Haydar B. ve Erhan Aktürk içerik olarak Musa Demir’in son sözlerine katıldıklarını açıkladılar. 

“Çürümüş bir şey var bu ülkede” Shakespeare’inin ünlü karakterli Hamlettin yaşadığı sarayda olup bitenlere yanıt ararken vardığı bir sonuçtur. Bu sözler günümüze uyarlandığında, dünyamız da gerçekten çürümüş bir şey var; çürüyen şeyin Emperyalist sistemin kendisi olduğu gerçeğidir.

DÜNYADA DURUM;

Emperyalist-kapitalist sistemin, çürümüş ve yozlaşmış durumu, yeni çalkantılara işaret ederek, küresel çapta ilerlemektedir. Ekonomik siyasi ve sosyal krizlerde yeni biçimlerle büyümektedir. Sermaye birikiminin palazlandırdığı, kapitalist-emperyalist sistem, üretici güçlerde tüm dijital modern gelişmelere ve üretim süreçlerindeki teknik devrimlere karşın, üretici güçlerin mutlak biçimi olmayacağı, tüm gelişimler yaşadığımız süreç içinde, yetirince sonuçlarını veriyor. Bu anlamda, mevcut sistemin çürümeyle çöküşü kaçınılmazdır. Ancak bu sistem, kendisini güçten düşüren ve kendi gelişmesini iç sınırlarına çeken, çelişmeler ve uzlaşmazlıklara karşı; sistem hala zorlukların üstesinden gelebilmektedir. Fakat devreli ve aşırı üretim sorununda ortaya çıkan krizleri de atlatabilecek olanakları henüz, bir bütün olarak tüketmemiştir. Bu nedenle, çöküşle sonuçlanmayan her kriz, ona yeni bir nefes borusu olarak geri döner. 

Emperyalistlerin enerji ve hammadde kaynakları üzerindeki hakimiyet kavgası, dünya pazarlarının yeniden paylaşma arzusu ve sürekli sermayenin nüfuz alanlarını genişletme dürtüsü üzerinde kopartılan hegemonya çatışması, her geçen gün kızışmaktadır. Bu duruma bağlı olarak, burjuvazinin hâkim sınıfları ve onların emrine amade olmuş, emperyalist gerici devletler tarafından, en geniş emek cephesine ve ezilen dünya halklarına dönük başlatılan saldırılar yoğunlaşmış ve insanlık yaşamında, açılan yaralar derinleşerek, bir kara bulut misali toplum üzerinde dolaşmaktadır.

Sömürücü kapitalist sistemin günümüzde geçerli olan “eşitsiz ve sıçramalı” gelişme modeliyle devreye konulan neo-liberal ekonomik politikalar sermayenin dünya genelinde yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandırmıştır. Bu durum ülkeler arası çıkar çelişkilerini ekonomik gelişimdeki dengesizlikleri ve siyasal çatlaklıkları büyütmüştür. 1991 yılı sonrası jeo-politik dengeler ve Pazar hakimiyeti alanında önemli değişimler olmuştur. Son on yıllarda bilimsel gelişmelerle, ulaşım, iletişim ve bilişim teknolojisindeki ilerlemelerin üretim sürecinin üzerinde etkisi derinleşmiştir. Kapitalist üretimin alt yapısı re-organize (yeniden yapılandırma) sürecine tabii kılınmıştır. Üretim sürecine yapılan teknolojik müdahaleler nedeniyle, emeğin üretkenliğine darbe vurulmuştur. Geçmiş dönemde, on, yirmi veya otuz işçinin yaptığı üretim günümüzde, robotlar vasıtasıyla yapılmaktadır. Fakat geçmiş süreçlerde, bir işçinin aldığı ücret günümüzün sömürücü kapitalistleri bu ücreti, on işçiye bölüşmek istemektedirler. Günümüzün mevcut gidişatı bu yöndedir.

Bütün bunlara bağlı olarak, azami kar oranını maksimum seviyeye çıkarmak isteyen uluslararası tekeller, yeni döneme göre modernize olmuş ve daha etkili duruma gelmişlerdir. Keza sömürge ve bağımlı devletleri de yanlarına alan egemenler, saldırganlıkta sınır tanımamaktadırlar.  Dünya çapında esareti ve sefaleti korkunç boyutlara taşıyan kapitalistler, milyonlarca emekçiyi iş ve çalışma alanlarından kopartarak, yoksulluk ve açlık içerisine sürüklemiştir.

Emperyalist sermayenin tek elde toplanması, devasa boyutlarda merkezileşmeyi ve yaygınlaşmayı birlikte getirmiştir. Aynı zamanda teknolojik gelişimin hükmettiği, üretimin daha üst boyutlara taşınarak, aşırı bir hal alması, kaçınılmaz biçimde kapitalizmin çöküşünü hızlandıracaktır. Bu çürüme ve çöküş üretim, dolaşım ve değişim ilişkilerinde açığa çıkmıştır.

Teknolojik üretim tarzında devası boyutlara ulaşan, sermayenin merkezileşmesine bağlı olarak gelişen üretici güçler, kendi kapitalist özüyle bağdaşmayacaktır. Bu gidişatın sonucunda çelişmelerin altından kalkamayarak çürük bir kamış gibi kendi içinde kırılacaktır. Bu gerçeklik kapitalist sistemin doğası gereğidir. Biz de biliyoruz ki, sermaye her daim kendi çelişmelerini yeniden üreterek yola devam eder. Her şeye rağmen söylenebilinir ki; dizginsiz bir sömürü cenderesinde yaşamaya zorlanan dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, sınırsız bir talan politikası altında, istedikleri hizaya bir türlü getirememektedirler. Yerküremizin her karış toprağında, insanca yaşanması gereken, bir dünya istemi yükselmektedir. Bu anlamda “YENİ BİR DÜNYA” mücadelesi için gelişen toplumsal direniş ve isyanlar her gün büyümektedir.

Ekonomik, politik ve sosyal olarak günbegün derinleşerek süren emperyalist yıkım politikalarına karşı umut ve isyan yan yana büyümektedir. Emperyalist sömürü ve saldırganlık tüm biçimleriyle devam ediyor. İçinde geçtiğimiz süreçte, politik gelişme ve gündemler baş döndürücü bir hızla değişmektedir. Bu değişgenlik koşullarında nesnel gerçeklerin objektif resmini detaylarda görmek ve bunları siyasi açıdan doğru yorumlamak önemlidir.

BOYUTLANAN EMPERYALİST HEGEMONYA ÇATIŞMASI;

Uluslararası tekelci sermaye güçleri, enerji ve Pazar hakimiyeti ekseninde tutuşturdukları ve adına sahtekarca “teröre karşı savaş” dedikleri emperyalist saldırganlık Afganistan ve Irak’tan sonra, hedefine Suriye, Libya ve Yemen’de olduğu gibi, Somali’deki gelişmeler ile birlikte, emperyalist saldırganlığın Afrika kıtasını da büyük Ortadoğu projesinin yayılmacı hedefleri içine aldığını resmen göstermektedir. Bu durum günümüzde emperyalist güçlerin arasında yaşanan hâkimiyet çatışmaları ile ortaya çıkmış bulunuyor. 2019 yılının gelişmeleri Irak ve Suriye’de görülen sonuçlar, Rusya emperyalizmin hâkim güç olma başarısı, Ocak 2020 Berlin’de yapılan Libya barış görüşmelerin de ortaya çıkan sonuçlar, Rusya’nın etkili güç olacağı çabası içinde olduğunu göstermektedir.

Diğer yandan, emperyalist kapitalist sistemin içine girdiği, ekonomik, siyasi ve sosyal krizi aşmanın yolu olarak, sunulan neo-liberal ekonomik politikaların çözümsüzlüğü devam ediyor. Bölgesel işgal ve savaşların yanı sıra, egemenler arasında; hammadde, enerji, meta, hizmet, bilgi, mali ve ticari sektörler üzerinde kızışan Pazar çatışmasında, ekonomik savaşların öne çıktığı, ekonomik yaptırımların devreye konulduğu ve buna bağlı olarak gümrük vergilerin artırılması yoluyla çok yönlü çatışmalar sürüyor. Emperyalist sistem bu politikalarını muhalefetsiz bir şekilde hayata geçirmek için, ulusal ve uluslararası alanda, devlet terörünü bir şiddet aracı olarak kullanıyor.

Emperyalist işgal kuvvetleri ile onların işbirlikçi müttefikleri, Irak ve Suriye’de şiddet ile yarattıkları “bataklık ve kaos” siyaseti iflas etmiştir. Emperyalistlerin tüm saldırganlıklarına rağmen, ulusal ve sosyal kurtuluşu için isyan eden, ezilen dünya halkları, demokrasi, özgürlük ve sosyal adaleti direne direne kazanacaklardır. Bu anlamda, ezilen halkların bundan başka da bir yolu kalmamıştır.

