‘’Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm toplum düzeninin zorla yıkılmasıyla yoluyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim karşısında titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.’’ (Komünist Manifesto)

NEREDE SÖMÜRÜ VE BASKI VARSA ORADA DİRENİŞ OLMUŞTUR, OLACAKTIR. BU İNSANLIĞI İLERİYE TAŞIYAN SINIFLAR MÜCADELESİNİN BİR YASASIDIR. BASKIYA, SÖMÜRÜYE, ZULME KARŞI DİRENMEK, MÜCADELE ETMEK BİR HAKTIR, GÖREVDİR, İLERİCİ İNSANLIĞIN, PROLETERYANIN BİLİNCİNİ TAŞIMANIN TARİHSEL SORUMLULUĞUDUR. BUNDAN DOLAYIDIR Kİ, FAŞİZME, EMPERYALİZME, FEODALİZME VE HER TÜRDEN GERİCİLİĞE KARŞI DİRENMEK, MÜCADELE ETMEK MEŞRUDUR, YARGILANAMAZ. BİZ BU TARİHSEL MEŞRUİYET ÜZERİNDEN YÜKSELİYOR VE BU HAKKIMIZI KULLANIYORUZ. 

‘’İnsanları uyandırmak gerek. Şeyleri algılama biçimini altüst etmek. İnsanları kızdıracak, kabul edilmez imgeler yaratmak lazım. Pek güvenilir olmayan, tuhaf bir dünyada yaşadıklarını, sandıkları gibi bir dünyada bulunmadıklarını anlamalarını sağlamak’’. (Pablo Picasso)

Sayın Başkan, Sayın Mahkeme Heyeti ve Sayın İddia Makamı,

Tutuklanmamızın üzerinden 5, davanın başlamasından bu yana ise 4 yılı aşkın bir zaman geçti. Toplamda beş yılı aşkın bir zamandır Alman devleti Alman yargısı eliyle bizleri adeta rehin tutmuş durumda…Gelinen aşamada ise Savcılık makamı dört yıl ceza istiyor. Geçen bu kadar zaman yetmemiş! Gerekçe ‘’terörizm’’! Woody Allen’a atfedilen bir söz vardır ‘’Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona kendi planlarından bahset’’ diye. Bu sözü mevcut duruma uygularsak şöyle modifiye edebiliriz:’’ Tanrı’yı güldürmek istiyorsan Alman Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı ve Alman yargısının terörizm yargılamalarından bahset’’. Alman Sol Parti Milletvekili Sahra Wagenknecht ’in bir sözüyle başlamak yerinde olur sanıyorum. Alman parlamentosunda terör ve dünya barışı sorunu üzerine konuşulurken Wagenknecht şöyle demişti: ‘’Terör örgütleri kurarak, silahlandırarak, petrol, doğalgaz ve enerji bölgelerini destabilize ederek kendi kurmuş oldukları terör örgütlerine karşı sözde savaşan, milyonlarca sivil insanın ölümüne ve mülteci konumuna düşmesine sebep olan NATO ve batılı ülkelerin, öncelikle kendi ruh sağlıklarını gözden geçirmeleri gerekir’’. 

Savcılık makamı beni-bizi ‘’terörist’’ olarak tanımlamak için ciddi bir gayret göstermekte. Alman devleti/hükümetinin kararı ile açılmış bir davanın hazırlayıcıları bunu yapmak zorundadır. Alman devleti dünyanın sayılı emperyalist kapitalistlerindendir ve mali sermayenin, tekelci burjuvazinin devletidir. Bu sınıfların hizmetinde ve onların çıkarları doğrultusunda kendisini konumlandıran bir devletin/hükümetin komünistlere düşman olmasında şaşılacak bir şey yoktur ve eşyanın doğasına uygundur. Kendi sınıfının bilinciyle ve sınıfının kiniyle hareket etmektedir. Dostluğunu da düşmanlığını da belirleyen budur. İnsanlık tarihi boyunca egemen güçler karşıtlarını benzer tanımlamalarla adlandırmış, benzer demagojilerle, yalanlarla, hilelerle egemenliklerine karşı koyanları itibarsızlaştırmaya, değersizleştirmeye çalışmışlardır. Bu aynı zamanda kendi suçlarını gizleme gayretidir. Yaptıkları budur ve yapacakları da budur.

Son yılların demagojik kavramı ise ‘’terör’’ ve ‘’terörist’’tir. TKP/ML’yi ‘’terör örgütü’’ dolayısıyla bizleri de ‘’terörist’’ olarak tanımlama çabası nafiledir, sonuçsuz kalmaya mahkumdur. TKP/ML enternasyonal proletaryanın ülkemiz topraklarındaki temsilcisidir. Onurlu, direngen, halka hesap veren, faşist diktatörlüğe karşı mücadelesinde yüzlerce kadın, erkek militanını, kadrosunu şehit vermiş, binlerce  TKP/ML militan ve kadrosu işkencelerle, infazlarla, gözaltında kayıplarla yüzyüze kalmıştır. Tüm bunlara rağmen sizlerin yapıştırmaya çalıştığı nitelikten her zaman uzak kalmayı becermiştir.

Peki ben kendimi(zi) nasıl tanımlıyorum?  Her şeyden önce kendimizi komünist ve devrimciler olarak tanımlıyorum. Biz enternasyonal proletaryanın, tarihin tekerleğini ileriye çevirmek için can bedeli bir mücadele sürdüren, insanlık tarihinin tüm çelişkileri üzerinden kendisini biçimlendirmiş, ezilen, sömürülen, katledilen ama iradesini ve geleceğe olan inancını kaybetmeyen ilerici insanlık ailesinin günümüzdeki temsilcileriyiz. Bu yüzden belli bir ülkenin insanları olmamıza rağmen aynı zamanda enternasyonalistiz.

Biz gücünü tarihin derinliklerinden alan, insanlık tarihinin sınıflar arası mücadele tarihi olduğuna inanan, adımlarını tarihin akışına uyduran, eskiye, çürümüşe, köhnemişe vuran, yeniyi kuranlarız.

Biz emperyalizme, faşizme, feodalizme ve her türden gericiliğe başkaldıran, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan tarihin gördüğü en devrimci sınıf proletaryanın tüm insanlık için özgür, bağımsız, sömürüsüz, savaşsız, barış içinde bir dünya yaratma idealinin temsilcileriyiz.

Biz ülkemizin Kürtleriyiz, Türkleriyiz, Araplarıyız, Lazlarıyız, Çerkezleriyiz. Biz ülkemizin Hristiyan halkları Ermenileriz, Rumlarız, Asuri-Keldanileriz. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nın çeşitli ulus ve milliyetlerden ezilen halklarıyız. Biz aynı zamanda Asya’nın, Avrupa’nın, Latin ve Güney Amerika’nın, Ortadoğu’nun yok sayılmaya, aşağılanmaya, ötekileştirmeye sömürü ve zulme karşı direnenleriyiz. 

Biz dünyanın her parçasında yapılan her zulüm ve baskıyı kendi benliğimizde, ruhumuzda hisseder, kendimize yapılmış olarak görürüz. Çünkü, biz kocaman insanlık ailesinin parçalarıyız. 

Dünya gericiliğinin hapishane ve işkencehanelerinde biz vardık. Nazi Almanyasında kurşuna dizilen üniversiteli Scholl kardeşler bizlerdik. Onlarla aynı yaşlarda sosyalizmin anavatanında Nazi işgalcilerinin tüm işkencelerine direnen, asılırken son sözleri ‘’-Biz iki yüz milyonuz. İki yüz milyon asılır mı? Gidebilirim ben. Ama bizimkiler gelecekler. Teslim olun vakit varken. Kardeşler hoşçakalın. Kardeşler, kavga sonuna kadar. Duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler!’’ olan genç kadın partizan Zoya’yla asılan da bizlerdik. 

1871 Paris Komünarlarıyla beraber kurşuna dizildik, Rosa Lüxemburg ve Karl Liebknecht’le birlikte cesetlerimiz sokaklara atıldı. ‘’Belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak’’ sözleriyle geleceğe olan inancı haykıran komünizmin Türkiye topraklarında temsilcisi komünist önder İbrahim Kaypakkaya ile Diyarbakır işkencehanelerinde katledildik.

