de feodal değer yargıları hala hükmünü sürdürmektedir. Çoğu kağıt üzerinde kalan kadın hakları batıdaki gibi gözü pek mücadelerer sonucunda değil, TC nin kuruluşundan sonra batılılaşma çabaları çerçevesinde tepeden inme verilmiştir. Kadın mücadelesinde kuşkusuz önemli atılımlar yapılmış, mücadele ekseninde örgütlenmelere gitmişlerdir ama bu uğurda kadınların dünya devrim mücadelesinde tarihe geçen, giyotine gönderilmeyi göze alan kadınlarınki gibi bir kadın kurtuluş mücadelesi geliştirememişlerdir. Kurulan kadın örgütleri kemalist iktidar tarafından baskı görmüş, ya kapatılmış ya da iktidar yanlısı, kadın sorınu ile temelde ilgilenmeyen kurumlar olarak kalmıştır. Bunun nedenini elbette faşist kemalist T.C. nin tarihinde aramak gerekir. Kemalizm sekülerleşmeyi, de-İslamizasyonu savunduğunu iddia ederken gerçekleştirdiği sözde Kadın Hakları Devriminin, bunun hayata geçmesine ve yaygınlaşmasına olanak sağlayacak düzenlemelere girişmemiştir. ‘’Kadınlar çalışma hayatına girsin’’ denilirken buna destek olmak üzere, kadınların aile içindeki yükünü hafifletecek düzenlemeler (işyerlerinde kreşler, erkeklerin de ev şilarini paylaşmasını sağlayacak sosyakizasyın süreci, v.b.), ‘’kadınlar eğitim alsın’’ denilirken, İstanbul ve Ankara dışında kadın eğitimini ilk öğretim düzeyinin üzerine çıkaracak düzenlemeler ihmal edilmiş, seçme ve seçilme hakkından yararlansınlar derken kadınların sözcülüğünü üstlenecek ve kadınları siyasete hazırlayacak bağımsız örgütlenmelere izin verilmemiş, mevcut örgütler yukarıda değindiğimiz gibi kadınların siyasal haklarının kabul edildiği 1934 den itibaren kapatılmıştır. 

Aradan geçen onca yıla rağmen bugün de bir şey değişmemiştir. Kadınlara yönelik her türlü şiddetle mücadele etmek, kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını sağlayacak çalışmalar yürütmek için 29 Aralık 2018’de kurulan ve kuruluş amaçları doğrultusunda şiddete maruz kalan kadınlara sürekli danışmanlık, destek veren bu konuda kampanyalar, etkinlikler yürüten Rosa Kadın Derneği Mayıs 2020 tarihinde sabaha karşı polisler tarafından basılarak temsilcileri gözaltına alındı. Ne acı değil mi‘? Şiddete karşı mücadele ederken kadınlar gözaltına tartaklanarak alınarak devlet şiddetine maruz kaldılar. Gözaltına alınanlar, çeşitli tarihlerde yapılan basın açıklamaları, kayyum protestoları, devletin katlettiği sivil Kürtlerin cenazelerinde ailelerinin yanlarında olmak gibi eylem ve etkinliklere katılmakla suçlanıyor. Aralarında yıllardır gözaltında kaybedilen, akıbetlerinden haber alınamayan, sadece istemleri evlatlarının kemiklerine ulaşıp bir mezarları olsun isteyen ve polisin saldırdığı, dayak yiyerek, saçlarından sürüklenerek gözaltına alınan yaşlı Cumartesi Anneleri de var. Cumartesi Anneleri 1995 yıldan bu yana her Cumartesi Istanbul’da çocuklarının akıbetini sormak için toplanıyorlar. T.C tarihinde 17.000 faili meçhul cinayet işlenmiş, faillerinin devletin güvenlik göçlerinin ya da paramiliter güçlerinin yaptığını herkes çok iyi biliyor, hatta birçok kez güvenlik mesupları yıllar sonra sivilleri nasıl katlettiklerine yönelik açıklamalarda bulundu, ülkede birçok toplu mezarlar ortaya çıkarıldı. Mahkemede sık sık sivil ölümlerinden bahsediliyor, Sayın Heise mütaalasında TKP/ML nin sivilleri öldüren bir örgüt olduğunu iddia ediyor. Bunlara ne diyorsunuz? Bu rakam yani 17000 sadece faili meçhul olarak bilinenler. Bunun dışında sokak ortasında katledilenler, Kürdistan’da panzerlerin ezdiği çocuklar, Cizre Bodrumlarında yakılanlar, Suriyeli çocuklara oyuncak götürmek için yola çıkan 33 üniversiteli gencin Suruç’ta katledilmesi, ‘’Savaşlar bitsin’’ şiarıyla düzenlenen Barış Yürüyüşünde katledilen 110 sivil, Şırnak Roboski de Irak sınırından geçen köylülerin üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri Uçakları tarafından atılan bombalarla katledilen 34 kişi. Katledinlerin 19 tanesi 18 yaşının altındaydı. Bunlar şu an akla gelenler. Sivillerin öldürülmesi denince başvurulacak ilk adres faşist T.C. dir.

T.C. nin bu faşist, katliamcı yapısınının nedenlerini, emperyalizmle olan ilişkisi içinde aramak gerekmektedir. T.C. gibi sözde bağımsız olan ama iktisadi bakımdan geri bıraktırılmış ülkeler, sermaye ihracı yoluyla iktisadi olarak egemenlik altına alınarak, yarı sömürgeleştirilerek bağımlılaştırılmıştır. Emperyalizm sömürge/yarı-sömürge, yarı-feodal bu ülkeleri; daha fazla sömürü ve kâr elde edeceği pazar alanları, hammadde kaynakları, sermaye yatırım alanları ve ucuz işgücü rezervleri olarak görür. Bunu garantilemek için de bir taraftan borçlar, kredilerle bağımlılaştırıp sermaye yatırımlarıyla büyük kâr elde eder. 