EMPERYALİZMİN GENEL SALDIRISI VE TOPLUMSAL SONUÇLARI;

Dünyadaki tüm egemen güçlerin, kesintisiz bir şeklinde, hayatın her alanına dayattıkları, yıkım politikaları, geniş emek cephesini ve tüm toplumsal kesimleri tehdit etmeye devam ediyor. Sürekli devrede tutulan ideolojik manipülasyonlar “Küreselleşme yanılsaması” siyasi gericilik “teröre karşı savaş savı” ve kazanılmış olan hakları gasp etme politikalarıyla sosyal yıkım biçiminde, çok yanlı saldırganlık devam ediyor. Somuta bu durum bir talan siyaseti olarak karşımıza çıkmaktadır. Hâkim sınıflar ekonomik, politik, hukuksal ve sosyal alandaki bu saldırgan politikaları, rahatça dayatabilmek için “teröre karşı savaş” tezi emperyalist saldırganlığın bahanesi olarak, kanlı maskesine dönüşmüş durumdadır.  

Emperyalizmin motor gücü olan ülkelerde sermaye elitlerinin neo-liberal politikalar sayesinde şirket ve varlık fonlarındaki karlardan elde edilen gelirler rekor seviyelere ulaşmış bulunuyor. Buna karşı, çalışan işçi ve emekçi ücretleri reel kayıplara maruz kalıyor. Milyonlarca insanın yaşam ve çalışma koşulları güvencesizdir. ABD, Japonya ve AB ülkelerinde ortalama ekonomik büyümede yaşanan genel gerileme söz konusu olsa da kitlesel işsizlik, kitlesel sefalet ve yoksulluk büyük hızla artıyor. Bunun yanında, salt sermaye çıkarları için aşırı kar anlayışının dayatılması, alışa gelmiş burjuva demokrasilerinin için boşaltıyor. Yönetim olarak gericileşen sistemler, iktidarları ve egemenlikleri için yeni mekanizmalar yaratmaya çalışıyorlar. Faşist partiler ve ırkçı örgütlenmeler güçleniyor. Mevcut sistem her gün daha da saldırganlaşıyor. 

Geleneksel burjuva yasama, yürütme ve yargılama organları daha çok tekellerin ve sermayenin egemenliği altına giriyor. Bu durum ulusal ve uluslararası eksende emperyalist sistemin krizlerini atlatamamaktan kaynaklı olarak, yeniden militarizm devlet şiddetinin bir biçimi olarak otoriter ve faşizan bir güce dönüştüğünü gösteriyor. 

Burjuva politik arenadaki bu gericileşme ekseni emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu yapısal ve devresel krizlerle direk bağlantılıdır. Onlar bu krizleri çözelim derken, aslında var olan toplumsal dokuları, daha çok tahrip etmektedirler. Onlar kendilerini ve sistemlerini yeniden inşa edebilmek için, toplumu parçalamayı ve kutuplaştırmayı, her an her saniye yeniden yaratmaya çalışıyorlar. Aslında bu durumu kapitalist sistem için bir tercih değil, onun doğasında olan kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Tekelci kapitalizmin bir ürünü olarak; talan ve yayılmacı politikası katıksız şiddet insafsız sömürü ve vicdansızca baskın operasyonları eşliğinde tüm insanlığa dayatılmış durumdadır. Bakınız dünyamızın haline! Her taraf yeniden kan ve revan içindedir. İşçiler, emekçiler, ezilen dünya halkları ve esaret altındaki bağımlı uluslar; etnik, inançsal ve jeo-politik çıkar çatışmaları bağlamında karşı karşıya getirilerek boğazlanmak istenmektedir. 

EMPERYALİZMİN ANTİ-TERÖR YASALARI VE SONUÇLARI;

Son yıllarda devreye konulan faşizan zihniyetli, gerici ve baskıcı güvenlik yasaları özünde (iktidarlarını ve egemenliklerini) koruma korkusu ve güvenliği nedeniyledir. Aksi durumda bu kadar askeri imkanlarına ve devasa güvenlik güçlerini ellerinde bulunduran, iktidar sahipleri tüm etkilerine rağmen, hak ve özgürlüklere dönük saldırıları bu denli boyutlanmasının nedeni, kapitalist emperyalist sistemin içine girdiği, kriz ve çöküşe giden kaçınılmazlığı, hissetmelerinden kaynaklanmaktadır. Bunun bildikleri içindir ki, işleri histerik saldırganlıklara vardırırcasına büyüten politik refleksler vermektedirler. 

Haksız savaşları, dizginsiz sömürüyü ve talanı kesintisiz bir biçimde sürdüren emperyalist güçler, kendi evlerinde ve uzak sınırlarda iktidarlarını koruma ve güvenliklerini pekiştirme eksenli tutucu, gerici ve saldırgan politikaları sürdürmektedirler. Bu politikalardan maalesef çıkış yolu bulamayacaklar. Ne burjuva sol liberaller ne de burjuva sosyal demokratlar bu yoldan çıkma, gücüne ve cesaretine sahip değillerdir artık. Neo-liberalizm ve ona kilitlenmiş hâkim sınıflar kendi aralarında ki, politik farkları silikleştirmektedir. Gittikçe görülmektedir ki, emperyalist ülkelerde iktidarda kimin olduğu farkı giderek nötrleşmektedir.

Bu nedenle demokratik hakların açık bir gaspı durumuna dönüşen, tehlikeli bir gidişat söz konusudur. İç ve dış politika alanlarında, gericileşmenin daha fazla boyutlandırılması ve faşist parti ve düşünce tarzı teşvik etme ekseninde boyutlanarak gelişen “anti-terör” yasaları aslında sınıfsal bir korkunun çırpınış refleksleridir. Bu yasalar, içten içe derinleşen gerici, faşist ve ırkçı sistem karakterinin açık belgesidir. Ayrıca işçi sınıfı ile ezilen ve sömürülen halkların demokrasi ve özgürlük mücadelelerini bastırma ve şiddet aracı olarak öne çıkma politikasıdır.

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Avrupa’da da her geçen gün yeni yasalarla gerici ve baskıcı politikalar devreye konuluyor. “Güvenlik” söylemleriyle gerçekler gizlenmektedir. Bütün bu gerici yasalar ve söylemler, birlikte yaşayan toplulukları parçalamaya hizmet etmektedir. En ufak bir hak alma mücadelesini bile, “terör suçları” kapsamına alan egemenlerin güvenlik histerisi, özünde hem göçmenlere hem de devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten yerli halkların ilerici hareketlerine karşı geliştirilmektedir.

Güçlü teknik donanım ve gözetleme cihazlarıyla insanları izleyen özgür basın ve yayın haklarını gasp eden, insanların düşünce ve örgütleme hakkını yok eden, eylem ve aksiyon hakkını imkansızlaştıran, bilgilenme ve eğitim hakkını düzenli izlemeye alan kişilerin özlük haklarını ve tüzel kişilik haklarını yok sayan kısaca sosyal, siyasal ve hukuksal alanlarda temel hak ve özgürlüklere karşı saldırı furyası başlatan, burjuva egemen devletler, demokrasi mücadelesinde bedeller ödenerek elde edilen bütün kazanımlarını tek tek ortadan kaldırmaktadır. Kazanılan ve halen var olan kısmi hakların geri alınması ve tanınmaması “anti-terör” yasaları dayanak yapılarak gerçekleşmektedir. 

Bu yasaların uygulanması esnasında ezilen göçmen halkların, demokrat, devrimci ve yurtsever kesimi hedef menziline alınarak, potansiyel suçlu ilan edilmeleri, dönemsel bir politik sorundur. Göçmenler temel hak ve özgürlükler kapsamında zaten var olan hukuksal ve dezavantajlı yasalar nedeniyle daha da vahim sorunlar yaşamaktadır. Göçmenler toplumda potansiyel suçlu ve tehlike unsuru olarak algılanmaktadır. Egemenler bu gibi yasaların gerekliliklerini topluma kanıksatmak için, uygulama esnasında somut verilere ve politik dayanaklara ihtiyaç duyduklarında dolayı son dönemler de özellikle ilerici, demokrat, devrimci ve yurtsever göçmen kurumlarına ve örgütlerine yönelik saldırılar yapılmaktadır. 