Son sözleri ‘’Yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi’’ olan Deniz Gezmişle darağacında asıldık. ‘’Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik’’ diyen Mahir Çayan’la kurşuna dizildik. Diyarbakır işkencehanelerinde zulme karşı bedenlerini ateş topuna çeviren, karanlığı aydınlatan dört kürt devrimci de bizlerdik. 

Diyarbakır, Metris, Bayrampaşa, Ümraniye, Ulucanlar, Buca, Çanakkale…hapishanelerinde ölüm orucu ve açlık grevlerinde kurşunlanan, yakılan, işkenceyle katledilenler bizlerdik. Peru’nun Lima ve Callao hapishanelerinde vahşice katledilen 224 Perulu tutsak da bizdik. Tıpkı, İngiliz sömürgeciliğine karşı direnirken Long Kesh hapishanesinde açlık grevinden ölen Boby Sands’ın da bizler olduğu gibi.

Dün Anadolu’nun soykırım ve katliamlara uğratılan Hristiyan halkları  Ermenilerdik, Pontos Rumlarıydık, Asuri ve Keldanilerdik. Ağrı’da, Koçgiri de, Zilan’da, Dersim’de katliamlara uğrayan Kürtlerdik. Bugün, Suriye’nin, Irak’ın, Libya’nın katledilen, evleri, şehirleri, ülkeleri başlarına yıkılan, milyonlarcası mülteci olan, binlercesi göç yollarında yaşamlarını yitiren halkları da biziz.  

Hrant Dink olarak sokakta kurşunlanarak katledilen ermeni yine biziz. Cizre bodrumlarında katledilip yakılan, cesetleri parçalara ayrılan, panzer arkasından sürüklenen Hacı Lokman Birlik de biziz, öldürüldükten sonra cesedi çırılçıplak teşhir edilen kürt kadını Ekin Van’da. 

14 yaşında polis kurşunuyla katledilen Berkin Elvan, 12 yaşındayken 13 kurşunla bedeni delik deşik edilen Uğur Kaymaz, cesedi çürümesin diye buzlukta bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırca, bir hafta cesedi sokaklarda bekletilen Taybet Ana’da biziz.

Emperyalistler ve onların uşakları tarafından beslenen ve ortalığa salınan şeriatçı faşist çeteler tarafından Paris’te, Brüksel’de, Berlin’de, Londra’da, İstanbul’da, katledilen Almanlar, Fransızlar, Belçikalılar, İngilizler de bizlerdik. Şengal’de katledilen, köle olarak alınıp satılan Ezidi kadınların da bizler olduğu gibi.  

Konser yasakları ve üzerlerindeki devlet terörü kalksın diye bedenlerini ölüm orucuna yatıran ve ölümsüzleşen Grup Yorum üyeleri Helin ve İbrahim, adil yargılanma talebiyle ölüm orucu yaparken işkence gören ve adalet için ölen Mustafa Koçak’ta biziz. 

Nazi kamplarında milyonlarcası katledilen Yahudiler, romanlar, sosyalistler, komünistler ve Hitler faşizmine karşı direnen, savaşan Alman devrimci ve komünistleri de bizlerdik.

Hamburg, Münih, Ruhr Havzasında, Madrid’ de barikatlarda döğüştük, yendik, yenildik ama  17 Ekim 1917 Devrimi’nde Kışlık sarayda kazanan, Stalingrad’da Hitler ordularını yenen de bizlerdik. Berlin’e kızıl bayrağı diken de. Çin’de, Küba’da, Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’ta, Bulgaristan’da, Arnavutluk’ta olduğu gibi.

İşçiler, köylüler, emekçiler, kadınlar, çeşitli milliyetlerden halklar için yeni bir dünyayı kuran bizlerdik. Tüm insanlığın barış ve kardeşlik içinde yaşaması için kendi yaşamlarından vazgeçenler de.

Tıpkı komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın ‘’Belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak’’  ya da Alman halkının yiğit kadın Marksist ve komünisti Rosa Luxemburg’ un ‘’Vardık, varız, var olacağız’’ sözlerinde olduğu gibi.

Ne şan ne şöhret ne de bireysel menfaat  peşinde olduk. Ne birilerini sömürdük ne birilerine zulmettik. Baktık, gördük, öğrendik ve yürüdük. Bilime inandık, hurafeleri reddettik. Tarihi okuduk, felsefeyi okuduk, ekonomiyi okuduk, günümüzü gözlemledik, yorumladık, daha iyi bilenleri dinledik, onlardan da öğrendik.  Ne aklımızı kiraya verdik ne de birilerinin aklını satın aldık. Biz insandık, sadece insan olarak kaldık. 

Ezilen, sömürülen baskı altında tutulan, ötekileştirilen işçilerin, emekçilerin, erkek egemenliğinden özgürleşme mücadelesi veren kadınların, LBGTİ bireylerin, çocukların, kimlikleri reddedilen çeşitli milliyetlerden ulus ve azınlıkların, yağmalanan doğanın sesi olmaya çalıştık. Olduğumuz budur, istediğimiz budur ve yaptığımız budur. 

Bunun için diyoruz ki ‘’Aşk ile sevmek bir güzelliği/Ve döğüşebilmek o güzellik uğruna/Bir inancın yüceliğinde buldum seni/Bir kavganın güzelliğinde sevdim. /Bin kez budadılar körpe dallarımızı/Bin kez kırdılar./Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz./Bin kez korkuya boğdular zamanı/Bin kez ölümlediler./Yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz/Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek/Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek./Saraylar saltanatlar çöker/Kan susar bir gün, zulüm biter./Menekşelerde açılır üstümüzde,/Leylaklar da güler./Bugünlerden geriye,/Bir yarına gidenler kalır,/Bir de yarınlar için direnenler…/Ey her şeye bitti diyenler,/Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler./Ne kırlarda direnen çiçekler/Ne kentlerde devleşen öfkeler/Henüz elveda demediler./Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek/Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!’’

Ve bunun için diyoruz ki ‘’Durum iyidir, çünkü; gerçekler devrimcidir. Bizim için kötü olan gerçekler değil, gerçekleri keşfedememektir. Durum iyidir, çünkü; hayallerle değil gerçeklerle uğraşıyoruz. Kısır çekişmelerle değil, gerçek sorunlarımızla uğraşıyoruz. Durum iyidir, çünkü; çözümsüzlüğün değil çözümün, dağılmanın değil birleşmenin, karamsarlığın değil umudun yolundayız’’. (Mehmet Demirdağ) 

Şimdi gelelim iddialara: neydi iddiaların esası? Terörizm. Önemli ve ürkütücü bir iddia, hele de günümüzde!  O zaman ‘’terörizm’’ suçlamasına atfen bir hikayeyle başlayalım.Hikaye bu ya küçük Moiz ilkokul çağına gelmiş, okulda ilk günün akşamı eve dönmüş. Annesi:’’ Oğlum öğretmenin bugün neler anlattı size bakayım?’’ diye sormuş. Moiz: ‘’Anne, Musa diye bir adam varmış. Bir gün Ramses diye biriyle kapışmış, adamalarını alıp kaçmaya başlamış. Kaçmışlar, kaçmışlar bir nehrin kenarına gelmişler. Arkadan Ramses’in ordusu geliyormuş. Musa hemen cep telefonundan MOSSAD, CİA, ordu, vs. herkesi aramış. Hemen helikopterler, askerler gelmiş, nehrin üzerine bir köprü yapmışlar. Musa ve adamları geçmiş. Ramses’in adamları köprüye girerken savaş uçakları gelmiş köprüyü bombalamış, Ramses’in adamlarının hepsi suya düşüp boğulmuş…’’ diye anlatırken Anne: ‘’İnanmıyorum!.. Öğretmenin cidden böyle mi anlattı?’’. Moiz:’’ Ya anne, ben sana öğretmenin anlattığı şekliyle anlatsam hiç inanmazdın’’ demiş.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Ne sorunumuz kişisel ne de karşı iddia ve tanımlamalarımız. Burada kurumsal bir anlayış doğrultusunda kurumsal olarak çerçevesi belirlenmiş bir dava sürüyor. Kişisel olarak hakim olan anlayışlarınızın mutlaka ki bu sürece etkisi olmakta ama esası belirlememektedir. Dolayısıyla, söyleyeceklerimin hiçbir noktası sizlere yönelik kişisel saptamalar değildir. Bu dava süreci boyunca da esasta tüm yaşananlara rağmen sorunu kişiselleştiren bir tutum içinde olmaktan uzak olduk. Kişiselleştiren bir yaklaşım içerisine girmek sistemin işleyişini gözlerden saklamaya hizmet eder ve bilimsel olmayan bir yaklaşımdır aynı zamanda. Çünkü, bu salonda savcılık makamı ve mahkeme heyetinde bu meslekten gelen başka birileri ve yargılanmaya çalışılan olarak da  bizlerden başka devrimci ve komünistler de olabilirdi, ki olmaktadır da.  Bu zamana kadar TKP/ML dışında birçok Türkiyeli Kürt ve Türk devrimci çeşitli adlarla açılan davalarda yargılandılar. Hatta bugünlerde tekrar gündem olan ve gerçek katili ortaya çıkan Olof Palme cinayeti dahi Kürt devrimcilerinin üzerine yıkılmaya çalışılmıştı. 