Çıkarına göre, kapitalist ilişkilerle feodal ilişkileri içiçe geçirir; yer yer feodal ilişkileri çözerken, yer yer de bunları koruyarak daha fazla sömürü için yararlanır. Bunu yaparken de emperyalistler bu ülkelerin en gerici egemen sınıflarıyla ittifak kurarlar. Osmanlı- Alman ilşkilerinin tarihi incelenmesi bizlere bu konuda kanıtlar sunmaktadır. Emperyal yayılmacılığını Doğu politikası ile somutlandıran, Hindistan, Mısır gibi ülkelere Osmanlı üzerinden ulaşmaya çalışan Alman emperyalizmi, Osmanlıyla ekonomik temelli ilişkilerini şekillendirmiş ve bu süreç bu gün de devam etmektedir. Almanların Osmanlı ordusunu eğitmek için generallerini eğitmek görevlendirdiği birçok tarihi kaynakta geçmektedir. 1915 yılında gerçekleştirilen Ermeni soykırımının bu generallerin bilgisi ve desteği dahilinde olduğu da. Soykırımın nedeni çok açıktır, ulusal burjuvazi olma hayalindeki Jön Türklerin başta Ermeniler olmak üzere diğer gayri müslümanların ellerindeki birikimi, varlıkları gasp etmek. İşte emperyalizmin karakteri, son yüzyılın en utanç verici olaylarindan biri olan soykırımın failleriyle işbirliği, hatta sunulan destek. Bununla da bitmemiş bu işbirliği Kürt Ulusun imha ve inkar politikalarını uygulayan, katliamlar gerçekleştiren faşist kemalist T.C. döneminde de devam etmiş. Sovyetler Birliği ya da sosyalist mücadeleye karşı, ya da İslami hareketlere karşı jeostratejik konumun da verdiği önemle tampon durumunda, kendilerine ekonomik olarak bağımli bir Türk Devletinin varlığı onların çok fazla işine gelirdi. Ekonomik bağımlılık burjuva devriminin gelişmemesi, doğal olarak iktisadın askerileştirilmesi ve savaşlara başvururken, faşizmin, ulusal baskının ve ırksal, mezhepsel, cinsiyet vb. arımcılıklarının büyük ölçüde güçlenmesini beraberinde getirir. Bunun içindir ki T.C. nin Kürt ulusuna karşı imha ve inkar politikası kürtlere ve Alevilere yönelik gerçekleştirilen katliamlar, asimilasyon politikaları, diğer azınlık milliyetlerine ve mezheplere yönelik baskılar, kadın sorunun yakıcılığı sadece dönemin iktidar sahiplerinin siyasal çıkarları ile açıklanacak bir durum değildir. Yukarıda açmaya çalıştığımız gibi ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, emperyalizmle olan ilişkisi, egemen sınıfların karakteri ve bunların siyasal temsilcilerinin yapısı ile ancak anlaşılabilmektedir.

Dünya nüfusunun yarısını oluşturan ve devletin yönetim biçimi faşizm olan bu yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin halklarının payına düşen yoğun açlık, yokluk, kıtlık, işsizlik, yıkım, faşizm ve kitlesel ölümler yanında kadınların durumu çok daha kötüdür. Tüm halkın yaşadığı açlığın, yoksulluğun, işsizliğin en katmerlisini yaşamakta, buna yoğun oranda şiddet, baskı, ulusal mezhepsel baskı, fuhuş, taciz-tecavüz, kadın ticareti gibi olgular da eklenmektedir. Kadın bir tarafta kapitalist-emperyalist sistemin kadını metalaştıran, ucuz işgücü gören ekonomik, kültürel vb. İlişkilerinin sömürüsü altında ezilirken, diğer taraftan da kadını bir mal-eşya olarak gören feodal üretim tarzının ve değer yargılarının boyunduruğu altındadır. Özellikle kırsal bölgelerde feodalizmin “kapalı” yapısı etkinlik kurarken, yıkıma uğramış, şehirlere göçetmiş olanlar ise buraların gecekondu mahallelerini doldurmakta, açlık-sefalet içinde kapitalizmin ücretli işçiliği ile tanışmaktadır. Bundan dolayı kapitalist ülkelerle kıyaslandığında böyle ülkelerde kadının işgücü pazarına katılımı daha düşüktür. Katılanlar da daha ziyade, en niteliksiz, en düşük ücretli ve kötü koşullardaki; iş ve sosyal güvenlikten yoksun,asgari ücretin dahi altında, yarı zamanlı, ev işlerinin devamı olarak görülen;parçabaşı ev eksenli işlerde ve ev hizmetleri (temizlikçilik vs.), tarım işçiliği gibi işlerde çalışmaktadır Feodal kültür ve dinin de etkisiyle ev içi kölelik ise daha katı biçimde yaşanmaktadır. Bu ülkelerde kadın henüz yasalar önündeki hak eşitliğini de tamamen kazanamamıştır ya da kullanamamaktadır. Kadın, aileden, topluma, kamualan ve kurumlarına kadar tüm yaşamalanlarında ataerkil zihniyet ve sistemle kuşatılmıştır. Kadının iffeti „‟aile şerefiyle‟‟ iç içe geçmiştir ve bunlar çok önemli kavramlardır. ‟Onur, namus‟ ve ‘’utanç’’ kavramlarının en çok işlendiği bu tür toplumlarda, onur daha çok erkek tarafından temsil edilirken, daha çok kadınlara ait olan namus ve utanç erkeklerin onurunu yükseltip alçaltan bir niteliktedir. Dolayısıyla erkekler açısından, kadınların kontrol altında tutulması kendi ‘’namuslarının’’ belirlenmesınde çok önemlidir. Bu yüzden kadın cinselliğiyle bağdaştırılan namus, çoğunlukla kadın üzerinden temsil edilir. Namus kavramı dahilinde kadının evlilikten önce bekaretini koruması önemlidir. Evlilik dişi işişki veya evlilik dışı çocuk sahibi olma, boşanma, bazı yerlerde kadının çalışması kadının ‘’namus’’ unun kirlenmesi anlamına gelir. Ataerkil yapılarda kadın koca, baba, oğul ve erkek kardeşin namusunu, itibarını ve onurunu korumak zorunda olan onlara ait bir nesnedir, ve namusu kirlenmiş, ailesini itibarını tahrip eden bir kadın törelere göre ölümü haketmektedir. Namus adına işlenen cinayetlerin sebeplerinin sadece yukarıda saydıklarımız olmadığını şöyleyebiliriz. Ayrıca yapılan kadın araştırmalarında kadınların bir çoğunun aile erkeklerinin bilgisi ve izni dışında bir takım davranışlar sergiliyor olmaları da cinayet nedeni olmaktadır. Bu davranışlar arasında kadının kocasına hizmette kusur etmesi, ailenin şiddetine karşılık vermesi, yüksek sesle konuşup gülüp makyaj yapması, kocasının şiddetine maruz kaldığı için boşanmak istemesi ya da izinsiz dışarıya çıkması ya da giyim kuşamının belirlenen ölçülerde olmaması.