Yüzlerce ilerici, devrimci ve Kürt ulusuna mensup yurtsever, muhalif kişiler; İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, İspanya, Hollanda ve Danimarka gibi ülkelerde bu gerici yasalarla yargılanmakta ve haksız yere cezalandırılmakta. Artık yargılanmak ve cezalandırmak için şüphe duymak yargılanmanın gerekçesi olmaktadır. Sanık kendi suçsuzluğunu ispat etme zorunluluğu gibi, ilginç bir hukuk dayatılmaktadır. Şimdiye kadar evrensel hukuka göre, sanığın suçu ispatlanana kadar suçsuzdur. İlkesi geçerliydi. Savcılar kişinin suçunu ispat etmekle yükümlüydüler. Fakat bu yeni yasalara göre, suç delil ve savunma gibi geleneksel hukuksal normları ortadan kaldırılmış durumdadır. Bu anlamda emperyalistlerin sürekli gündemde tutukları savaş stratejisi, tüm toplumu etkileyerek iç hukuka yön vermektedir. 

Bütün bunlar; demokrat, ilerici ve devrimci olan, yerli ve göçmen kurumların birlikte çalışmasını önlemek, ezilen ve sömürülen halkların mücadelesinin önüne geçmek ve uluslararası enternasyonal dayanışmayı engellemek için, “anti-terör” yasalarıyla korku duvarları örülerek, halkların demokrasi mücadelesinin önüne geçme girişimidir. 

TEKELCİ KAPİTALİZMİN YENİ SALDIRISI OLARAK NEO-LİBERALİZM;

Neo-liberalizmin kendini yeniden ve daha üst boyutta üretebilme noktasında, sıkışan büyük sermayeye, yeni dolaşım ve birikim modelleri yaratmak için, kapitalist iktisadın ideologları tarafından üretilen bir “kriz-çözüm” önermesidir. Neo-liberalizm yaygın olarak, soğuk Savaş’ın jeo-politik ve stratejik dengelerinden arta kalan koşullarda; özelleştirme, serbestleştirme ve esnekleştirme politikalarıyla, üretimin fordist modeller eşliğinde, yeniden yapılandırılmasıyla bütün toplumsal katmanlara karşı başlatılan yeni saldırganlıkların ekonomik biçimidir. 

Neo-liberalizm en küçüklerinden en büyüklerine kadar, bütün sermaye birikim kanallarının çok uluslu, büyük tekellerin merkezi havuzuna daha fazla bağlanması demektir. Artık günümüzde, borsa, faiz, kredi, hisse senedi, bilgi satım ve patent politikaları sermayenin atbaşı giden etkin tekelci kapitalist birikim modelleri olarak daha fazla önem kazanmaktadır.  Sömürge ve yarı sömürge statüsünde olan, ezilen bağımlı ülkelerin bütün tasarrufları ve birikimleri bu sömürü modelinin idamesi için kompradora ayrılan pay hariç, uluslararası para fonu (İMF) Dünya ticaret örgütü (DTÖ) ve dünya bankası (DB) gibi, modern tefeci örgütlerin politik kararları nedeniyle, bir sünger gibi emilmektedir.

Tekelci kapitalizmin kıyasıya rekabet ve süreğen azami kar hırsından kaynaklı olarak sistemsel eşitsizlikleri yaratıyor olması, bırakalım ezilen bağımlı ülkeleri, kapitalist metropol ülkelerde dahi sık görülmeyen toplumsal dengesizlikler yaratıyor. Örneğin Avrupa komisyonu Şubat 2007 sonlarında, sunulan bir raporunda; AB ülkelerinde zengin ile fakir arasındaki uçurumsal farkın hızla büyüdüğü tespiti yapıldı. AB ülkelerinde, sosyal adalet denilen burjuva devletlerin, parlak ambalajı hızla yırtılıyor. Bürüksel de kamuoyuna açıklanan bu rapor, Avrupa’da ciddi yoksulluk gerçeğini gözler önüne serdi. Bu raporun sonuçlarına bakılırsa, toplam nüfusun %15’i yani 75 milyon insan fakirlik sınırında yaşamakta, 36 milyon insan ise, her an bu yoksulluk kategorisine girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.  

Yine başka kaynaktan ortaya konulan diğer bir gerçek ise; günümüzün 510 milyonluk zengin Avrupa coğrafyasında, 119 Milyon kişi işsizdir. Refah düzeyinin üstünlüğüyle sürekli övünülen AB ülkelerinde, 4 milyon insan evsizdir. Sokakta yatıp kalkmaktadırlar. Sefalet ve yoksulluk nedeni ile dilencilik artmaktadır. Çöplerde yiyecek toplama alışkanlığı günlük yaşam biçimine dönüşmüştür durumdadır. 

Bu anlamda içinden geçtiğimiz bilgi ve zenginlikler çağında, 100 milyonu aşan fakirleşmiş insanın bir toplumsal gerçek olarak varlığı ve bu sayıların her geçen zaman süresinde artmasıyla gelecekte insanlığı büyük bir felaketin beklediği ortadadır. Sosyal hakların kısıtlanması, hızla derinleşen sefalet, özellikle yaşlıları, gençleri, kadınları ve çocukları daha fazla girdabın içine çekmektedir. Mevcut verilere göre, 18 yaş altındaki her beş gençten biri mutlak yoksulluk içerisinde büyümektedir. Yine aynı raporda AB’nin ekonomik ve politik dinamoları sayılan Almanya ve Fransa’da sefaletin diğer ülkelere oranla daha fazla büyüdüğü tespiti yapılmaktadır. Bu durumun değerlendirmesini yapan uzmanlar, sosyal patlamaları önlemek için uyarılar yapmaktadırlar. Özellikle toplumsal istikrarın korunması ve buna dönük politikalara ağırlık verilmesini önermekteler. İnsanların isyan etmemeleri için, çalışan kesimin alım gücünü yeniden katlanabilir düzeye çıkarın denilmektedir. Bunlar bilindik sosyal-demokrat politikalardır. Bu durum olmadık anda ve yerde kendiliğindenci de olsa, itirazları tutuşturan bir kıvılcıma dönüşebiliyor. Bu anlamda zulümün olduğu yerde isyan etmek meşrudur ve bir yaşam hakkıdır. 

Bu durum ezilen bağımlı ülkelerden emperyalist metropollere doğru seyreden kaynak transferinin yeni biçimleri, azami karın “metropol kapitalistleri” lehine katlanarak büyümesini sağlıyor. Bu durumda sermaye serbestleştikçe merkezileşmekte, büyüdükçe yaygınlaşmakta, çürüdükçe yıkımı yakınlaştırmaktadır. Çünkü bu çürümenin temelinde, biriken sermayenin çok uluslu tekellerin ve bu tekellerin tepesindeki kapitalist bireylerin elinde toplanması vardır., 2007 verilerine göre dünya çapında 946 milyarderden, sadece Bill Gates’in toplam serveti 43 milyar dolardır. Oysa dünyada mevcut açlık ve sefaletin bitirilmesi için 13-18 milyar dolar yetiyor. Son olarak, 2020’de İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın verilerine göre, dünyanın en zengin 2153 kişinin elinde bulunan servet 4,6 milyar insanın toplam servetinden daha fazla olduğunu belirtmiştir.

Bu koşullarda “dünyanın herkes ve her şey için küreselleştiği” gibi iddialar düşünsel siyasal arenayı önemli oranda etkilemek için ortaya atılmaktadır. Tekelci kapitalizmin kendi yarattığı yapısal krizlerden kurtulmak için, yaşamsal dürtü halindeki yayılmacılık eğilimi ve onun dünya pazarlarını kendine tabi kılmak dürtüsü, sanki ilk defa keşfediliyormuş gibi, ideolojik bir manipülasyon ideası “küreselleşme” moda bir kavram olarak, gerçek süreçler hakkında yanılsama yaratmak için, kitlelerin beyinlerine şırınga ediliyor. 

Oysa sermayenin çıkışı, gelişmesi ve tekelleşmesi aşamasında onun bu kabuğuna sığmaz eğilimi hep vardı, var olmaya devam edecektir. Ne zaman ki bu eğilim, kaçınılmaz olan kendi kendini imha sürecinde zıttını yeterince olgunlaştırırsa, tersine bir süreç başlayacak ve kapitalist yayılmacılık son bulacaktır. Bunun olabilmesi için, çürümeyi sürekli derinleştiren, saldırganlığı giderek boyutlandıran, emperyalizme karşı işçi sınıfının ve ezilen halkların her yerde tek yumruk ve tek barikat olması gerekiyor. Evet bu iradi müdahale olmazsa, haksızlıklar ve adaletsizlikler sistemi kendiliğinden ortadan kalkmayacaktır. 