Bir iktidar olma bir yönetme ve bir karşıtına yönelme durumudur bahsetmeye çalıştığım. Tarih ilerler, devletin yöneticileri değişir, gidenin yerine yenisi gelir ama hakim düşünce ve anlayış istikrarlı bir biçimde devam eder. Biz tutuklanırken Alman Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı ‘’X’’ ismiyle temsil edilmekteydi bugün ‘’Y’’ ile.  Dün dönemin Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül kürt kurumlarına karşı Almanya’da gerçekleştirilen operasyonlar sonrası, ‘’Ben meslektaşım ve dostum Fischer’e yazdım ve uygulamaya geçmelerini istedim, o da İçişleri Bakanı Oto Schly’e bildirdi. Operasyonu Türkiye ile birlikte hazırladık’’ diye Türk basınına açıklıyordu. Aynı açıklamaya Alman İçişleri bakanı ‘’Teröre karşı birlikte önlem aldık’’ diye karşılık veriyordu. Bugün ise Erdoğan defalarca ‘’Merkel’e dört bin dosya verdim (daha sonra verdiği dosya sayısını 4 bin 500’e çıkardığını açıklayacaktı) gereği yapılsın’’ diyecek Alman Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı da istikrarlı bir biçimde ‘’NATO ortaklığı ve teröre karşı ortak mücadele’’, ‘’Türkiye terörden çok çekiyor’’ açıklamalarıyla bu çizgiyi istikrarlı bir biçimde devam ettirecekti!  

Dolayısıyla, burada bir anlayıştan, bir düşünce sistematiğinden ve bunun hukuk alanında somutlanmasından bahsetmek gerekiyor. Çünkü, bu anlayış ve uygulamalar neticesinde Avrupa Birliği içinde esas olarak Almanya’da onlarca dava açılmış ve onlarca insan yargılanmış, cezalara çarptırılmıştır. Çünkü, bu anlayış ve uygulama neticesinde beş yılı aşkın bir zamandır özgürlüğüm gasp edilmiş durumda. Üç yıla yakın bir zaman içeride tutuldum ve arkasından bir kez daha kısa süreli de olsa yine içeri alınıp bırakıldım. Son olay dava dosyasından çıkarıldığı için üzerinde durmayacağım ama çok somut ve kanıtlı bir şey söyleyerek geçeyim. İkinci kez tutuklanma sürecimizde ortaya konulan yaklaşım, tutuklu kalmamıza yönelik bu davanın asli unsurlarından olan polis şefinin (o dosyayı hazırlayan bay Klose olduğu için) ‘’göz yaşartıcı’’ çabası ve bunun için hazırlanan belgelerde tahrifat yapması, mahkeme heyetini dahi manipüle etmesi içinde bulunulan saldırgan anlayışın görülmesi anlamında önemlidir. 

Sayın Başkan, derler ki, ‘’Et kokarsa tuz çare, tuz kokarsa ne çare’’, yani derler ki et kokmasın diye tuzlarsın, ama tuz kokmuşsa yapacak bir şey kalmamıştır. Yani iş işten geçmiştir! Bizlere yönelik dosyaları hazırlayan ve soruşturmaları yürüten, bilgi, belge toplayanlarda bu anlayış hakimse Robert Taft’ın bir sözüne atıfta bulunmak zorunlu oluyor:’’ Bu mahkemede bir intikam havası tütüyor. İntikamda ise gerçek adalet nadiren bulunur’’.

Başından itibaren süreci ele aldığımızda bu davayı politik karşıtlık üzerine oturan bir dava olarak tanımlamamız için onlarca sebep ortaya koyabiliriz. Bundan dolayı, bu davanın uluslararası proletaryanın Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ı parçalarındaki temsilcisi TKP/ML şahsında insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, baskısız bir dünya yaratma mücadelesinin yargılanması olarak görülmesine şaşırılmasına, ben de kendi adıma şaşırıyorum. Sorun tek tek savcılık makamı ya da mahkeme heyetinden birilerinin anti-komünist olup olmamasıyla doğrudan bağlantılı değildir. Mahkeme heyetinin tüm bileşenleri ve hatta savcılık makamının bütün bileşenleri de kişisel dünyalarında anti-komünist olmayabilirler, hatta solcu bile olabilirler. Fakat, davanın kendisi sermaye devletleri arasındaki iş birliği ve Alman devletinin kendini varediş çizgisine uygun olarak şekillendiği için bizi pratikte yargılayanların iradelerinin dışında anti-komünist ve başka bir dünya isteyen insanlara emperyalist kapitalist dünyanın sahipleri tarafından açılan bir dava durumundadır. Bir başka ifadeyle, emperyalist kapitalist sistemi oluşturan temel niteliklerin ve Alman sermayesinin çıkarları üzerinden yükselen politik yönelim doğrultusunda oluşturulmuş bir davadır. 

Bunlar büyük ve iddialı sözler mi? Nereden ve hangi niyetle baktığınıza bağlı. Ben kendi adıma bu sözleri büyük ve iddialı sözler söylemiş olmak için söylemiyorum, gerçeğin bu olduğunu düşündüğüm için söylüyorum. Savcı bey, mütalaasında onun tabiriyle kendimizi beğenmişliğimizi, kendimizi ‘’seçilmişler’’ olarak gördüğümüzü ve yine bu davanın Almanya tarihinin 2. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası en büyük davalarından biri olduğu söylemini kendince alaya aldı, ya da bana öyle geldi! 

Birincisi; kendi adıma konuşursam, sorun kendimi beğenip beğenmeme değildir, fakat dünya görüşümü, bu dünya görüşüyle biçimlenen algılama ve sonuç çıkarma, insanlığa dair perspektif oluşturma çabamı tüm eksikliklerine rağmen ve esas olarak tabii ki beğeniyorum. Sanıyorum bu salondaki herkes açısından bu durum geçerlidir. Bu salonda ‘’benim kafam çalışmıyor’’, ‘’ben bir şey bilmiyorum’’ ‘’benim dünya görüşüm anlamsız’’ diyen biri var mı? Yine savcı beyin son sözlerinde söylediği gibi, kişisel çıkar hesapları yapmadan, bireysel olarak yaşam koşullarımızı iyileştirme kaygısı gütmeden, birçoğumuz geçirdiğimiz eğitim süreçlerinin de katkısıyla bu düzen içerisinde çok daha iyi koşullar altında yaşayabilme olanaklarına sahip olabilecekken, başkalarının acılarını, yaşadıkları eziyetleri kendi ruhumuzda, bedenimizde, düşüncelerimizde hissetme erdemi gösterebilmişsek ve tüm bu insani kaygılar sonucu yaşamımızın önemli bir bölümünü hapishanelerde, işkence süreçlerinde, takibatlar altında geçirmişsek kendimizden ‘’gurur duymamız’’ doğal değil mi? Kaldı ki, bu zamana kadar kendi adıma yaptıklarımızı özel ve ayrıcalıklı bir insan olmak olarak hiçbir zaman tanımlamadım. Savcı bey mütalaasında bir gerçekliğe parmak basarak kişisel bir çıkar hesabı gütmediğimizi ifade etmişti. Doğal ve insana özgü şeylerdir yapmaya çalıştıklarım. İnsanlık tarihini sınıflar mücadelesi tarihi ve oluşan bilinci de bu gerçeklikle şekillenen bir bilinç olarak görmek, tarihsel seyri ve günümüzü bu bilinçle kavramak kişisel böbürlenmeyi reddeder. 