Bedeni, cinselliği de altına alınan kadın erkeğin mülkü, zevk ve çocuk doğurma aracı olarak görülür. Başlık parası, berdel, kumalık, kimi ülkelerdeki kadın sünnetleri, dini inanç bahanesiyle çarşaf, burka giyme zorunluluğu vs.vs.gibi onlarca çeşit yöntemle kadının bedeni ve cinselliği yasaklanır, egemenlik altına alınır. Kadın bir de ezilen ulusa mensupsa tüm bunlara devletin ulus baskısı eklenir.

Türkiye toplumunda heteroseksist ailenin reisi erkektir. Kadın ikincil/bağımlı cins görülür. Yer yer insan olarak bile görülmez; “eksik etek”tir, “yeri öküzden sonra gelen” dir, “saçı uzun aklı kısa”dır. Ailedeki kararlara karışamaz. ‘’İyi bir anne, iffetli bir eş olmalıdır’’. Kocasının cinsellik de dahil tüm ihtiyaçlarını karşılamalıdır, aksi bir durum hem toplumun genel normları hem de dine göre günahtır. Kutsal ailenin devamından kadın sorumludur. Boşanma hakkı yasal olarak olsa da pratikte yoktur. Şiddet görse de, aldatılsa da o evliliği devam ettirmelidir. Boşanmak günahtır ayıptır, boşanan kadının başında bir erkek olmadığı için namusunu koruyamaz ve iffetini kaybetmiştir. Kendisi bunu tercih ettiği için tacizi tecavüzü hak eder. Bu anlayış Osmanlı döneminde değil, 21. Yüzyıl Türkiyesinde süre gelmektedir. Bilindiği üzere AKP hükümetinden bu yana kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri % 1400 arttı. Kadın cinayetlerinin yarısından fazlası boşanmak isteyen kadınların eşleri tarafından işleniyor. Hem de bu kadınların çoğu kendilerini tehtit ettiği için boşanmak istedikleri eşleri hakkında polise ve ya savcılığa başvurdukları halde. Ne yazık ki ülkenin polisi, savcısı hakimi de aynı zihniyetten beslendiği için bu kadınları onlar da ‘’iffetsiz’’ görmekte ve korunmalarına gerek duymamaktadır. Medyaya yansıyan bir haber bu anlayışın günlük yaşamda rastlanan yüzlerce örneğinden sadece bir tanesidir.

‘’Sevişiyorsunuz sonra biz uğraşıyoruz!’’ manşetli haber şöyle: İskenderun’da üç yıldır eski sevgilisi Y.D.’nin taciz ve ölüm tehditlerine maruz kalan N.K., defalarca emniyete ve savcılığa yaptığı başvurular ve “Nitelikli cinsel istismar” açılan davada verdiği mücadeleler sonunda tutuklama kararı alınması için yaptığı başvuruda savcıdan aldığı cevap, “Niye ilişkiye giriyorsun? Sonra bizi uğraştırıyorsun” oldu. Tacizci tutuksuz yargılanıyor.

2019’da Türkiye’de, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre 474 kadın öldürüldü. Bu, son 10 yıldaki en yüksek rakam olarak kayıtlara geçti.

-Emine, eşinden ayrıldıktan sonra bir yandan üniversite okudu, bir yandan da çalışıp, çocuğuna baktı, eski eşi tarafından 10 yaşındaki kızının gözü önünde vahşice öldürüldü.

-Fatma eşi ölüp, 3 çocukla baş başa kaldığında henüz 31 yaşındaydı. Çocuklarına bakabilmek için iki işte birden çalıştı. Kanser bile kahkahalarını yok edemedi, erkek arkadaşı tarafından öldürüldü.

-Rabia evlenip hamile kalınca, okulu bıraktı. Evlendiğinde 17 yaşındaydı. Boşandığı eşi tarafından öldürüldü.

Emine Bulut, Fatma Şengül, Rabia Tümkaya 2019’da Türkiye’de öldürülen kadınlardan sadece üçü.

Sadece Türkiye’deki gazete haberlerine bakacak olunursa durumun vahameti hakkında bilgi sahibi olunacaktır. Rastgele Siyasi Haber diye bir gazetenin online sayfalarına bakılınca ilk haberler sırasıyla şunlar:

-Kadın cinayeti: Çilem kocası tarafından öldürüldü.

-Dini nikahla evlendiği 3 çocuk annesi kadını öldürdü.

-Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde annesi ile birlikte yaşayan Merve Konukoğlu, sınava girmek için gittiği Elazığ’da babası Mikail K. tarafından katledildi.

-Kadınlar ölüyor, intihar deniliyor: Ağrı’da 35 günde altıncı şüpheli kadın ölümü

-İstanbul’da bir haftada dört kadın cinayeti

-Manisa’da 22 yaşındaki Gülnur Kocabaş erkek arkadaşı tarafından pompalı tüfekle öldürüldü. 

-Rize’de AKP yöneticisi Gamze Pala reddettiği erkek tarafından öldürüldü.

-Ankara’nın Çubuk ilçesinde lise öğrencisi Şeyma Yıldız’ın, yol kenarında cansız bedeni bulundu. Polise teslim olan babası H. Yıldız’ın, erkek arkadaşı olduğunu öğrenerek kızını öldürdüğü ileri sürüldü.

-Zeliha Armağan isimli 23 yaşındaki kadının kuma olmayı kabul etmediği için uçurumdan atıldığı ve başı ezilerek öldürüldüğü öğrenildi. (Kuma evli bir adamın ikinci eşi olmak).

Sayın Başkan,

Son duruşma gününün sonunda son sözüme dair yorum yaptınız ve sözlerimin devamına ilişkin tekrar düşünmemi rica ettiniz benden. Bu beni biraz şaşırttı, daha doğrusu rahatsız etti. Sanığın son sözünde mahkemenin böylesi bir müdahalede bulunmasının isabetli olmadığını düşünüyorum. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’ndeki kadınların kaderine ilişkin yaptığım bilgilerdirme ifadelerimin vesile olarak ele alınıp bunların uzun ve gereksiz olarak değerlendirilmesini garip buluyorum. Dört yıl boyunca burada biribirine benzer birçok doküman ve evrak okundu, bunların birçoğunda tekrar oldu.