KPİTALİST-EMPERYALİST SİSTEMDE GÖÇMENLİK SORUNU;

Göçler ve göçmenlik meseleleri kapitalizmle birlikte çok yeni boyutlar ve içerikler kazanan toplumsal bir olgudur. Avrupa’da ikinci paylaşım savaşı sonrası yeniden gündemleşmiştir. Kapitalist göç politikaları, savaşın tahribatlarını hızla alt etmek için, “yabancı, misafir” emekçilerden faydalanmak için uygulanmıştır. Fakat gelinen aşamada, yerli ve göçmen işçilerin birliğini parçalamak, reel ücretleri düşürmek ve nihayetinde işçileri karşı karşıya getirmek gibi burjuva politikalarını da devreye koymuştur. 

Modern göç politikası, 1960’lı yıllarda (çift yönlü, karşılıklı) anlaşmalar yoluyla Avrupa ülkelerine doğru emek göçü başlamıştır. Bu resmi göç politikaları insan emeğini değerini ve göçmenlerin toplumsal çıkarlarını merkeze alan değil, tersine sermayenin dönemsel çıkarlarını korumayı güden bir anlayışın ürünü olmuştur. 

Bu durum egemen sistem sahiplerinin güncel çıkarları doğrultusunda göçmen emekçiler bir pinpon topu misali gibi görülüyor. Örneğin; bu günümüzde de Suriye savaşının sürdüğü İdlip’de, İŞİD çetelerin hamiliğini yapan T.C. devleti ile Rusya arasında çıkan krizde, faşist R.T. Erdoğan göçmen halkları bir şantaj aracı olarak kullanmıştır. AB’ye baskı ve şantaj yapmak için, Türkiye’de bulunan on binlerce göçmeni Avrupa’ya gitme umuduyla, kandırılmış ve günlerce Yunanistan ile Türkiye güvenlik güçlerinin kullandığı gaz bombası, plastik ve gerçek mermiler sonucunda, 3 göçmen hayatını kaybetmiş onlarcasında yaralanmıştır. Yine binlerce çocuk, kadın ve genç göçmen de haftalarca Türkiye ve Yunanistan sınır bölgesinde aç, susuzu, uykusuz bırakılmış ve hijyenik koşulların olmadığı bir ortama mahkûm edilmişler. Göçmenler kurumsal, kültürel, toplumsal ve bireysel olarak, ayrımcılık ve ırkçılık politikaları ve anlayışlarının yeşerdiği dışlanmışlık koşullarında ikinci hatta üçüncü kez (kadınlarda olduğu gibi) ezilmektedirler. Göçmenlerin temelden bir uyumsuzluk sorunları yoktur. Öyle olsa idi, kendi ülkelerini terk etmezlerdi. Ama göç ettikleri ülkelerde yeni tipteki toplumsal yaşama ayak uydurma (adaptasyon-entegrasyon) sorunları elbette vardır. Göçmenlerin var olan genel “uyum” sorunu burjuva egemenler kendi gerici emelleri için bir dayanak olarak, kullanılmakta ve yasalar gericileştirilmektedir.

2004 yılında alınan bir kararla, AB’de kaçak göçmenlerin sınır dışı edilmesi için, 15 milyon Euro ayrılacağını belirtmişlerdi. Yine toplu sınırdışılar için de 20 pilot proje finanse edilerek, toplu sınır dışı yapılacak insanlar, AB sınırları içinde tutuklandı. Ve 200 bini aşkın insan sınır dışı edildi. 4-5 Kasım 2004’de AB Adalet ve İçişleri bakanları toplantısında, Avrupa konseyinin aldığı karar çerçevesinde, göçmenlere karşı iş birliğinin pratikleştirilmesi kararlaştırıldı. Konsey toplantısında üye ülkeler bu kararları hayatta geçirmek için, yardım taleplerini gündem getirdiler. AB ülkeleri içişleri bakanları özellikle iltica talepleri başvurularının değerlendirilmesinde tek bir sisteme gidilmesi yönünde 2004 yılında alınan kararın AB üyesi ülkeler tarafından hayata geçirilmesini istediler. Bu durum Cenevre mültecilik hakları sözleşmesinin bir ihlali olarak, AB ülkelerin de uygulandı.

Mültecilik konusunda olduğu gibi, göçmenlik sorununda da birçok ülkede devrede olan yeni göçmenlik yasaları ve uygulamaları kapitalist devletlerin çıkarları merkeze alınmak şartıyla eski ayrımcı ve ırkçı geleneksel politikalara ve bunların aynı gerici ruhla hazırlanan modern biçimlerine meşruluk kazandırma çabası sağlandı. Bu anlamda, kapitalist-emperyalist sömürü politikalarından bağımsız olarak, düşünülmeyecek olan resmi göçmenlik politikaları; emeğin genel ve özel sömürüsü sürecinde oluşan eski toplumsal düzenin, yeni biçimler altında yapılmasından başka bir şey değildir. Bu idare mekanizmasının sahte gerekçesi “ekonomi krizler, demografik değişimler ve toplumsal güvenlik olmaktadır. Bu anlamda, göçmen karşıtlığı devlet politikaları kolayca topluma kanıksatılmaktadır. Emperyalist savaş, sömürü, talan ve militarizm politikalarının bir yansıması biçimindeki aktüel bir mesele olarak gündemde olan kitlesel göçmenlik sorunu, emekçilerin sınıfsal sorunlarının önemli bir bileşimidir.

Sosyal yaşam standartları açısından yerli halklardan daha geri ve zor koşullarda hayatlarını idame ettirmek zorunda bırakılmışlardır. Temel hak ve özgürlükleri sürekli kısıtlandığı günümüz koşullarında, yabancılar yasası, göç yasası gibi, kökten ırkçı yasalar ve bunların horlayıcı somut uygulamalarıyla temel insan haklarından göçmenler mahrum bırakılmaktadır. Göçleri yönlendirme adına çıkartılan yasalar, ırkçılığı, ayrımcılığı, horlanmayı, dışlanmayı ve inceltilmiş zora dayalı asimilasyona hizmet eden sömürücü, gerici ve faşizan yasalardır.

Kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, sağlıksızlık ve eğitimsizlik durumundan göçmenler daha fazla etkilenmektedirler. Politik örgütlenme ve düşüncelerini ifade etme hakları (politik partizipasyon, siyasi katılımcılık hakkı) birçok AB ülkesinde engellenmektedir. AB ülkelerin çoğunda göçmenlerin hala seçme ve seçilme hakkı, Vatandaşlık hakkına bağlıdır. Bu durum milyonlarca göçmenin politik süreçlere katılma ve kendini ifade etme hakkı ile katılma ve kendi iradesini kullanma hakkı gasp edilmiş ve yine milyonlarca insanı siyasi yaşamdan yasaklar yoluyla alıkonulmuştur. 

Özellikle 11 Eylül 2001 sonrası, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere dönük sistemsel politik baskılar, tüm dünyada hızla artmış ve İslam fobisi gibi tespitler kendiliğinden oluşan şeyler olmamıştır. Burjuva medya devleri ve politikacıları özellikle bu fobileri yaratma ve yönlendirme konusunda birincil rol oynamışlardır. Egemenlerin hizmetindeki kitle iletişim araçlarıyla, gericilik ve ırkçılık körüklenerek, faşist saldırılara davetiye çıkarmıştır. Solingen, Möln, Rostock ve Kemnitz’de olduğu gibi; son olaraktan Hanau’da yapılan ırkçı faşist saldırı ve katliam bu politikaların bir ürünü olarak tezahür etmiştir. Bu anlamda göçmenleri potansiyel suçlu ve tehlikeli unsurlar olarak gösterme günümüzün ırkçı burjuva eğilimidir. Avrupa’da giderek güçlenen bu gerici önyargılar bir siyaset haline gelmiştir.

Dünya’nın her karesinde, emperyalistler ve onların yerli uşakları yeni zulüm ve sömürü mekanizmalarını devreye koyarak; kültürel, sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik toplumun bütün alanlarında, halklara ve emekçilere yönelik dizginsiz sömürü ve dejenerasyon dayatılmaktadır. Bu nedenle, uluslararası arenada ezilen halkların ve sömürülen emekçilerin anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist birliklerini güçlendirmek bir zorunluluktur. Siyasal ve ekonomik nüfuz alanlarını yeniden paylaşma eksenli kızıştırılan emperyalist rekabet ve hegemonya dalaşında ortaya çıkan, ekonomik yük tüm çalışanların sırtına yüklenerek, yıkıcı ve tahripkâr toplumsal sonuçlar yaratmaktadır. Egemenler “önleyici savaş” stratejisi adı altında tüm dünyada ölüm saçmaktadırlar. Bu nedenle, dünyamızı yaşanılmaz hale getiren emperyalist saldırganlık, sömürü ve talanıdır.