Hepsinden de öte, bana olmadığım bir nitelik atfediliyorsa, savunduğum değerlerin tam karşıtı olan tanımlamalar üzerinden cezalandırılmak isteniyorsam bu suçlamalara karşı tüm aklım ve bilgimle karşı çıkmamdan daha doğal bir şey olabilir mi? Tıpkı savcı beyin tüm aklını ve hukuksal bilgisini kullanarak davayı meşru göstermeye çalışması gibi. Ben de kendi cephemden bu davanın ve yargılamanın meşru olmadığını söylüyorum. Verili ceza yasasına göre meşru olması hatta Anayasal bir metne bürünmüş olması da  benim meşru olmadığı iddiası ile sorunu ele almamı engelleyemez. Kaldı ki, biraz daha zorlansa ‘’çocuk katili’’ ilan edileceğiz. ‘’Politik karşıtlarını öldürme’’ zaten bu davanın temel argümanlarından biri olarak kullanılıyor. Ne yapalım? Olmayan bir şeyi doğru olarak mı kabul edelim? 

Ayrıca, siz beni TKP/ML’li olmakla suçlamıyorsunuz, siz beni politik karşıtlarını öldüren ya da öldürmeyi doğru gören, bu anlayışını çocukların öldürülmesine kadar genişleten, terörizmle nitelendirilen bir TKP/ML’li olmakla suçluyorsunuz. Bu ikisi birbirinde apayrı olan şeyleridir. İki ayrı ve birbirini red ve mahkum eden nitelik tanımlamasıdır. 

İkincisi; davanın ‘’büyüklüğü’’ meselesini biz söylemiyoruz ki, bunu iddia makamı anlattıklarıyla ve yaptıklarıyla söylüyor. Yıllarca bu dava için seferber olunmuş, teknik ve fiziki takipler yapılmış, toplamda milyonlarca Euro’nun harcandığı, onlarca devlet görevlisi ve çalışanın işin içinde olduğu, karşılıklı konukların ağırlandığı, anladığım kadarıyla Almanya’nın en nitelikli mahkeme üyelerinden seçimler yapıldığı, hapishanede kaldığımız süre boyunca her birimizi ayrı ayrı getirmek için birçok aracın ve onlarca polisin seferber edildiği…bir davaya doğal olarak böyle bir niteleme yapılacaktır. Aslında bu tanımlamadan savcılık makamı kendisine de pay çıkarabilir. Öyle ya, bu dava uzun yılların en büyük davalardan biri olarak tanımlanıyorsa demek ki, savcılık makamını oluşturanlarda bu büyüklüğe uygun nitelikte kişilerden oluşturulmuştur değil mi? 

Aslında bu serzenişin temelinde ‘’bir türlü suçlu olduklarını kabul etmiyorlar’’ düşüncesi bulunmaktadır. Ne yapalım? Yalan mı söyleyelim? Hani gerçekleri konuşuyorduk! Politik karşıtlarını hatta çocukları öldüren ya da öldürmeyi göze alan bir anlayışın savunucusu ya da destekçisi gibi suçlamaların merkezine oturan iddialar var ve benden bunu kabul etmemi bekliyorsunuz.

Savcı bey okuduğu mütalaasında öz olarak, bu davanın bizlerin iddia ettiği gibi; Türk-Alman devletleri arasındaki çıkar ilişkisinin bir sonucu oluşturulmadığı, politik bir dava olmadığı, burada TKP/ML’nin terörist eylemlerinin ve bu terörist eylemleri gerçekleştiren örgütün yönetici ve üyelerinin yargılandığını iddia etmeye devam etti. Ayrıca, bizlerin iddia ettiği gibi burada komünist düşüncelerin ve komünist olmanın değil terörist olmanın yargılandığını belirtti. Diğer taraftan da TKP/ML’ye yönelik tanımlamalar yaparken yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarıya tüm örgütün hem birbirlerine hem de halka hesap verme prensibi ile işlediğini söyledi. Yani, TKP/ML’nin illegal bir örgüt olmasına rağmen oldukça demokratik, şeffaf bir örgüt olduğunu ifade etmiş oldu. TKP/ML’yi bir kenara bırakalım hangi örgüt, parti ya da herhangi bir amaç çerçevesinde biraraya gelmiş insanların oluşturduğu bir topluluk böyle işliyorsa demokratik yanları oldukça gelişkinmiş diye takdir etmek gerekir. Darısı burjuva partilerin de başına diyelim. 

Savcı bey bunları tabii ki negatif anlamda bir şeyleri ispatlamak için söylüyor ama bunu yapmaya çalışırken dediğim gerçeği de itiraf etmiş oluyor. Diğer taraftan iddia makamı, davanın açılmasından tutalım da yürütülüş mantığına kadar söylediklerimizin gerçeği yansıtmadığını söylemiş oluyor. Peki gerçekte olan nedir? Ya da savcılık makamının temsilcisinin söyledikleri gerçekliğin ne kadarını yansıtıyor? Bunu doğru olarak anlayabilmek için için başta yargılamaya temel oluşturan maddenin kendisi olmak üzere, operasyon ve tutuklamanın gerçekleştiği koşulları, dava sürecinde savunmanın kimi meselelere ilişkin sunduğu dilekçelere verilen yanıtlarda ortaya konulan bakış açılarını, sorunların ele alışını ve işletilen mantık yürütümünü belli örneklerden yola çıkarak değerlendirmek gerekir.

Önce duruma ithafen şöyle bir giriş yapayım:

‘’İran Şahı ferman çıkarmış tüm develer öldürülecek’’ diye. Tilki can havliyle dağlara kaçmış. Tilkiye sormuşlar; ‘’Ferman develer için sen niye kaçıyorsun’’ diye. Tilki; ‘’Deve olmadığımı ispatlayana kadar postum Tahran’da satışa çıkar’’ demiş. Bizde de durum bu minvalde seyrediyor.

Mahkeme sürecinde sık geçen bir cümle vardı: ‘’Gerçeğin ortaya çıkarılması ya da gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlamak!’’. Tutuklanmamızın üzerinden beş ve mahkemenin başlamasından bu yana ise dört yıldan fazla bir zaman geçti. Bu zaman zarfında yargılayanlar ‘’kendi gerçeklerini’’ yargılananlarda ‘’kendi gerçeklerini’’ tanımlamak için ellerinden geleni yaptılar. Ortaya çıkan sonuç, birbirini ret ve mahkum eden iki ‘’gerçeğin’’ olmasıdır ki, bu ‘’mantık’’ dışıdır. Bir olay ve olguya baktığımızda, onu değerlendirdiğimizde neredeyse ‘’ak’’ ve ‘’kara’’ gibi birbirinden farklı iki sonuç ortaya çıkıyorsa, taraflardan bir tanesi yanlış yapıyor, gerçeği kendisine göre eğip büküyor, kendi gerçekliğini yaratıyor anlamına gelir. 

‘’Gerçeğe ancak tek yoldan gidilir, ama ondan uzaklaştıran binlerce yol vardır’’. Derler ki, gerçeğin/hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur, gerçeği/hakikati savunmak gerekir. Tam da bu yüzden gerçeğe nasıl ulaşacağımızı bilmeli, öğrenmeli ve gerçeği yaşamın merkezine koymak için çaba göstermeliyiz. Hele de ‘’adalet’’ dağıtıyorsak! 