Sözlerimi ifade ediyorum, bu bilgileri aktarıyorum çünkü bunlar bizim Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yaşam koşullarına ilişkin değerlendirmemizdir. Ülkemizde birçok sorun var, bu sorunlar oradaki insanların yaşamını -ki bu benim de yaşamımdı-ciddi şekilde etkilemektedir. Sayın Başkan, eğer bu sizi ilgilendirmiyorsa, pekala. Ama ben böylesi siyasi bir davada toplumsal arka planların araştırılması gerektiği düşüncesindeyim. Eğer hukuki bir anlayış bu arka planları gizlemek istiyorsa, sadece sonuca bakıp, sonuçtan hüküm vermenin adil olduğunu düşünüyorsa, bu düşünüş tarzının ve hukuk anlayışının vahim olduğunu ifade etmem gerekir. 

Şimdi devam ediyorum. 

Bu devletin Cumhurbaşkanı olan Erdoğan, kadına yönelik şiddetin abartıldığını, kadın erkek eşitliğine inanmadığını, saldırıya uğrayan kadınların bekaretinin sorgulanması gerektiğini, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da kadının iffetli olması gerektiğini, herkesin içerisinde kahkaha atmaması gerektiğini, kıyafetleriyle hareketlerinde cazibedar olmaması gerektiğini çekinmeden söyleyebiliyorlar. 

Yukarıda bahsettiğim durumları son yıllarda daha görünür olsa da salt AKP hükümeti ve Erdoğan’ın kişiliği ile açıklamak mümkün değildir. Bunlar sonuçlardır ve sadece sonuçlardan doğru bir yargıya varmak mümkün değildir. Bugün Türk “muhafazakarlığının” nedeni, kurulduğundan bu yana T.C. nin dayandığı faşist Kemalist ideolojidir. Bu ideolojinin bileşenleri de din, aile ve şovenizmdir. Faşist Kemalist diktatörlük ideolojik temelini Türk-Sünni toplumsal temele dayandırmaktır. Bu ikisi de, çok uluslu ve çok inançlı toplumsal yapıda nüfusun ağırlığını oluşturmaktadır ve bu toplumsal temelde faşizm dayanak noktası oluşturmaktadır. Tüm aile değerleri, kültürel ve sosyal değerler, siyasal şekilleniş Türk-Sünni egemenlik biçimi ile şekillenmektedir. Bu durum diğer ulusların, inançların ve kültürlerin inkarı, onlara ait ne varsa asimile edilmesini getirmektedir. Eğitim sistemi, hukuk sistemi, medya sistemi, din işleri ve ilişkileri, ordu ve polis teşkilatlarının yapılandırılması, yargı ve bürokrasinin şekillenişi, ekonomik ilişkilerin ve siyasal tarihin biçimlenmesi bu ideolojik temeller üzerine kurulmuştur. Hangi hükümetin geldiği ise hiç belirleyici değildir. Bir hükümet Türk’lüğü, diğeri İslam-sünni argümanını öne alarak ancak ikisi de egemenliğini pekiştirmektedir. Bugünkü şoven dalga zaten var olan milliyetçiliğin politik ihtiyaçlar temelinde bir kampanya şeklinde hayat bulmasıdır. Bu tür şahlandırılmış şovenizm Türk devlet tarihinin sürekliliği olan bir geleneğidir. Kadınlar açısından bu dönemi Hitler Almanya’sına benzetebiliriz. Faşizm, kadını bayağılaştırır, devlet için asker doğurmaya ve yetiştirmeye zorlar, kadını üretici organ haline indirger.

Faşizm için kadın erkek egemen sistemin temelidir. Onun belirlediği kurallar içinde evlatlar doğurmalı, yetiştirmeli, vatana hayırlı, devletine bağlı olmalıdır. Bunu yapan kadın “ulusun gururudur, temel taşıdır”. Erkek egemenliği güç, kudret, şiddet, fıtrat olarak kabul eden faşizm bunu esasta dini argümanlarla destekler ve ispatlar. Kadının bunu kabul etmesini dayatır, şart koşar. Türk kadınları, ‘’bölücü’’ Kürtlere, “yedi düvel” yabancı güçlere ve “tüm vatan hainlerine” karşı bunu gerçekleştirmelidirler. 3. Reich kadını üç K ile tanımlayan formülü benimsemiştir. Kirche, Küche, Kinder (klise, mutfak ve çocuklar). Bunlar o zamaki Almanya ile T.C’nin tesadüfi ortak özellikleri değildir, faşizmin karakteridir ve kadınlar, kutsal aile, kutsal annelik üzerinden faşist politikalara alet edilirler.

“Kutsal ailede ilahi annelik, namus iffet, ahlaklı dini bütün çocuklar’’ kavramlarını dilinden düşürmeyen T.C. devleti ve onun hukuk sistemi çocuk taciz ve tecavüzleri konusunda tüyler ürpertecek bir tutum içerisindeler. Ensar Vakfı’na bağlı olduğu iddia edilen yurtlarda çocuklara cinsel istismar yapıldığı skandalı ortaya çıktı, bunu birçok cemiyetlere bağlı yurtlardaki istismar olayları izledi. Birçok kurumun, örgütün partinin protesto ettiği bu duruma Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığının yanıtı ise “Karaman’da ilk vaka ortaya çıkar çıkmaz hemen hukuki açıdan bakanlığımız müdahil oldu, bir kere olması karalamak için gerekçe olamaz” oldu. Demek istediği ‘’bir kere tecavüzden bir şey olamaz, abartmayın’’dı. 

Aile ve sosyal politikalar bakanlığının bu tavır içinde olduğu bir ülkede çocuk istismarının, çocuklara yönelik cinsel saldırı suçlarının yaygın ve sistematik olarak işlenmesinin T.C. Devleti ve Hükümetinin karakteri ile bağlantısını ortaya koymaktadır. Sonuç tüyler ürpertici. Türkiye’de cinsel suçların yüzde 46’sı çocuklara karşı işlenirken her ay en az 650 çocuk cinsel istismara uğruyor. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kız çocuklarının 9 yaşında gebe kalabilecekleri, yanlarında veli olmadan da evlenebileceklerine, bir babanın kızını düşünerek, şehvet duymasının bir haramlık oluşturmadığına dair açıklama yaptığı bir ülkede bu sonuçlara şaşırmamak gerekir. 