Avrupa’da hâkim sınıflar, işçileri ve çeşitli halk katmanlarını yerli yabancı, entegre olan olmayan, dil bilen bilmeyen, yasalara uyan uymayan, çalışan çalışmayan ve iyi göçmen kötü göçmen gibi, kendileri yarattıkları bu suni ayrımlar yoluyla, işçilerin enternasyonal birliğini sürekli parçalama ve ayrıştırma politikası gütmektedirler.

Ağır bedeller ödenerek zorla kazanılmış olan, temel hak ve özgürlükler her gün çıkarılan yeni yasalarla geri alınarak minimum seviyelere inmiştir. Bununla birlikte işçi ücretlerindeki düşüş ile dayatılan sosyal yıkım ve nihayetinde işçilerin örgütlenmesini kırmayı da hedefleyen esnek-mobilize üretim modelleri, yeni biçimdeki sömürü ve baskı mekanizmalarının, Avrupa coğrafyasındaki son örnekleridir. Nispi refahın görece yüksek olduğu bu coğrafyada yoksulluk sınırı gittikçe büyüyen bir girdaba dönüşüyor. Bu anlamda yerli ve göçmenlerin temelde kısmi farklılıkları olsa da içinde bulundukları sorunları aynılaşmıştır.

AB ÜLKELERİNDE TÜRKİYELİ VE KÜRDİSTANLI GÖÇMENLERİN DURUMU;

2. Dünya savaşının ardında ülkelerini yeniden inşa eden Avrupalılar, önemli oranda insan gücüne ihtiyaç duyuyorlardı. Teknik eleman ve işçi sıkıntısı çeken Avrupa ülkeleri, geri kalmış, Türkiye, İspanya, Portekiz, Yunanistan vb. gibi, ülkelerle yaptıkları sözleşmelerle ülkelerine, işçi ve teknik eleman getirmeye başlandı. İş ve işgücü transferinde, Türkiye ilk sırada geliyordu. Örneğin (1969) Türkiye ile Almanya arasında yapılan sözleşmenin üzerinden henüz 4 yıl geçmesine rağmen, 100 bin üzerinde işçi, Almanya’da çalışmaya başladı. Bu artış sadece Almanya için geçerli değildi. Diğer ülkelerdeki artış da Almanya’ya paralel bir şekilde artış göstermişti. Almanya, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, Danimarka, İsveç ve İngiltere’de 3 milyon üzerinde Türkiyeli ve Kürdistanlı yaşamaktaydı. Almanya başta olmak üzere sözleşmeli olarak Avrupa ülkelerine çalışmaya gelen işçiler, ilk geldiklerinde kısa bir süre çalışıp, biraz ekonomik birikim yaptıktan sonra, Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyorlardı. Yaşam tarzları buna uygun yürüyordu. Türkiye’de geleceklerini garantiye almak için küçük çaplı yatırımlar bile yapıyorlardı. Kırsal alandan Avrupa’ya gelen işçiler tarla, traktör alıyor köyde ev yaptırarak konut sahibi olabiliyorlardı. Bu durum şehirlerde gelenler içinde geçerliydi. Ev arsa alıyor, küçük işletmeler kuruyorlardı. Bunun yanısıra özelliklede Almanya’da çalışan işçiler edindikleri mülklerin yanında, ortaklığa dayanan şirketler kurarak, orta seviyede işletmelere yatırımlar yapılıyordu. Özellikle 1974’lerde bu yatırımların giderek arttığını görüyoruz. Tüm bunlar geriye dönüş gerçeğinden hareket edilerek gerçekleşiyordu.

Önemli bir olguda; işçilerin ilk yıllarda ailelerini yanlarına getirmeleri ve geriye dönüşü hesapladıklarından lüks yaşamak gibi, bir düşünceleri olmamış, daha çok kamp veya yurt denilen yerlerde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kısa sürede Türkiye’ye geri dönmek isteyen işçilerin çalışma yıllarının ilk on yılında düşüncelerinde değişimlerin baş gösterdiğini görüyoruz. İşçi alımının durdurulması ve 1974’de Almanya’yla Türkiye arasında yapılan bir sözleşmeyle yürürlüğe giren aile bileşimi yasalarıyla, Türkiye’den Almanya’ya gelen işçilerin yaşamlarında büyük değişimler başlamıştı. O güne kadar, kamplar ve yurtlarda yaşayan işçiler, ailelerini yanlarına getirmeleriyle, düzenli bir yaşantıya geçmeye başlamışlardır. Bu değişiklikler işçilerde biraz daha uzun kalma düşüncesini de birlikte getirmiştir. 

Diğer yandan, dayanışma ve birbirlerine sahip çıkma duygusu Türkiyelilerin aynı mahallerde toplanmasında birlikte getirmiş ve bu durum gettolaşmayı doğurmuştur. Örneğin bugün Almanya’da çeşitli şehirlerde aynı yöreden gelen insanların bir arada bulunmalarının bir nedeni de budur. Bu gerçeklik diğer AB ülkeleri içinde geçerlidir.

Almanya 1984’lerde işsizlikten kurtulmanın bir çaresi olarak, geriye dönüş kanununu çıkararak dönüş yapanlara teşvik primi ödemek suretiyle belli sayıdaki insan bu yasadan yararlanarak ülkelerine dönmüşlerdir.

Geriye dönüşlerin bir diğer nedeninde, işgücü alıcısı durumundaki ülkelerin katı bir yabancılar politikası uygulaması, iş kontratlarının yenilenmemesi, işsizlik, düşük ücretler, yerli toplumların çalışmayı reddettiği işlerde çalıştırmak, iş yerinde veya sosyal yaşamda ayrımcılıkla karşılaşmak vb. gibi, tüm bu nedenler, geriye dönüşlerde, önemli rol oynasa da yine geriye dönüş yapanların arasında uyumsuzlukların olduğu görülmüştür. Bu uyumsuzluk, özelliklede Avrupa’da doğan veya küçük yaşta gelip Avrupa’da büyümüş gençler arasında, daha çok görülmüştür. Örneğin Almanya’dan Türkiye’ye geri dönenler arasında yapılan bir araştırmada dönenlerin %40,4’ü mümkün olsa, Almanya’ya tekrar geriye döneceklerini belirtmişlerdir. Buda şunu göstermektedir ki, geriye dönüş teşvik yasasından yararlanıp Türkiye’ye dönenlerin pek çoğu başta uygulamanın olumsuz yönlerini göremediklerini, hesaplarının yanlışlığını kısa sürede anlayıp, tekrar geri Almanya’ya dönmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Özellikle de gençlerde görülen bu eğilim neticesinde federal Almanya hükümeti bir kereye mahsus olmak üzere, 1987 yılında, “Rüecker option” geri dönüş seçeneği adı altında yeni bir yasa çıkarmıştır. 23 yaşın altındaki gençleri ailelerinden bağımsız olarak Almanya’ya dönmeye hak kazanmış ve bu gençlere oturma ve çalışma hakkı verilmiştir.   

Tüm bu gelişmeler uzun yıllardır, Avrupa’da yaşamış olan, insanların düşüncelerinde önemli değişiklikler getirmiş, kısa sürede geri dönmeyi düşünen işçiler aradan geçen uzun yıllardan sonra bu düşünceleri değişmiş ve kalıcı bir konum almışlardır. Bu eğilim gençlerde çok daha farklı bir düzeye gelmiş ve geri dönme eğilimini ortadan kaldırmıştır. 1986’da Almanya’nın 8 şehrinde yapılan bir araştırmaya göre, Türkiyelilerin %39,4’ü Türkiye’ye dönmeyi düşünmediklerini, %21’i ise en erken 10 yıl veya devamlı olarak kalmak istediklerini ortaya çıkarmaktadır.

Bu durumun bir başka boyutu da öğrenim alanındaki gelişmelerdir. İlk yıllarda burada okuyan öğrenci sayısı belli bir orandayken, 1992’de yapılan bir araştırmada ise, yüksek okul ve liseye devam eden Türkiyeli öğrenci sayısının devamlı artış gösterdiğidir. Bunlar burada doğup büyüyen gençlerin kalıcılığını göstermesi açısından önemli verilerdir.