Peki, özgülümüzde gerçek nedir ve gerçeğe nasıl ulaşabiliriz? Bize dayatılanlar, öğretilenler ya da bizim öğrenmemiz istenenlerle mi? Yoksa ‘’bilime çıplak girmek gerekir’’ sözünde olduğu gibi gerçek karşısında ‘’çırılçıplak’’ olarak mı? Bunu yapabilmek hem çok kolay hem de çok zordur. Zordur, çünkü, gerçeği savunmak her zaman zor ve bedeller ödemeyi gerektirir. Statükoya karşı çıkmak, konforunu tehlikeye atmak, çevre baskısını göze almak yerine, mevcudun peşinden sürüklenmek, mevcudu onaylamak daha tercih edilir bir davranış biçimidir. Bu yüzden de insanlar genel olarak mevcudun bir parçası olmayı tercih ederler. Böylece görev yerine getirilmiş, vicdanlar rahatlatılmıştır. Bu mahkeme sürecinde de benzer bir biçimde görevler yerine getiriliyor, vicdanlar kurtarılıyor! Bunun için Alman Ceza Yasası, o da yetmediğinde Anayasa’dan gerekçeler sunulduğunda ortada sorun kalmamış oluyor! Tam da bu yüzden Türk devletinin niteliği, işgalciliği bir anlam ifade etmiyor, Alman güvenlik güçlerinin defalarca Türk meslektaşlarıyla buluşması sorun olmuyor, Alman güvenlik güçlerinin Türkiye’ye gidip soruşturmalarda yer alması normalleştiriliyor, mahkeme belgelerinin yetkili olmayanların elinde olması sorun edilmiyor, ‘’dış politik çıkarların belirleyiciliği’’ gibi siyasetin yargının üzerinde tahakküm kurmuş olmasının sözü dahi edilmiyor, doğru görülüyor… Çünkü, yasalarda, olmadı Anayasada tüm bunları meşru gören bir madde mutlaka bulunabiliyor. Bunlara birebir denk düşen bir madde yoksa bu defa da yorum yapılarak haklılık gerekçesi üretilmiş oluyor.

Hukuk alanı egemen sınıfların kendisini yasladığı en önemli alan olmuştur, çünkü, toplumlar ve tek tek bireyler mevcut hukuk anlayışı ve yasalarla egemen sistem içerisinde tutulmaktadır. Bu yüzden egemen sınıflar kendilerini ve sistemlerini güvence altında tutabilmek için ihtiyaç duydukları şekilde hukuk anlayışını ve doğal olarak da yasaları biçimlendirirler. Hangi ülkeden söz edersek edelim sınıf farklılıkları üzerinden inşa edilmiş bir hukuk sistemi görürüz. Bin Euro vergi kaçıran ya da otobüse kaçak binen ve cezasını ödemeyen insanlar gözaltına alınır, mahkemelerce yargılanır, tutuklanır ama milyonlarca hatta milyarlarca vergi kaçıranlara dokunulmaz. Ya da her kriz anında küçük esnaf batar, küçük işletmeler iflas eder ama bu Pandemi sürecinde de gördüğümüz gibi devlet çalışanların halkın vergilerinden elde ettiği milyarlarca Euro’yu büyük tekellere gözünü kırpmadan verir. Neden? Çünkü, devlet dediğimiz o büyük tekellerdir ve tüm mekanizmalar, kurumlar, politika bu grupların korunması üzerine inşa edilir. Bu gerçeklikler nedeniyledir ki hukukun adil olma sorunu vardır. Doğası gereği adil olmakta zorlanır. Adli vakalarda adalet dağıtmak nispeten kolayken politik zemim üzerinden şekillenen davalarda ise yargılama kürsüsünde olanlar için bu oldukça zor bir iştir. Çünkü, bu durumda devletin bir kurumu devletin temel belirleyici kurum ve politikalarıyla karşı karşıya gelmeyi göze alabilmelidir. Takdir edersiniz ki, bu nadiren gerçekleşen bir karşı duruştur. Bu tür süreçler daha çok alınan kararı meşrulaştıracak, yasalara uygun hale getirecek bir düşünsel ve pratik hat üzerinden şekillenir. Esas olarak bunda absürt bir durum yoktur ve eşyanın doğasına uygundur. Bizim karşı karşıya olduğumuz hukuk süreci de buna uygun işlemektedir. Özcesi, karşımızda tam bu ihtiyaçlara göre biçimlenmiş bir hukuk ve adalet anlayışı durmaktadır. 

Günümüz ceza hukukunda hakim olan felsefe, geçmişin tanrı kutsallığı ve tanrının emirlerinin tartışılmaz, mutlak doğrular olduğu kabulünün yerini devletin/sermayenin kutsallığı ve kutsal sermayenin temsilcisi olan kapitalist devlet ve temsilcilerinin ortaya koyduklarının tartışılmaz olduğu anlayışıdır. Abartılı bir tanımlama mı? Bunu anlamanın yegane yolu devletin/egemen sınıfın niteliğine ve kendisini varediş kodlarına ve bunların üzerinde biçimlenen temel çıkarlarına dokunulduğunda gösterdiği reaksiyonlara bakmaktır. 

Burada egemenlik tarzı ve niteliğinin somut karşılığı ve dokunulduğu düşünülen nokta, ‘’Alman devletinin dış politik çıkarları’’ olarak kendisini göstermektedir. ‘’Dış politik çıkar’’ denilen durum Alman devletinin niteliğinin, hakim olan egemenlik biçiminin doğrudan sonucudur. Türk devleti ile sürdürülen ilişki de bu çerçevededir. Türkçedeki şu deyime uygundur: ’Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’. Size benzemeyen ya da sizinle benzer özellikler taşımayan birisiyle arkadaş olmazsınız, değil mi? Ya da çevrenizdeki insanlar içerisinde kendinize yakın hissettiğiniz kişilerle arkadaş olmayı tercih edersiniz. Bu çok net bir seçme biçimidir. Devletler de bunu yapar. Dışarıdan bakıldığında birbirinden çok farklı görünen devletlerin bile yakından incelendiğinde ortak noktalarının çokluğu karşısında şaşırırsınız. Örneğin Almanya ile Türkiye arasında dışardan bakıldığında çok fazla (Almanya’nın geçmişini bir kenara bırakırsak) ortak nokta yoktur. Bir tanesi burjuva demokrasisinin en ileri olduğu ülkelerden biridir diğeri ise faşist bir diktatörlüktür. Bu iki devletin temsilcileri zaman zaman karşılıklı öyle kabadayılıklar yapar, birbirlerine öyle ağır eleştirilerde bulunurlar ki ‘’bu sözler kavgada bile söylenmez’’ ve aradaki ilişkinin düzelmesi çok zor diye düşünürsün. Fakat, sen düşünmeni bitirmeden bir bakarsın Merkel Türkiye’ye gitmiş nefis boğaz manzarasında işlemeli koltukta Erdoğan’la basına gülücükler dağıtıyor ya da Erdoğan’ı eleştiren bir gazeteciye Almanya’da hakaret davası açılmış. Demek ki, karşılıklı onca hakaret ve suçlamaya rağmen onları birarada tutan ve kişisel hakaretleri dahi yutmaya götüren daha önemli bir şey var! Her şeye rağmen karşılıklı hassas olunan ve korumaya alınan özel ve temel bir nokta mevcuttur ki, tükürdüğünü yalamak mecburiyetinde kalınır! 

Bu aynı zamanda kendi niteliğini oluşturan parçaların kıskançlıkla korunmaya çalışılmasıdır. Dolayısıyla, hukuk ve yasalar da bu ‘’kıskançlıkla korumaya alınan’’ olguların korunması ve meşrulaştırılmasına göre biçimlendirilmektedir. Herkesin gözleri önünde ve bizzat yasa maddesinin kendisinde de bu gerçeklik apaçık ortaya konulmaktadır. Bu yüzden, mahkeme süreci, daha baştan bizler tarafından politik bir kararın uygulanması olarak tarif edilmişti. Bu tespit ajitasyon olsun diye söylenen bir tespit değildir. Aradan geçen zaman ve yaşananlar bu tespiti doğrular niteliktedir. Buna karşılık iddia makamı olarak sizler ilk başta takındığınız tavrı korudunuz ve ısrarla, bu davanın politik bir dava olmadığını savundunuz. Size göre ortada bir ‘’terörizm’’ sorunu vardı ve yargılama gayet hukuksal gerekçeler etrafında şekillenmekteydi. Dolayısıyla da yargılamak ve cezalandırmak gerekiyordu.