23 kişinin tecavüzüne uğrayan 14 yaşındaki çocuğun zeka düzeyinin yeterince gelişmediği, tecavüzlerin “birçoğu rızaya dayalı ilişkiler” olarak değerlendirildiği, tacizcilerin birçoğunun serbest bırakıldığı, diğerlerinin de komik denebilecek kadar çok az ceza aldığı, devletin bakanının “tecavüze uğrayan kadın hamile kalırsa, doğursun, kürtaja ne gerek var, niye bebek ölsün anası ölsün” diyen bir devlet ve onun hukuk sistemi ile karşı karşıyayız.

Bu iğrenç tutumlara tavır alan, kadın ve çocuklara şiddeti, cinsel istismarı protesto etmek isteyenler de polis şiddetine maruz kalmakta, darp edilmekte, tartaklanarak, sürüklenerek gözaltına alınmakta, hatta tutuklanmaktadır. Homoseksüelliğin, transseksüelliğin, daha doğrusu farklı cinsel tercihlerin hastalık, sapıklık olarak görüldüğü bir ülkeden bahsediyorum. ‘’Sapık’’ olduklarına inandıkları için tacizi, şiddeti, tecavüzü hak gördükleri bir anlayıştan ve bunun diğer örneklerde olduğu gibi devlet yetkilileri, hukuk sistemi tarafından kabul gördüğünden. Tecavüze uğrayıp, işkence ile dayakla hunharca öldürülen kaç tane transseksüel bedeni bulundu ormanlarda, sokak aralarında. Onlar insan değildi, kovuşturmaya gerek yoktu. Kaç vahşi cinayetin, saldırının üstü kapatıldı böyle. Zaten olayları kovuşturacak polisler gözaltına alınan homoseksüellere, transseksüellere tecavüz ediyorlar, işkence yapıyorlar; savcıların, hakimlerin ön kabulü zaten onların sapkın ve de dolayısıyla suçlu oldukları. Türk devletinin kurumlarında insana yakışmayan , faşizmin tarihsel deneyiminde süzülüp gelen ne kadar iğrenç özellik varsa bulabilirsiniz. Irkçılık, şovenizm, kadın düşmanlığı, homofobi, tabiri caiz ise yer yer pedofili, nekrofili. Gerilla cesetlerine tecavüz eden, ve bununla övünüp, internet sitelerinde paylaşan askerlerin olduğu bir orduya sahiptir T.C. 

İşte T.C. devleti, polisi, askeri, savcısı hakimi. Ne yazık ki ceza davaları kapsamına giren birçok suçun gündelik yaşam tarzı haline geldiği, gelenekleştiği bir devletin sahte evrak düzenlemekten, cinayete karışmaktan hakkında tutuklama emri çıkarılmış ya da Türkiye’de hapis cezasına çarptırılmış savcılarının belgeleri, içlerinde yüksek ihtimalle İşkenceli sorgularda alınmış olabilecek ifadelerinin de bulunduğu dava dosyaları bu davanın dosyasında yer almakta. İşin ilginç yani bir dönemin muktediri olan bu savcı, hakim, polis ve askerler şimdi işkenceye, kötü muameleye maruz kaldıklarına ve de aleyhlerinde sahte evraklar düzenlendiğine dair fevaran etmektedir. Bu söyledikleri doğrudur. Dün kendilerinin devletin yüksek çıkarı için gerçekleştirdiği şeyleri şimdilerde onları tasfiye ederek görev alanlar aynı devletin çıkarı için hayata geçirmektedir. Kısacası devlette süreklilik devam etmektedir. Değişmeyen şey ise demokratik, ilerici, devrimci ve komünistlerin her durumda işkence, kumpasa maruz kaldığı ve haklarını talep ettiği her durumda baskı ve şiddete uğramasıdır. Bu 97 yıllık devlet tarihinde değişmeyen şeydir.

Elbette buna şaşırmak saflık olur. Faşist Türk devletine karşı mücadele eden güçleri “terörist” olarak değerlendirmek için bunlara ihtiyaç vardır. Avrupa İnsan Haklarının Türkiye aleyhine verdiği kararları, Dünya Af Örgütünün, İşkenceyi Önleme Komisyonlarının T.C. hakkında verdiği raporları, Mahkemenin kendi atadığı hayatının uzun yıllarını Türkiye’de geçirmiş, bilirkişi Türkolog Prof. Neumanın yazdığı ve tanıklığında genişlettiği rapor temel alınsaydı Türk Devletinin terörist olarak yargılanması gerekirdi.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Mahkemelerin başladığı Haziran 2016 dan bu yana 220 in üzerinde oturumda bu salonda bulunduk. Sizlerin hele bir de bu davada karar merci olduğunuzdan yola çıkarak mahkeme esnasında gözlem yaptığınızı düşünüyorum. Ayrıca elinizde yaşamlarımıza dair birçok bilgi var, biraz olsun bizleri tanımışsınızdır. Bizlerde Sado-Mazoşizm ya da Şizofren bulguları tespit ettiniz mi? Biz psikiyatrist miyiz diye soracak olursanız bu hastalıklar hakkında sokaktaki sıradan insanların bile kabaca bilgisi vardır, sizlerin ise çok daha fazla olduğundan şüphem yok. Aslında dünyada ve Türkiye’de her şey güllük gülistanlık, Türkiye demokratik bir ülke, insanlar mutlu, barış ve eşitlik, refah içinde yaşıyorlar da bizler Şizofren olduğumuz için hezeyan, halisünasyon mu görüyoruz, tüm bunlar kendi yarattığımız ama gerçek olmayan dünyalarda mı cereyan ediyor, yoksa bilinç altımız mı üretiyor? Ya da bizler mazoist olduğumuz için, acı çekmek istediğimiz için, yıllarımızı hapiste geçirmekten büyük zevk aldığımız için mi, aksini iddia ediyoruz.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Hayır bizler ne şizofreniz ne de mazoşistiz. Biz dünyayı tanımaya çalışan insanlarız. Aslında büyük bir çabaya da gerek kalmadı, hepimiz hayatlarımızın büyük bir bölümünü Türkiye’de geçirdik, kimimizin kökü soykırıma uğrayan mazlum Ermeni ulusuna dayanıyor; kimimiz inkar ve imha politikalarına uğramış Kürdüz; kimimiz aleviyiz Maraşta, Çorumda katledilen, Sivas’ta yakılan; kimimiz siyasal düşüncelerimiz ve devrimci ideallerimiz uğruna ağır işkencelerden geçti, uzun yıllar hapislerde kaldı. Yani bizzat deneyimledik faşist bir ülkede yaşamanın ne olduğunu, hele hele devrimci olmanın ne demek olduğunu, kadın olmanın ne olduğunu. Kişisel duruma ilişkin yapmış olduğum açıklamada üniversite ve sonrasındaki mesleki hayatımda tanık olduğum olaylardan bahsetmiştim. İnsanın gerçeklere gözünü kapatmasının, tüm olanları yok saymasının tüm bu iğrençlikleri onaylamak olduğunu anlatmıştım. Bugün de aynı tutumu sürdürüyorum elbette.