Bir diğer gelişme kendisini yatırım alanında göstermektedir. Mülk edinme, iş yeri açma, serbest çalışma alanlarındadır. Bu yönlü veriler Türkiyelilerin artık yatırımlarını Türkiye’den çok yaşadıkları Avrupa ülkelerine yaptıklarını göstermektedir. 1988’de yapılan bir araştırma, Almanya’da 37 bin Türkiye kökenli serbest iş sahibi olarak çalışmaktadır. Bunlardan %41’i perakende ticaret ile uğraşmaktadır. Verilere göre 1983’den bu yana üç katına çıkmıştır. Bir başka gelişmede, Almanya’da Türkiye kökenlilerin edindiği taşınmaz mallardır. Yapılan istatistiki araştırmalarda, ev mülkiyeti edinenlerin sayısının sürekli artarak, 467 bin ailenin %11’i Almanya’da bir daire sahibidir. 1990 yılı sonu itibariyle 145 bin yapı tasarruf sözleşmesi yapılmış ve bu sözleşmelere ilişkin, 8 milyar mark ödenmiştir. Almanya dışında Türkiye kökenli göçmenlerin sayıca yoğun olarak, yaşadıkları Hollanda, Fransa, İngiltere ve Belçika gibi, ülkelerde de iş yeri açmaya yoğun ilgi göstermektedir. 

1992 yılı itibariyle Hollanda’da 1703 Türkiyeli serbest meslek sahibi ve iş vereni bulunmaktadır. Belçika’da yalnızca 1990 yılı içinde 1367 Türkiyeli serbest meslek ve çalışma kartı almıştır. Fransa’da ise, Türkiyeli inşaat firmalarına sık rastlanılmaktadır. Küçük ölçekli bu inşaat firmalarının bazıları bir araya gelerek, Fransa’da kamu projelerine talip olmaktadırlar. Danimarka’da ise, Türkiyeli küçük esnafların sayısının 300’ü aşmış bulunuyor. Bu verilerin Türkiyelilerin Avrupa’da artık kalıca olmalarını gösteren ekonomik ve siyasi veriler bakımından önemli bir yer tutuyor. Türk devleti Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin artık ülkesine geri dönmeyeceğini bildiğinden, döviz akışının kesilmemesi için, bazı yasal değişiklikleri yaparak, ilişkilerin tamamen kopmamasını sağlamaktadır. Bu değişiklikler çifte vatandaşlığın kabul edilmesi, Askerliğini yapmayanlar, bulunduğu ülkede Askerlik yapması gibi, durumlardır.  Avrupa ülkeleri de Türkiyelilerin artık kalıcı olduklarını bildiklerinden sürekli değişiklikler gösterse de ülke vatandaşlığına geçmeyi teşvik etmektedirler.

Tüm bu gelişmelere baktığımızda, Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin artık kalıcı bir statüye geçtiklerini göstermektedir. “Yabancılıktan” kalıcı göçmenliğe geçiş olan bu durum, Türkiye kökenli Kürt, Türk ve diğer azınlıklardan olan toplulukların Avrupa’da göçmen bir topluluk olarak var oldukları gerçekliği ortaya çıkmış bulunuyor. 

Fakat bu gerçekliği her dönem gözardı eden politikacılar, Avrupa’da uzun yıllardır yaşayan göçmen halklar, en temel hak ve özgürlüklerden mahrum edilerek yaşamak zorunda bırakılmışlardır. İnsan hakları evrensel beyannamesi ve bildirgelerin, insan haklarını insan olmanın temel şartlarının gerçekleşmesi için gerekli imkanların yaratılması ve herkes için bunların geçerli olduğunu kabul edilmesi olarak anlamak gerekiyor. Temel hak ve özgürlükler, ancak bu istemlerin yaygın kabulü ve bu uğurda her alanda verilen amansız ve sürekliliği sağlanmış mücadeleler sayesinde, elde edilir ve süreğen kılınabilir. İnsanlığın nice bedeller ve mücadeleler sonucu elde edebileceği temel hak ve özgürlükler, dünyanın her köşesinde ciddi tehditler altındadır. Bu tehditlerin başında emperyalist yayılmacılıktan kaynaklı hukuksuzluklar gelmektedir. Haksız savaşlar, zalimlerin zorbalıkları, sömürü ve baskılar, güçlülerin güçsüzleri ezme politikaları, doğanın tahribatı, göçmenlerin horlanması, modern kölelik ve sömürgecilik gibi, insanlığı tehdit eden ve insan onurunu hiçe sayan bu baskıcı politikalara karşı, demokratik kitlesel mücadeleler zorunlu ve acil hale gelmiş bulunuyor.

Egemen sistem mevcut insan hak ve özgürlükler noktasındaki anlayışları, sadece söylemsel bir kabul edilmişlik, durumu üzerinde ele alınmaktadırlar. Oysa dünyamızın tüm kara parçasında hak ihlalleri aşırı biçimde yaygınlaşmaktadır. Bu yönelim, emperyalizmin ve kapitalizmin, genel ve güncel gerçekliği içinde, bütünlüklü düşünüldüğünde, daha iyi anlaşılır olacaktır. İçerisinde geçtiğimiz süreçte, dünyanın tüm coğrafyalarında, bir yandan açlık ve sefalet, diğer yandan bolluk ve zenginlik vardır. 

Avrupa ülkelerinde, vatandaşlar ile yabancılar, yerleşikler ve göçmenler arasındaki eşitsizlik farkı; dünyadaki gelişmelerden bağımsız ayrı ele alınamaz. Sefalet ve ötekileştirilmişliğin girdabında yaşayan yerli kesimler içinde de ne yazık ki, ırkçılık ve ayrımcılık daha da taraftar bulabilmekte ve böylece ezilen halklar, sistemin bilinçlice ürettiği politikalarla karşı karşıya getirilmektedir. 

Keza 1980 yıllarıyla hızlanan kapitalist emperyalist saldırganlık ve haksız savaşların yaygınlığı, göç ve göçmenlik konusunda yaratılan, ötekileştirme, ırkçılık, ucuz iş gücü, eşit vatandaşlık hakkı, örgütlenme özgürlüğü, politik katılımcılık, anadilde eğitim vb. gibi, hak ve özgürlükler evrensel insan hakları olarak hep vardır. Avrupa’da bu haklar vatandaş olma koşuluna bağlı kılındığı için, milyonlarcası da vatandaş olmadığından dolayı, başta Almanya olmak üzere, Avrupa’da en temel hak olan politik katılımcılık hakları gasp edildiği gibi, göçmenleri Avrupa’da bütün olumsuzlukların sorumluları olarak gösterilmekte ve üzerinde propaganda yapılarak siyasal rant elde edilmektedir. Gelişen işsizliğin, derinleşen yoksulluğun ve sefaletin nedenleri göçmen halklar gösteriliyor. Bu ön yargılı siyaset, hem ırkçı ve faşist partiler güçleniyor, hem de göçmen kitleler ırkçı ve faşist partilerin hedefi haline getiriliyor.   

Bu anlamda, insan haklarından söz etmenin, ancak bu uygulamaların gerçek bilincinde olduğumuzda, bir anlam ifade eder. İnsan ve haklarına yönelik saldırılar karşısında etkili davranış yöntemleri geliştirmek istendiğinde ilham alınacak yer bu gerçekliktir. Dahası insan haklarına ilişkin bilincin yükseltilmesi çabası bir inanca dayanmaktadır. Bu inanç, ihlalleri önleyici bir biçimde hareket edebileceğine; en azından uzun vadede bireyler ve topluluklar için temel hakları güvence altında bulunduracak bir davranış elde edecek tarzda, tüm insanların düşüncelerine ve yaşamlarına saygı ve hoşgörüyü yerleştirebileceğine inanmaktan geçiyor. 

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİLİĞİ İLE İLİŞKİLERİ VE ÜYELİK SORUNU;

Türkiye eksenli politik gelişmeler, bu ülkeden gelen Türk, Kürt ve diğer azınlıklardan emekçi göçmen kitlelerin her zaman ilgiyle takip ettikleri, konuların başında gelmiştir. 2000 yılı başlarında, AB’ne üye olmak isteyen Türk hâkim sınıflarının dış politikası, AB egemenlerinin müzakere direktifleri, diplomatik görüşmeleri ile ilerleme sürecinde devreye koydukları politikalara bağlı olarak, masaya koydukları gündemler, uluslararası kamuoyunun ilgi odağı durumdaydı. Ne var ki, bu ilgi, gelişen süreç hakkında çok ciddi yanılgıları da birlikte taşıyordu. AB’li hâkim sınıf temsilcileri, Türkiye’deki “değişim ve gelişmeleri” dünya kamuoyuna yalan ve çarpıtmalar eşliğinde; iki yüzlü ve aldatıcı siyasetleriyle, nasıl bir iktidar ve devlet aygıtına sahip oldukları ortaya çıktı. 

Süreğen bir şekilde, halk muhalefetini her daim şiddetle bastırılması, devrimci, demokrat ve aydınları katletmesi, politik tutsakları tecrit ve işkence ile zindanlarında çürütmesi, sistemin tehlikeli gördüğü muhalif kişileri, tek tek katletmesi ya da gözaltında kaybedilmesi, çalışan işçi ve emekçilerin dizginsiz bir sömürüye maruz bırakılması, ezilen mazlum Kürt ulusunu sistematik olarak inkar, imha, katliam ve esaret altında tutulması ile diğer azınlık halkların tüm hak ve özgürlüklerinin yok sayılması gibi… saymakla bitirilmeyecek bir çok konuda TC. Devletinin sicili, karanlık, kanlı ve inkâr olduğu bir gerçekliktir.