Bu kişilerin ezici bir çoğunluğunun şu anda ‘’terör örgütü’’ olarak gösterilmeye çalışan TKP/ML ’den Türkiye’de yargılanmış, hapis yatmış, işkence görmüş ya da aranıyor olmaları ve bu kişilerin yine ezici bir çoğunluğunun tam da bu nedenden dolayı Almanya’da dahil Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden politik mülteci statüsü almış olmaları da önemli değildi. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığını yapmış Süleyman Demirel’in dediği gibi, ‘’Dün dündü, bugün bugün’’! Dün mülteci statüsü tanımak hukuksal açıdan doğruydu, bugün yine aynı nedenden dolayı ‘’terörist’’ olarak yargılamakta! Hikaye bu ya, sarhoş bir Hristiyan, kılığından Yahudi olduğunu anladığı birinin yakasına yapışıp dövmeye başlamış. Yahudi ‘’Ağam durup dururken bana neden vurursun?’’ deyince Hristiyan ‘’Siz Hazreti İsa’yı çarmıha germişsiniz’’ demiş. Yahudi ‘’Ağam o 1500 yıl önceydi’’ deyince Hristiyan biraz durakladıktan sonra ‘’Olsun! Ben yeni duydum diyerek dayağa devam etmiş! Kıssadan hisse! Alman Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı ve Alman yargısının davranışıyla ne kadar  da benzer değil mi?

Tam da bizlerin tutuklandığı bu dönemde, emperyalistler ve içinde Türk devletinin de yer aldığı bölge gerici güçleri tarafından ortaya çıkarılan, beslenip büyütülen, insanları diri diri yakan, on binlerce insanı en vahşi yöntemlerle öldüren, kadınlara, çocuklara tecavüz eden, köle olarak alıp satan, Almanya dahil dünyanın birçok yerinde katliamlar yapan ve resmi verilerle, binlerce insanı yine Almanya’nın da içinde bulunduğu ülkelerden adeta turizm ajantaları gibi toplayıp savaştırmak için Irak, Suriye, Libya vb. savaş bölgelerine götüren şeriatçı çeteler ortalıkta cirit atıyordu ama Alman devleti ve yargısının yoğunlaşması gereken ‘’komünist teröristler’’- TKP/ML, Almanya, Avrupa ve dünya barışı için esas tehlikeydi! Öyleyse, ne yapmak gerekiyordu? Bir Hollywood senaryosu kıvamında evleri, adresleri, çalıştıkları işyerleri belli insanları Avrupa’nın diğer ülkelerinin polislerini de dahil ederek, özel kuvvetler eşliğinde helikopterleri de unutmadan, aynı gün aynı saatte toplamak gerekiyordu ki, ‘’tehlike’’ ile orantılı bir ‘’önlem’’ olsun! Böyle yapınca, olay daha ciddi bir görünüme kavuşuyordu! Bu da yetmezdi, madem bunlar Alman devleti açısından ‘’en tehlikeliler’’, ‘’en önce toplumdan izole edilmesi gerekenlerdi’’ o halde tutuklamak da yetmezdi. Tutuklananlar ‘’özel muameleye’’ tabi tutulmalıydı. Bırakalım birbiriyle görüşmelerine izin vermeyi, diğer tutuklularla dahi aylarca görüşmemeliydiler. Bunun içinde, büyük bir lütuf olan yirmi dört saat içinde bir saatlik havalandırmaya çıkışta da yalnız olmalıydılar. Öyle ya, diğer tutuklulara ‘’terörizm’’ bulaştırabilirlerdi. Bu kadar da yetmezdi, ziyaretçileriyle cam arkasından ve ziyaretçinin yanında bir polis ve bir tercüman olmalıydı. Olabilir ya, davaya etkide bulunabilecek bilgi alışverişi yapabilirlerdi! Bu önlemler de yetmezdi, avukatlar da güvenilmezdi, o halde avukatlarla yapılan görüşmeler de cam arkasından yapılmalıydı. (Avukat görüşünün cam arkasından ve aile ziyaretinin polis eşliğinde yapılması Türkiye’de dahi olmayan bir uygulama bunu da bilelim) Ne de olsa Alman devleti ve hukukunun ‘’RAF tecrübesi’’ vardı (Ama tüm bunları yaparken unuttukları küçük bir detay vardı ki, o da Alman halkının bir de Nazi iktidarı ve uygulamaları tecrübeleri vardı. Ama, dediğim gibi, o ‘’küçük bir detaydı’’ ve çoktan unutulmuştu!). 

Halbuki 8 Mart 2020 tarihinde Almanya Cumhurbaşkanı Walter Steinmeier ikinci emperyalist paylaşım savaşının sona ermesinin 75. Yıl dönümünde şöyle bir uyarıda bulunuyordu: ‘’…benim kuşağımdan Almanlar için bu ülkenin geçmişinden ders çıkarmak on yıllar aldı. Komşularımızın bize tekrar güvenmesi, temkinli ilişkiler kurması on yıllar aldı…Tarihimizle mücadelemiz ve demokrasinin olgunlaşması on yıllar aldı. Bu mücadele bugün de sürüyor. Hatırlama süreci asla sona ermez. Tarihimizden kurtulmamız asla mümkün değildir. Hatırlama olmadan geleceğimizi kaybederiz. Biz Almanlar geçmişin yüzüne bakabildiğimiz ve tarihi sorumluluklarımızı kabul ettiğimiz içindir ki dünya halkları ülkemize yeniden güvenmeye başladılar. Ve işte bunun içindir ki, biz de bu Almanya’ya güven duyuyoruz. Aydınlanmış ve demokratik yurtseverliğin ruhunun odağı budur. Alman yurtseverliği bu kırıklar olmaksızın var olamaz. Aydınlık ve karanlığa dair net farkındalık, neşe ve hüzün, minnettarlık ve utanç. Rabbi Nachman ‘Bir kırık kalp kadar bütün bir kalp yoktur’ demişti. Almanya’nın geçmişi- milyonların katlinin ve milyonların acı çekmesinin sorumluluğundan ötürü- kırıklar içinde bir geçmiştir. Bu bizim kalbimizi kırıyor. Ve bu nedenle diyorum ki, bu ülke ancak kırık bir kalple sevilebilir. Bunu kaldıramayan ve geçmişimize bir çizgi çizilmesini isteyenler, sadece savaş ve Nazi Diktatörlüğü (nün sonucu) olan felaketi inkar etmiş olurlar. Onlar aynı zamanda o günden beri elde edilen tüm iyiliklerin değerini düşürmüş ve demokrasinin özünü inkar etmiş oluyorlar. ‘’İnsan onuru ihlal edilemez’’. Anayasamızın ilk cümlesi budur ve Auschwitz’te yaşananların, savaşta ve diktatörlük altında yaşananların hafızalardaki bakiyesi olarak kalacaktır. Hatırlamak yük değildir. Yük olan hatırlamamaktır. Utanç verici olan sorumlulukları itiraf etmek değil, inkar etmektir! 75 yıl sonra hala devam eden tarihsel sorumluluğumuz nedir? Bugün duyduğumuz şükran bizi müsterih hissettirmeli. Şunu asla unutmamalıyız ki, hatırlama (kendimize karşı) bir meyden okuma ve mecburiyettir. Savaştan sonra ‘’Bir daha asla!’’ diye yemin ettik…’’ Bence de asıl hatırlanması gereken Steinmeier’in bahsettiği zamanlar ve o zamanları yaşatan anlayışlardır (Türkiye ile ilişkiler özgülünde bu doğru anlayışa uygun hareket etmemiş olsa da!). Tabii ki herkes kendisine uyanı kendi tarihi olarak ele alır ve o tarihten güne ve geleceğe bakar. Böyle olunca da herkes kendi tarihini devam ettirir.

Bu çizimi kendim yapmıştım. Tahliye edilene kadar günün 23 saatini geçirdiğim München Stadelheim Hapishanesindeki hücre. Gelişkin demokrasi bu işte.

1)pastedGraphic.png

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Böylece bizlerde pratikte bir kez daha hukukun nasıl ve neye göre işlediğini görmüş oluyoruz. Tam da bu gerçeklikten dolayıdır ki; Tarih felsefelerinin insandan, iktisadi özneden, gereksinimden, hırsızlıktan, haksızlıktan, tinden, özgürlükten söz ettikleri yerde- hatta toplumdan söz ettikleri yerde- Marx, üretim biçiminden, üretici güçlerden, üretim ilişkilerinden, toplumsal kurtuluştan, altyapıdan, üstyapıdan, ideolojilerden, sınıflardan, sınıf savaşımlarından vb. söz etmiştir. Dikkatlerimizi hurafelerden, egemen güçler tarafından inşa edilen ‘’tarih okumalarından’’ kurtardığımızda gerçeği tanımlamaya daha yakın sonuçlar elde edebileceğiz. Çünkü, dünyamızda yaşananlara kaynaklık eden temel nedenin bulunması yaşananları anlamamızı kolaylaştıracaktır. 