Bilmek aynı zamanda değiştirmektir. Çünkü bilimselliğine inandığım Marksizm-Leninizm-Maoizm, diyalektik materyalizm yöntemiyle dünyayı yani doğa ve toplumların gelişim yasalarını ortaya çıkarma ve değiştirmeyi öngörür. Marksizm-Leninizm-Maoizm, insanlık tarihinin ezilenlerin mücadele tarihi olduğunu söyler, sınıf savaşımından bahseder ve dünyaya baktığımızda bunların doğruluğunu görürüz. Yani ezenler ve ezilenler diye ikiye bölünmüş bir dünya.

Ezilenler cephesinde neler var; savaşlar, her sabah bomba sesleriyle uyanmak zorunda kalan çocuklar, göç etmek zorunda kalan ve göç yollarında denizlerde boğulanlar ya da yollarda insan tüccarlarının eline düşenler, mülteci kamplarında tecavüze uğrayan, ya da zorla fuhuşa sürüklenen kadınlar, açlık, yoksulluk, sefalet, boğaz tokluğuna emeğini satanlar, salgın hastalıklardan ölümler, savaşlarda toplu tecavüzler, kaçırılan, köle gibi pazarlarda satılan kadınlar, siyahi oldukları için katledilenler, Kürt oldukları için üzerlerine bomba yağdırılanlar, evleri yakıp yıkılanlar bodrumlarında yakılanlar, boşandığı eşi tarafından öldürülen, yüzlerine asit atılan, aynı kör bıçakla bağırta bağırta sünnet edilen, diri diri toprağa gömülerek taşla öldürülen kadınlar, gözaltında kaybedilenler, akıbetini bilmedikleri çocuklarının, eşlerinin kemiklerini arayan analar, kadınlar, toplu mezarlar, iş güvenliği sağlanmadığı için her gün onlarcası ölen işçiler, rant sömürüsüne tabi tutulan köylüler, çalışma hakkı elinden alınan işsizler ordusu, kimliksiz ve kişiliksizleştirilmeye çalışılan ezilen uluslar, inançları yüzünden kör bıçağın boğazına dayandığı ezilen inanç kesimleri …

Diğer cephede neler var; Emperyalistler, sömürücüler ve dünyanın ezilen halklarının alınteriyle birikmiş sermayeleri, dünyayı kana ve ateşe boğan silah sanayileri, kan emici uluslararası tekeller, sivilleri öldüren orduları işkence ve katliamlar yapsın diye eğitip donatılan paramiliter güçler, NATO’su var, Gladio’su var. Şeriatçı ve faşist örgütleri var, ırkçılık ve ayrımcılık, kadın düşmanlığı, cinsiyetçilik, homofobi, doğa ve çevrenin, tarihi mirasın tahribatı var. Gelir adaletsizliğini derinleştiren bir paylaşım sistemi, bu adaletsizliğin büyümesini ve bu paylaşım rejimini şart koşan bir üretim biçimi var. Bir de ellerinde insanlığı uyutmak için kullandıkları manüplasyon silahları var. Topluma kendi burjuva bencilliğini aşılamaktadırlar. Her koyun kendi bacağından asılmalıdır diyerek üretimi toplumsallaştırırken yaşamı bireycileştirerek emekçileri yabancılaştırmaya çalışmaktadırlar. Haksızlıklara karşı çıkmazsan, sömürüye, adaletsizliğe, ezilmişliğe karşı çıkmazsan bunları görmezsen sana dokunmam diyen bir devlet mekanizması var. Tepeden tırnağa şiddet araçlarıyla donanarak kendisine karşı gelmenin sonunun ne olacağının mesajını veren devlet aygıtı var. Emekçiler bu şekilde sindirilmek, gerçeklere gözünün kapatılması sağlanmak isteniyor. Kolayı, kendini kurtarmayı, seçmeyi tercih edenler gerçeklere gözlerini kapar. Gerçeği savunmak farklı bir bilinç ve bu bilincin üzerinde şekillenmiş ahlaki, vicdani sorumlulukları savunabilme cesareti ister. Bu cesaretin ise karşılığının bir bedel gerektirdiğini kavrar. Nasıl hayatın gerçeği ve çelişkilerini kavrıyorsa, buna karşı çıktığında başına gelecekleri de kavrar. Bugün tam olarak kavradığımız şeyin başımıza gelmesi ile karşı karşıyayız yine ve yeniden.