Fakat AB’li egemenlerin yayınladıkları raporlarda, “Türkiye demokrasi sürecinde ilerlediği” tespiti yapılmıştı. Oysa günümüzde tüm biçimleriyle devam eden, ırkçı, şoven, katliamcı ve baskıcı atmosferin bir anlamda çimentosu, yine AB’li egemenler olmuşlardır. Şimdi ise, utanmadan “Reformların gerilediğinden” bahsediyorlar. Aslında demokratikleşen bir Türkiye değil, tersine gerici ve baskıcı bir Türkiye gerçekliği; AB’nin işine, daha çok yaradığı için, egemenler bu duruma sesiz kalmakta ve razı gelmektedirler.

Diğer yandan ABD’nin stratejik ve konjonktürel çıkarları yönünde, hizmetçilik yapmada tescili olan Türk hâkim sınıfları, son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında, işgalci güçlerin arasındaki çelişki ve çatlaklıklarından kendi lehine yararlanmak istemektedir. Bu anlamda bazı liberal çevreleri de kendisine dahil ederek, azgın bir şoven ve ırkçılık dalgasıyla güvenlik ve beka sorunu gibi, gerçeklerle örtüşmeyen politik bir söylem gündemde tutulmaktadır. 

AVRUPA’DA GÖÇMENLİK VE IRKÇILIK;

İnsanlığın en büyük düşmanı olan ırkçılık ve ayırımcılık tarih sahnesinden hiç düşmedi. Geçmişten günümüze kadar gelişen bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerine karşı hâkim sınıflar ırkçı politikaları önleyici bir silah olarak her daim devreye koyarak, ezme siyaseti uygulandılar. Emperyalist, kapitalist sistemin yaşadığı ekonomik kriz ve kaos dönemlerinde (günümüzde olduğu gibi) ırkçılık sermayenin en temel siyaseti olarak, öne çıkmıştır.  

Özellikle 2008’de dünyayı sarsan mali kriz, henüz tam olarak atlatılmamışken, bugün yeni krizler kapıya dayanmış bulunmaktadır. Egemenlerin mevcut krizleri atlatmanın bir yolu olarak, her dönem içe dönük ırkçılığı geliştirmişlerdir, dışa yönelik ise zengin coğrafyaların Pazar alanları üzerinde çatışma ve savaş siyasetini uygulamışlar. Kapitalist sermaye bu özlemini gerçeğe dönüştürmek için, tüm tarihsel dönemlerde, olduğu gibi en ırkçı, en şoven ve en gerici faşist partileri iktidara taşıma ihtiyacı duymuşlardır. 

Bu anlamda 2016 ve 2017’de başta ABD olmak üzere Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da ve Avusturya’da yapılan parlamento seçimlerinde, aşırı ırkçı partilerin zaferi ile sonuçlandı. Donald Tramp örneğinde olduğu gibi, ABD’de iktidara geldiler. Avrupa’nın bazı ülkelerinde hükümet ortağı oldular. Bazı ülkelerinde ise ikinci ya da üçüncü büyük partiler olarak parlamentolarda temsiliyet hakkı kazandılar.

Avrupa coğrafyasında ırkçı partiler; Sırbistan’da (Sırbistan Radikal Partisi) İsviçre’de (SUP) Avusturya’da (FPÖ-BZÖ) Norveç’te (İleri Adım Partisi) Macaristan’da (JOOBİK) Çekya’da (ANO) Belçika’da (Ulamms Belang) Danimarka’da (DF) Slovakya’da (SNS) Bulgaristan’da (ATAKA) İtalya’da (LegaNord) Yunanistan’da (Altın Şafak) Finlandiya ‘da (Gerçek Finliler Partisi) İngiltere ‘de (Ukip) Fransa’da (FN) Hollanda’da (PVV) vb. gibi partiler son genel seçimlerde yüzde 10 ile 30 arasında oy aldılar. 

Almanya’da ise NPD’nin karışımı olarak, 2013 yılında kurulan AFD’de 24 Eylül 2017’de yapılan federal seçimlerde yaklaşık olarak 6 milyon seçmenin oyunu alarak, yüzde 13,3 gibi, yüksek bir oranla parlamentoya 87 milletvekilini göndermiştir. Zira bu mevcut tabloya baktığımızda, günümüzde bu ırkçı ve faşist partilerin bu kadar güçlenmeleri elbette bir tesadüf sonucu değildir. Tamamen içinde bulunduğumuz tarihsel sürecin siyasal ürünü olarak geliştiler.  Bu anlamda yaklaşık olarak 2011 yılından bu yana Ortadoğu’da (Suriye’de) kesintisiz devam eden emperyalist paylaşım savaşın sonucu olarak hem ırkçılığın gelişmesi hem de ırkçı-faşist partilerin büyümesine önemli oranda zemin sunuldu. Yine savaş ile birlikte egemen güçler kendilerine yeni sömürü ve kar paydaları yaratırken, ezilen halkların payına da ölüm, yoksulluk, işsizlik ile yerinden ve yurdundan göç etmek düştü. Yıkıcı savaşın mağdurları kitlesel göç halinde, emperyalist ülkelerin kapılarına dayanınca, Avrupa ülkelerinde faşist parti ve örgütler, yaşanan insanlık trajedisini ırkçı amaçları için politik araç haline getirtirler. Gelinen aşamada insanlık düşmanı bu ırkçı, faşist partiler güçlenerek sahneye çıktılar. Ve günümüzde iktidara gelecek kadar yakınlaşmış bulunuyorlar.

 Almanya’da ise, AfD partisi ırkçı hayallerini gerçekleştirmek ve süreci kendi lehine dönüştürmek için, göçmen halkları hedefe koyarak siyaset yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ortaya saçtığı zehirli siyasetiyle, halkaların birlikte ve barış içinde yaşamasını; kin ve nefret tohumlarıyla besleyerek, düşmanca ayrıştırmaktadır. Zira AFD federal meclis çatısı altında bu siyasetiyle üçüncü büyük parti olarak yerini aldı. Aslında bu durum beklenen bir gelişmeydi. 2013 yılında yapılan genel seçimleri az farkla kaybeden AfD, 2013 sonrası eyaletlerde güçlenerek bugünü işaret ediyordu. 

 2016’nın Nisan sonu ve mayıs ayının ilk günlerinde, toplanan AfD parti kongresinde, Sermaye sınıfının çıkarlarına uygun kararlarda alarak kendisini konumlandırdı. Bu kararlardan öne çıkan bazıları şunlardır; Asgari ücret kaldırılmalı, işyeri güvenlik yasası kaldırılmalı, zengin şirketlerin vergileri düşürülmeli, Üniversitelere giriş zorlaştırılmalı, Yoksullara verilen sosyal haklar kısıtlanmalı, Gençlik ceza yasası yaşı 12’ye indirilmeli ve göçmenlerin ülkeye girişi durdurulmalı. Yine Din, vicdan ve inanç özgürlüğü alanında birçok kararlar alarak azınlık halklara dönük kısıtlayıcı ve önleyici görüşleri parti programlarına koydular. AfD bu siyasal görüşleri ile seçimde elde ettiği güçle, Parlamento kürsüsünde, ırkçı ve ayrımcı politikaları körüklemeye devam ediyor.

Bu konuda diğer önemli bir sorunda, bu ırkçı partilerin ruhsal ikizleri olan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde kurulan ırkçı, şovenist ve gerici göçmen partileridir. Bunlar Almanya’da BİG (Yenilik ve Adalet Partisi) AD (Allianz Deutscher Demokraten) Hollanda ‘da DENK (EEN Nieune politiche Beweging) bu partide 2017 Mart ayında Hollanda ‘da yapılan genel seçimlerde yüzde 2,1 oy alarak 3 milletvekili ile parlamentoya girdi. Fransa’da PEJ (Eşitlik ve Adalet Partisi) Avusturya’da NBZ (Gelecek için yeni hareket) vb. gibi, partilerin tamamı R.T. Erdoğan’ın paravan ve uydu partileri konumundalar. Bu bakımdan Fransa’da, Hollanda’da, Avusturya’da ve en son Almanya’da yapılan genel seçimlerde bu partiler kendi isimleriyle seçimlere katıldılar. Seçimin propaganda çalışmalarında faşist R.T. Erdoğan’ın söylem ve deyimlerini slogan haline getirdiler. R.T. Erdoğan’ın fotoğrafını seçim afişlerinde kullanarak, Avrupa sokaklarında propaganda faaliyeti yürüttüler. Bu ırkçı, şoven, dinci ve gerici partilerin kitle temelini de DİTİB ve Ülkü Ocakları dernekleri oluşturmaktadır. 