Diyebiliriz ki, gerçeği bilmek gerçeği savunuyor olmak anlamına gelir mi? Bu sorunun yanıtı hayırdır. Çünkü, bireyler topluluklar, sınıflar, gruplar soruna kendi çıkarları ekseninde bakarlar. Kabaca ifade etmek gerekirse, herkesin dünyayı yorumlamada kullandığı bir düşünce tarzı, bir felsefesi vardır ve bunlar farkında olalım ya da olmayalım bir sınıf tavrına denk düşer. Konumuz bağlamında yer alan ceza hukuku da bir felsefeye sahiptir, onu şekillendiren bir felsefi bakış açısı olmadan, yani, felsefesiz ceza kanunu olmaz. Neyin ve kimin felsefi bakış açısıdır hakim olan? Hangi değer yargılarını, hangi vicdani kanaatleri, hangi kutsallıkları kendisinde barındırır? Neyi öncelik olarak ele alır? Hukuk, adalet, yasalar hangi zeminde varolmaktadır ve neyi hedefler? Adalet dağıtmakla mükellef oldukları söylenen, bu noktada yeminler etmiş olan, hukuk sistemini temsilen gözleri bağlı, bir elinde terazisi ve diğer elinde kılıcı olan, kimsenin önünde hazırola geçmesin kimsenin önünde düğmelerini iliklemesin diye cübbelerine düğme dikilmemiş olanlar buna uygun bir kimlikle kendi varoluş ve pratiklerini gerçekleştirebiliyorlar mı? Bütün bunların cevabını kahvemizi içerken ya da dost muhabbetlerinde yaptığımız konuşmalarda alamayız. O tür ortamlarda aşağı yukarı insanların çoğunluğu demokrattır ve hatta herkes birbirinden daha fazla özgürlükçü, eşitlikçi, adaletlidir! Özgülümüzde bu soruların cevaplarının gerçekliğinin ortaya çıktığı ve karşılık bulduğu alan, yargılama sürecinin gerçekleştiği mahkeme salonudur. Gerçek anlamıyla adil olup olmamak, gerçek anlamıyla demokratik değerler taşıyıp taşımamak, vicdan sahibi olmak ya da olmamak, bağımsız olup olmamak buralarda sınanır. 

Dünya üzerinde kendi gerçekliğini yaratıp sonra ona inanan tek canlı insandır. Gerçeğin ne olduğu insanların çoğunluğunu ilgilendirmez. İnsanlar kolay ve çıkarına uygun olanı seçmeye şartlandırılmışlardır. Bu yüzden, gerçek, tarihten bu yana her zaman küçük bir azınlığın elinde olmuştur. Çünkü, gerçeği savunmak farklı bir bilinç ve bu bilincin üzerinde şekillenmiş ahlaki, vicdani sorumlulukları savunabilme cesareti ister. İnsanlık tarihi bu insanların onurlu, kararlı ve baş eğmez duruşları sayesinde ileriye doğru adımlar atabilmiştir. Ekonomiden siyasete, sanattan bilime hep böyle olmuştur. Adalet olgusu da bunlardan bağımsız değildir. Eğer tarihin çarkları ileriye doğru döndürülmemiş olsaydı ve bu çarkın ileriye doğru dönmesi için uğraşanlar olmasaydı, insanlık koyu karanlıklar içinde yaşamaya devam edecekti. Çünkü, güçlü olan, gücü elinde bulunduran her daim statükocu olmuş ve bu statüko üzerinden kendisini varetmiş olduğu için ısrar ve inatla elindeki tüm olanakları kullanarak egemen sistemin devamını sağlayacaktır. 

Hukuk ve adalet olgusu toplumun bütününün günlük  yaşamını dahi doğrudan ilgilendirdiği için bu alandaki çatışmalar, arayışlar ve ortaya çıkan sonuçlar hayati derecede önemli olmuştur. Bu yüzden de insanlar ister felsefi ister dini ister siyasal biçimlerde ifade etsinler her daim adil toplum arayışı içinde olmuşlardır. Bu durdurulamaz bir süreçtir. Zamanlarının tartışılmaz olduğu düşünülen doğruları bu yüzden tarihin çöplüğüne atılmıştır. Günümüzde de ileriyi temsil edenle geriyi, statükoyu temsil eden iki ayrı çizgi ve benzerlerini kendi etrafında toplayarak temsil eden iki düşünce arasındaki çatışma devam etmekte, gericilik elinde tuttuğu güç sayesinde tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmek istemektedir. Fakat bu nafile bir çabadır. Ağır ve sancılı da olsa zaman zaman geriye dönüşler ve geriye düşüşler yaşansa da tarih ileriye akmak zorundadır. 

Çünkü, insanlık bu vahşi kapitalist sistemden çok daha iyisine layıktır ve bunun için insanlar dünyanın her tarafında mücadele etmektedir. Emperyalist kapitalist sistem işçinin, emekçinin, kadının, çocuğun, ezilen ulus ve milliyetlerin, farklı inançlara mensup insanların, LBGTİ’lerin, doğanın ve çevrenin düşmanıdır. Tüm bu eşitsizlik ve haksızlıkları yeniden yeniden üreten, üretmek zorunda olan bir sistemdir. Tersini yapması doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, insanlık düşmanı bu sisteme karşı mücadele etmek meşrudur, yargılanamaz. Hitler’de somutlanan Nazi iktidarı Nasyonal Sosyalizme, Mussolini’ de somutlanan İtalyan faşizmine karşı mücadele etmek nasıl meşru, onurlu ve erdemli bir davranış olmuşsa Türkiye’deki faşist diktatörlüğe karşı mücadele etmek de o denli meşru, onurlu ve erdemli bir duruştur. Tam da bu yüzden diyorum ki, Türkiye’de hüküm süren insanlık düşmanı faşist diktatörlüğe karşı mücadele etmek ve onun yıkılmasını istemek meşrudur ve yargılanamaz. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, insanlığı açlığa, yoksulluğa, bitmek tükenmek bilmeyen haksız savaş ve çatışmalara, devlet terörüne, işkencelere, gözaltında kayıplara, toplu infazlara, doğanın emperyalist tekellerin bitmek tükenmek bilmeyen kar hırslarına kurban edilmesine, ırkçılıkla insanların birbirlerine düşman edilmesine…son vermek için mücadele etmek insanı değerlerin en ileri seviyesidir. Bu yüzden, komünistleri, bütün bunların olmadığı bir dünya yaratma mücadelelerinden dolayı ‘’terörist’’ olarak görmek herkesin açıkça gördüğü vahşi kapitalizmin sonuçlarını onaylamakla eş anlamlıdır. Ben bu vahşi kapitalist sistemi onaylamıyor ve değişmesini istiyorum. Elimden geldiğince, aklımın yettiğince bunu yapmaya çalışıyorum, fakat iddia ettiğiniz ve göstermeye çalıştığınız gibi ne rejimin niteliğinden sorumlu olmayan insanları hedef alarak ne de ‘’halklar arası düşmanlık’’  yaratmaya çalışarak bunu yapıyorum. 

Peki terörizm suçlamasının asıl muhatapları kimler olmalıdır ve neden?

Asıl teröristler ve terör destekçileri bu vahşi kapitalist sistemin yarattığı insanlık düşmanı sömürü ve baskı sistemini koruyan kollayan, yaşatan ve tüm bunlara karşı mücadele edenleri katleden, işkence eden, özgürlüklerini ellerinden alan, en temel insani ve demokratik hakların dahi kullanılmasına müsaade etmeyen, insanların gözaltlarında kaybeden, asit kuyularında yok eden, toplu mezarlara gömen, başka ülke topraklarını işgal edip onbinlerce insanın ölümüne, yaralanmasına, mülteci olmasına neden olan, evlerini, şehirlerini başlarına yıkan, ‘’demokrasi ve insan hakları’’ yalanı altında dünyanın birçok yerini en ileri teknoloji ile donattıkları uçakları, füzeleri ve hem resmi hem de paralı askerleriyle kana ve gözyaşına boğan, diktatörlerle ittifaklar kuran, onlara hakaret edenleri dahi yargılayan, şeriatçı ve ırkçı gericilere hem siyasal hem askeri destek sunup kadınların, çocukların seks kölesi olarak alınıp satılmasının bir parçası olan, kendi insanlarının dahi katledilmesinin birinci dereceden sorumlularıyla dostluğunu devam ettiren…ve tüm bunların sorumluları ya da bir parçası olmalarına rağmen ‘’demokrasi havarisi’’ kesilenlerdir. 