Savcı Beyin dediği gibi kendimizi asla seçilmiş ve bunun için doğmuş özgürlük savaşçıları olarak görmüyoruz ama gerçeğe ulaşma bilincimizin, söyleme cesaretimizin ve de ahlaki ve vicdani sorumluklarımızın olduğunu düşünüyoruz. Bunu yaparken de hiçbir kişisel, mesleki, toplum içindeki yerimizle ilgili veya maddi çıkar gütmüyoruz. Kariyer yapma kaygımız hiç yok. İddiaların aksine yaşamı ve yaşatmayı hem de eşit ve adil bir sistemde özgürlüklerin gürül gürül aktığı, sınıfsız ve sınırsız bir toplumun şekillendiği bir dünyada yaşamayı savunuyoruz. Bu sistemin de sosyalizm ve elbette komünizm olduğuna inanıyoruz. Çünkü sosyalizm, her şeyden önce insanın insan tarafından sömürüsünün olmadığı bir toplum düzenidir. Bayrağına, din, dil, ulus, cinsiyet farkı olmaksızın tüm insanlığın kurtuluşunu yazmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verip, bunları üretenlerin sahibi olduğu toplumsal mülkiyete dönüştürmekle işe başlar. Devletin, sınıfların olmadığı, insanın insan üzerindeki sömürüsünün tamamen yok edildiği, “herkesten yeteneği kadar, herkese gereksinimi kadar” ilkesinin geçerli olduğu komünizmin ilk evresidir. Sosyalist toplumda üretim, kâr için değil, halkın gereksinimleri için yapıldığından, zenginliklerin de toplumun refahı için kullanıldığı planlı bir yönetimdir. Burjuvazi ikiyüzlülükle kulağa hoş gelen ama içi boş demokrasi ve eşitliği vaaz edip, vaatlerde bulunur. Gerçekte ise toplumsal eşitsizlikle, biçimsel eşitlik ve demokrasiyi birleştirerek halkı aldatmak ister. Sosyalistler ise ezenlerle ezilenler, sömürülenlerle sömürenler arasında eşitlik olmayacağını söyler. Sosyalizm tam da bu kavrayışla, Marksizm’in eşitlik ve demokrasi anlayışını yaşama geçirir. İlk görev olarak burjuva hukukunu tarihin çöplüğüne atıp, kadın ve erkeğin, ezilen cins ve ulusların tam hak eşitliğini yasalarla güvence altına alır. 

Kadın açısından toplumsal köleliğin, maddi zeminini ortadan kaldırır. Kadını vesayet altına alan tüm yasal düzenlemeleri yerle bir ederek, kadının erkekle tam hak eşitliğini güvence altına alır. Kadın toplumsal üretime katılır böylece ekonomik bağımsızlığını kazanır ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi sağlanmış olur. Ev köleliğine son vermek için kadını eve bağlayan köreltici ev işlerini kamu aşevleri ve merkezi çamaşırhaneler kurarak toplumsallaştırır. Kadının annelik görevini kadına yük olmaktan çıkarıp, toplumsal olarak üstlenilen bir yükümlülük haline getirir. Ücretsiz doğumevleri, anne-bebek yurtları, anne-bebek sağlığını koruyacak, geliştirecek kurumlar oluşturur. Kreşler, çocuk yuvaları ve yurtları açar, çocukların yetiştirilip eğitilmesini sosyalist devletin sorumlulukları arasına alır. Konut ve barınma sorununu çözecek komün evleri oluşturur. Sosyalist devlet kadının toplumsal ve siyasal yaşama daha fazla katılımını sağlayacak araçlar, mekanizmalar geliştirir. Burjuvazinin bu ülkelerde iktidarı ele geçirişine kadar SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti tarihi bu konuda önemli örneklerdir. 17 Ekim Devrimi’nin daha ilk günlerinde “eşit işe eşit ücret”, 8 saatlik işgünü, kadın emeğinin korunmasına, anne ve çocuğun korunmasına dair yasaları ilan eden kararnameler yayınlandı ve hızla bunlar hayata geçirildi. 1954 yılında artık kadınların %70-80’i çalışıyordu, hem de yarısından fazlası yüksek okul mezunu kalifiye eleman olarak. Devlet idaresinin en üst organlarında binlerce kadın bakan, seçilmiş sovyet başkanları ve başkan yardımcılarının vb. bulunması, Bilimler Akademisi çalışanlarının, üniversite öğretim elemanlarının neredeyse yarısını kadınların oluşturması nasıl bir gelişme ve ilerleme yaşandığını göstermektedir. 

Bütün bunlar, kadınların eğitim hakkından neredeyse tamamen yoksun olduğu bir ülkede çok kısa bir sürede gerçekleştirildi. Bütün bunlar henüz dünyada emperyalist-kapitalist rejimlerin kadının seçme ve seçilme hakkı, çalışma özgürlüğü, ekonomik bağımsızlık haklarının olması, boşanma hakkının kazanılması gibi meselelerde ayak dirediği şartlarda ve dönemde gerçekleşti. Bugün dünya genelinde kadın haklarının kazanılmasında, ilerletilmesinde sosyalist sistemlerin ciddi bir basamak ve kaldıraç olduğu kabul edilsin ya da edilmesin bir gerçektir. Bu muazzam başarıların, işçi-emekçi kadınların elde ettiği kazanımların büyük çoğunluğu aradan yaklaşık yüz yıla yakın zaman geçmesine rağmen, bugün “en gelişmiş” diye nitelendirilen ülkelerde dahi kazanılamamıştır. İşte eşitlik ve adaletin hakim olduğu, insanlığın ve de kadınların ezilmişlikten kurtulduğu insana yakışır bir sistem, diğeri de yukarıda bahsettiğim iğrençlikleri hergün yeniden üreten emperyalist-kapitalist sistem. Sadece kendi kurtuluşumu değil, tüm ezilenlerin hakkettiğini düşündüğüm için elbette sosyalizm insanlık için en güzel sistemdir diyorum.

Ama ne hikmetse bu tutumu sayın Heise ‘’terörizm’’ olarak nitelendiriyor. Yani insanların sömürüldüğü, sivillerin katledildiği bir dünyayı istemediğim için. TKP/ML’yi hedefinde insan öldürmek olan, pratiğinde sivilleri öldüren, çocukların ölümüne neden olan terörist bir örgüt olarak tanımlamaya çalışıyor, bu tanımlama veya suç TKP/ML üyesi olduğum iddia edildiği için bana da yüklenmek isteniyor. Bunları kanıtlamak için epey uğraşıldı. Türk-Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden Türkiye halkına özeleştiri verildiği, sivil ölümlerine katiyetle karşı olunduğu açıkça beyan edildiği TKPML açıklaması olarak evrağın mahkemede okunmasına rağmen, gerçekliğe aykırı olarak iddia devam ediyor. Hakkında işbirliği olduğu iddiasıyla TKP/ML tarafından sorgulanan kişinin kalp krizinden öldüğüne dair bir açıklamayı dinledik, Türk makamlarından herhangi bilgi, otopsi raporu istemeden TKP/ML tarafından öldürüldüğü iddia ediliyor. Gerçekleri ortaya çıkarma, adalet böyle mi işliyor?