Bütün bu ırkçı, şoven, dinci ve gerici Türk Parti ve kurumları Avrupa’da yaşayan yerli ve göçmen halklara dönük siyaset yapma, onların sorunlarına çözüm bulma ve demokrasi mücadelesini yürütme yerine; bulundukları Avrupa ülkelerde, Faşist R. T. Erdoğan ve partisi AKP için lobi çalışması yapıyorlar. 

Diğer taraftan faşist T.C. devletine muhalif olan bu nedenle, AB ülkelerinde yaşamını sürdürmek durumunda kalmış (Devrimciler, demokratlar, Kürtler, Aleviler) vb. gibi kesimlere yönelik, istihbarat çalışması yapmaktadırlar. Toplanan istihbarat bilgileri, AKP iktidarına aktarmaktadır. Verilen bu istihbarat bilgileri doğrultusunda AKP’ye muhalif olan, devrimci, demokrat, Kürt ve Alevi kesimlere yönelik komplo ve suikast planları yapılmaktadır.

Örnek olarak; Mahmut Taha Gergerlioğlu, Ahmet Duran Yüksel ve Göksel Güven Almanya’da muhalif olan kesimlere yönelik, istihbarat bilgileri ve suikast planları yaparlarken, Almanya güvenlik güçleri tarafından suçüstü yakalanıp tutuklanmışlardı. Daha sonra Koblenz üst mahkemesinde devam eden yargılamada, Almanya ve Türkiye arasında yapılan pazarlıklar sonucunda, T.C. devletinin bu karanlık ajanları, serbest bırakıldı ve dava kapatıldı. Mahmut Taha Gergerlioğru şimdi R.T. Erdoğan’ın danışmalık görevin yapmaktadır. (Kaynak; 11 September 2015 junge Welt, 7-8 November 2015 Hürriyet, 7 Kasım 2015 Özgür Politika) 

Yine DİTİB imam ve yöneticileri ile bunlar gibi, TC ajanları buradaki muhalif kesimler hakkında Türkiye’ye verdikleri istihbarati bilgilerle, Avrupa’da yaşayan göçmenlerin kurdukları demokratik yasal kurumları ‘’Terörist Kurumlar’’ yaftası altında sürekli gündemleştiren, R.T. Erdoğan Avrupa’ya karşı baskı ve şantaj siyaseti yürütmektedir.

 Bu anlamda T.C devleti ve onun başındaki faşist R.T. Erdoğan’ın, ırkçı, şoven, dinci ve gerici saldırgan politikaları sadece Türkiye içinde değil, aynı zamanda ülke sınırları dışına taşınmış durumdadır. Bir yandan İŞİD barbar katillerine verdiği sınırsız destek ile, diğer yandan Avrupa ülkelerinde, örgütlediği parti ve kurumlarıyla yaptıkları Türk milliyetçiliği, şovenizmi ve aşırı dinciliği neticesinde hem Avrupa halkları açısından hem de Ortadoğu halkları açısından Türkiye devleti tehlikeli bir konuma gelmiş bulunuyor. Faşist R.T. Erdoğan kendisinden olmayan tüm etnik ve inançsal azınlıklara yönelik yaptığı ayrımcı, ırkçı, dindar ve kindar siyasetin sonucunda, halkların birlikte ve barış içinde yaşamasını tehlikeli duruma getirmiş bulunuyor. 

Bu gerçeklerden ışığında, yukarda isimlerini saydığımız, yerli ve göçmen tüm ırkçı parti ve örgütlerin temelde sınıfsal karakteri aynıdır. İdeolojik olarak aynı kaynaktan besleniyorlar. Irkçı ve faşist ideolojinin coğrafyası, mekânı ve ülkesi yoktur. Her zaman, her yerde, ideolojisi, siyaseti ve rengi aynıdır.  

Bu temel nedenler bağlamında, insanlığın en büyük düşmanı olan ırkçılık ve ayrımcılık günbe gün güçleniyor. Bu güçlenmeye ön ayak olan egemen sınıflardır. Geçmişten günümüze kadar faşist, ırkçı parti ve örgütleri bağırlarında korudular, beslediler ve büyüttüler. Bütün ırkçı saldırıları görmezden geldiler. Bu ırkçı saldırılar adeta tolare edildiler. Tüm bu saldırılara karşı açılan davalar düşürüldü, yada az ve komik cezalarla geçiştirildiler. Egemenler ırkçı parti ve örgütleri her dönem can simidi olarak kullandılar. Kullanmaya devam ediyorlar. Bunun içindir ki, günümüzde ırkçı, faşist partilerin program ve söylemlerini ‘‘Popülistlik ve Aşırılık’’ gibi, içi boşaltılmış tanımlamalarla kitlelerin bilincini bulandırmaya çalışıyorlar. Egemenlerin yaptığı bu manipülatif söylemlerle, ırkçı, faşist parti ve örgütleri ideolojik kökünden kopartarak üstünü örtüyorlar. Yine Faşist ve Irkçı saldırılar yapanları da “psiko-manyak” gibi tespitlerle faşizmin insanlığa karşı işlediği suçlarını hafifletiyorlar. İşte egemenlerin ırkçı faşist parti ve örgütlere yaklaşımı bu gerçeklerde gizlidir. 

GÖÇMENLERİN ÖRGÜTLENME VE POLİTİK MÜCADEL HAKKI;

1960’larla birlikte Almanya ile Türkiye arasında yapılan işçi çalıştırma sözleşmesi ile bunu takip eden diğer Avrupa ülkelerine çalışmaya gelen işçiler sadece üretime katılmakla kalmamışlar gerek Avrupa’daki sorunlar gerekse Türkiye’deki gelişmelere bağlı olarak, bir örgütlülüğüde yaratmış oldular. İlk başlangıçta oluşturulan küçük çaplı örgütler, giderek büyümüş, daha bilinçli ve kalıcı örgütlere dönüşmüşlerdir. 1960’ların ortalarında ciddi kitlesel örgütler olarak, öğrenci gençliğin oluşturduğu “Türkiyeli öğrenci Konfederasyonu” (TÖK-YD) yurt dışı kuruluşundan sonra, Almanya Türkiyeli öğrenci Federasyonu (ATÖF) göçmen işçilerin yoğunlaşan ekonomik, demokratik ihtiyaçlarından dolayı ortaya çıktı. 

Almanya’da olduğu gibi, Avrupa’nın birçok ülkesinde, öğrenci sorunlarının yanında işçilerin sorunlarına da eğilmesi ve bu alanda da faaliyet göstermesiyle, daha geniş bir örgütlülüğe duyulan ihtiyacın nedeni olarak, Federasyonlar ve Konfederasyon şeklinde göçmen işçi gençlik örgütlenmeleri oluştu. Yasal zemin üzerinde oluşan bu kurumlar, tüm yerli ve göçmen anti-faşist örgütlerle birlikte, demokrasi hak ve özgürlükler mücadelesini kesintisiz yürüttüler. 

Günümüzde de emperyalist saldırganlık ve militaristleşme uç noktaya varmış bulunuyor. Bu saldırganlık ve militaristleşmenin bir ürünü olarak, demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılmış. Birçok Avrupa ülkesinde düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü sadece kâğıt üzerinde geçerliliği kalmıştır. Politik faaliyet ve aktivite yürütmek adeta suç sayılmaktadır. Demokratik yasal kurumlara karşı yoğun baskılar, yasaklamalar soruşturmalar ve tutuklamalar olağan bir duruma gelmiş bulunuyor. İşte tüm insanlık için yıkım olan bu gelişmelerin esas sorumluları emperyalist egemen sınıflar olduğu bir gerçektir. Bu gerçekler ışığında; günümüzdeki mevcut haksız ve adaletsizlikler ile anti-demokratik duruma karşı; emekçilerin, yoksulların, işsizlerin ve ayrımcılığa maruz bırakılmış çeşitli göçmen halkların demokrasi hakkı ve özgürlüğü için, meşru ve yasal zeminde mücadele ediliyor. Bundan sonrada göçmen halklar maruz kaldığı, ırkçı, faşist, ayrımcı ve adaletsizliklere karşı meşru zeminde haklı mücadelelerini toplumsal ve kurumsal olarak sürdüreceklerdir. Yine Avrupa’daki yerli ve göçmen halkların birlikte ve barış içinde yaşaması için mücadele etmek biz devrimci, demokrat ve enternasyonal güçlerin asli görevidir.