Yani işinize gelince esas alınan sözde TKP/ML’nin açıklamaları ki o da çarpıtılarak yapılıyor, işinize gelmezse hukuk sisteminin nasıl işlediğini, polisinin nasıl çalıştığını tüm dünyanın bildiği faşist Türk devletinin belgeleri dayanak alınabiliniyor. Bu iddiaları kabul etme şansım yok, çünkü yalan söylemiş olurum. Esas sivilleri öldürenleri, katilleri, işkencecileri, tecavüzcüleri aklamış olurum. Aklım, bilincim, vicdanım asla buna izin vermez. Ama çocuk katili mi arıyorsunuz, sivilleri öldürenleri mi? O zaman faşist T.C’nin askerine, polisine beslediği faşist çetelerine, barbar DAİŞ’lilere, kafa, kulak kesen, öldürdüklerine tecavüz eden, dişlerinden kolye yapan kontrgerillasına başvurun. Çok aramaya da gerek yok, iğrençliklerini fotoğraflayıp, hiç çekinmeden sosyal medya üzerinden paylaşıyorlar zaten. Devletleri onlarla gurur duyuyor çünkü, cezalandırılmayacaklarını çok iyi biliyorlar hatta mesleklerinde ödüllendiriliyor, terfi alıyorlar.

Sivillerin katli, halklar arası düşmanlıktan mı bahsediyorsunuz? Bunun için katliamlarla tescilli TC’nin tarihine bakın. Bu konu da o kadar çok örnek var ki. En son yaşananlardan, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı çıkması ile başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Olaylarına bakın. Erdoğan’ın “Emri ben verdim” diye övündüğü bu süreçte, içinde 14 yaşında bir çocuğunda olduğu 8 kişi polis kurşunu gaz bombaları ve linç edilerek öldürüldü. Resmi rakamlarla 8 bin kişi yaralandı. 2015 yılında Türk Devletinin onbinlerce Polis Özel Harekat, Jandarma Özel Harekat ve bir sürü İslamcı çete ile Kürtlere açtığı savaşa, Helikopterlerin, tankların ve her türlü askeri aracın kullanıldığı ve aylarca birçok şehir ve kasabada sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği içlerinde bebeklerinde olduğu yüzlerce sivil vatandaşın katledildiği, şehirlerin tanklarla, toplarla, helikopterlerden atılan bombalarla yakılıp yıkıldığı sürece bakın.

Taybet İnan adlı bir Kürt kadını bu savaşta keskin nişancılar tarafından evinin kapısı önünde vuruldu ama eşi ve çocukları ona yardım edemediler çünkü ateş açılıyordu, günlerce yaralı yerde kaldı en sonunda kan kaybından öldü. Çocukları evin penceresinden annelerinin ölümünü izlemek zorunda kaldılar. 10 yaşındaki Cemile Çağırga yine bu vahşi saldırılarda öldürülmüş ve devlet sokağa çıkmaya izin vermediği için ailesi bu çocuğun cenazesini kokmasın diye on gün boyunca evdeki buzdolabında tutmak zorunda kaldı. Bunlar gibi yüzlerce bebek ve çocuk T.C. tarafından vahşice ve acımasızca öldürüldü, hatta 12-14 yaşlarındaki bazı çocuk cesetlerinin yanına Kaleşnikof koyup fotoğrafları çekildi, ‘’teröristler ölü ele geçirildi’’ diye basına yansıtıldı. Bunlar binlerce olaydan bazıları, hepsini anlatmaya kalksak günler aylar sürer. Terör, sivil katliamları, çocuk katliamları, halklar arası düşmanlık aranıyorsa bu coğrafyada gündelik yaşam olmuş.

Sayın Başkan, Sayın Mahkeme Heyeti,

Dünyada ve özellikle Türkiye’de aktarmaya çalıştığım tablo, hiç de iç açıcı değil, değil mi? Ama bizler, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyadan yana, insanlığın kendi elleriyle bu sistemi yıkıp yerine herkesin eşit ve barış içinde bir dünyayı yaratacağından yana umutlarımızı yitirmedik. Ütopyalardan, boş hayallerden bahsetmiyoruz. Bunu insanlık tarihinden biliyoruz. Tarihsel materyalizm her köhnemiş sistemin yıkılıp yerine daha yenisinin inşa edildiğine işaret etmektedir. Tarih hep ileriye doğru akar geri dönüşü yoktur ve de tarihi ilerleten her zaman ezilen sınıfların mücadelesi olmuştur. Aksi halde bizler hala köle olacaktık ya da şu an ortaçağın karanlığında engizisyon mahkemesinde yargılanıyor olabilirdik. Ama ezilenlerin verdikleri sınıf mücadelesi, yarattığı devrimler, onurlu insanların kararlı, boyun eğmez duruşları sayesinde tarih ilerlemiştir. Bizler de bu mirası devraldık ve tarihi sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz. Bu sorumluluk bize zulmün, baskının, sömürünün olduğu yerde direnme görevini vermektedir. Sömürüye, baskı ve zulme direnmek bir haktır, yargılanamaz. Devrim ve Komünizm mücadelesi yargılanamaz. Bizlerin yargılanması demek ezilen tüm dünya halklarının alınterinin, emeğinin yargılanması demektir. Bizlerin yargılanması demek, köle isyancılarının Spartaküsün, Fransız ihtilalini gerçekleştiren yoksul yığınların, Nazi Almanyasına karşı direndiği için asılan Scholl kardeşlerin, Hitler Faşizminin ordularını yenen Sovyet halkının yargılanması demektir.

Evet, buradan bir karar çıkacak elbette. Çıkacak karar iki olası sonuç doğuracaktır. Bizlere ceza verebilirsiniz. Ama sözkonusu olan yalnız bizler olmayacağız. Söz konusu olacak, sizin devletinizin yüce çıkarları ve hangi zulümleri üretirse üretsin burjuva düzenini korumak olacaktır. Bize karşı verilen bir karar sonuç olarak faşist bir devleti korumak, onun katliamlarını, insanlığa karşı işlediği tüm suçları onaylama ve desteklemek olacaktır.

Evrensel adalet, ilerici hukuk felsefesi ve ahlaki temel ilkeleri yerine getiren bir duruş çabası alternatif olabilir. Akademisyen ve bilim insanları ile aynı çizgide olup devletin emirlerine boyun eğmeyen, gerçeği savunan ve haksızlıklara karşı çıkma cesaretini gösteren duruş olur. Bu duruşu benimseyen hukukçılar da vardır. Bizim beklentimiz ikinci yolu tercih etmeniz ve utanç verici bu davanın dosyasına kapatma mühürü vurmanızdır.

Dinlediğiniz İçin Teşekkürler.