Politik oyunlar, çıkar ilişkileri ne kadar ustaca tasarlanmış olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyemez. Dün nasıl ki, Hitler, Mussolini, Salazar, Pinochet vb. isimlerde somutlanan diktatörlüklere karşı mücadele etmek, direnişçilerin şiddet, araç ve yöntemlerine başvurmalarına rağmen meşru olarak kabul görmüşse, bugün Suriye’de, Libya’da “muhalifler” nasıl meşru güçler, mücadeleleri de meşru mücadeleler olarak kabul görüyorsa, bu durum Türkiye’deki faşist diktatörlüğe karşı mücadele eden güçler açısından çok daha fazla kabul görmesi gereken bir haktır. Adaletli, tutarlı ve doğru tavır bunu gerektirir. 

Katledilen, işkence gören, hakları sürekli gasp edilen, hapishanelere doldurulan, sokak ortasında öldürülen, gözaltında kaybedilen, tecavüze uğrayan, evleri, şehirleri tanklarla toplarla yakılıp yıkılanlara direnmeyi, karşı koymayın, itaat edin demek zalimin yanında olmak, tüm bu vahşete de dolaylı da olsa ortak olmak demektir.

Zulme adalet, yalana gerçek, sürüleşme haline düzen demekle ne zulüm adaletin ne yalan gerçeğin ne de sürüleşme hali düzenin yerine geçebilir. Türkiye’deki hüküm süren rejime diktatörlük dememek için, insanın ya kör ve sağır ya da çıkarlar tarafından körleştirilmiş, sağırlaştırılmış olması gerekir. Suriye’deki Esad diktatörlüğünden çok daha koyu bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Türkiye’de Türk devletine karşı mücadele eden güçleri “terörist” olarak değerlendirme gayretinin masumane ve hukuksal normlar içerisinde ele alınamayacağı açıktır. Bir taraftan şeriatçı faşist çetelerden, bu çetelerin uyguladığı vahşetten bahsedip bu çetelere karşı uluslararası koalisyonlar oluştururken diğer taraftan Suriye, Irak ve Libya’daki çetelerin baş koruyucuları ile “terörizmle mücadele kapsamında ortak hareket etmek” somut olarak şeriatçı çeteleri desteklemek, var olan vahşetin yandaşı olmak ve nihayetinde de Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin karşısında faşist diktatörlüğün ise yanında yer almaktır.

‘’Şiddetli denir asi ırmağa ama kimse şiddetli demez onu sıkıştıran yatağa’’ diye  Bertol Brecht’in bir sözü vardır ve bu söz Türkiye ve Türkiye Kürdistanlı devrimcilerin kendilerini varediş ve mücadele yöntemlerini anlamak açısından önemlidir. Çünkü, bu cümlede sonuç ve neden arasındaki diyalektik bağlantıya oldukça güzel bir biçimde dikkat çekilmektedir.Açıklamalarınızdan anlaşıldığı kadarıyla, TKP/ML’nin “terör örgütü” olma gerekçelerinizden bir tanesi de “TKP/ML’nin kuruluşundan itibaren illegal ve şiddeti de mücadelesinin bir parçası olarak kabul eden bir hareket olmasıdır. Bu meselede doğru bir sonuca ulaşabilmek için, neden ve ne zaman Türkiye’deki devrimciler şiddeti de mücadelelerinin bir parçası olarak benimsemişlerdir? Keyfi bir tercih mi yoksa koşulların dayatması sonucu mu bu yönelime girmişlerdir? vb. sorularına doğru yanıtlar verebilmek gerekmektedir. TKP/ML kadın ve çocuk haklarından çevre sorununa, işçi ve emekçilerin ekonomik demokratik haklarından öğrencilerin bilimsel eğitim almalarına, erkek egemen zihniyetin ortadan kaldırılmasına, LBGTİ’lerin hak alma mücadelesine, farklı inanç gruplarının eşit statü kazanmalarına… yani insanı ilgilendiren ve insana ait ve hak olan hemen tüm meselelerde çaba sarfetmektedir. Bütün bunları yapmayan bir hareket kendisini eşit, adil ve özgür bir toplum yaratma mücadelesinin bir parçası ya da sürdürücüsü olarak göremez. 

Tabii, bu dava sürecinde sıkça geçtiği şekliyle bu tür demokratik mücadele çabasını bunlar TKP/ML’nin ‘’paravan örgütleri’’ ve TKP/ML’nin ‘’amaçlarına hizmet ediyor’’ biçiminde negatif anlam yüklediğinizde TKP/ML’yi yalnızca şiddetle kendisini var etmeye çalışan bir organizasyon olarak gösterme çabanıza haksız bir gerekçe üretmeye devam etmiş olursunuz. Ve böyle yaptığınızda olgunun yalnızca bir parçasını alıp onu öne çıkardığınızda amacınıza ulaşmak için hileli bir teraziye sahipsiniz demektir.

Her olgu ve olay, ancak, somut koşullarıyla, onları vareden etkenlerle sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Akla gelebilecek tüm meselelerde, doğru ve adil bir sonuç, akıl yürütme, ancak böyle bir yöntem izlenirse gerçeği ifade edebilir ya da gerçekliği ifade etmeye daha yakın olur. TKP/ML ve diğer devrimci örgütlerin, Kürt Ulusal Hareketinin yürüttükleri politik mücadelenin bir parçası olarak şiddeti de benimsemiş olmaları, bu hareketleri kuranların “şiddet severliği”, “şiddeti yüceltmeleri” ile ilgili bir durum değil, egemen devletin niteliği ve karşıtı olarak nitelendirdiği kesimlere ilişkin aldığı tavrın biçimiyle ilgilidir. Berlin’de, Amsterdam’da, Londra’da, Paris’te… yaşayan insanların “Polyannacılık” yapmaya koşulları müsaitken, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda, Somali’de, Irak’ta, Nijerya’da, Suriye’de vb. yaşayan, devlet şiddetinin her türlüsüne maruz kalan, devlet şiddetine paralel sivil faşist, dinci terörüyle yaşayan, binlerce insanın gözaltına alınıp kaybedildiği, şehirlerin yakılıp yıkıldığı, cesetlerin parçalanıp yakıldığı, ceset parçalarının çöplüklerden toplandığı bir ülkede yaşayanların, isteseler de, “Polyannacılık’’ yapma lüksleri ne yazık ki bulunmamaktadır. Tıpkı, 1933 sonrası Nazi Almanya’sında yaşayan Yahudilerin, Romanların, homoseksüellerin, sosyalistlerin…olmadığı gibi! Gerçeklere gözlerimizi kapatmakla gerçek, gerçek olmaktan çıkmamaktadır.

Gördüğünüz gibi devlette süreklilik ve faşizmde bir istikrar var. Dün neyse bugün de o. Yani demem o ki, siz başka bir ‘’dünyada’’ bizler başka bir ‘’dünyada’’ yaşıyoruz! Bu gerçeklik anlaşılmadan tüm sözlerinizin hiçbir anlamı olmuyor. Neden olmuyor ona da bakalım.     

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

İddia makamı avukatlarımızın Suriye’de desteklenen silahlı grupları örnek vermesine verdiği yanıtta, “… bu ülkelerdeki politik durum ve bu grupların hedefi karşısında, buradaki keyfiyet karşılaştırılamaz” demektedir. Hepimizin gayet iyi bildiği gerekçeleri bir kenara bırakarak söylersek, bu grupların, Almanya’nın da içinde bulunduğu birçok devlet tarafından silah, askeri eğitim, fiili askeri destek, para ve ayrıca siyasal meşruiyet sağlanarak desteklenme gerekçesi, Esad rejiminin uluslararası demokratik norm ve değerlerden uzak bir diktatörlük olması. Özet olarak, gerekçe bu eksende tanımlamalar üzerinden oluşmakta. Dolayısıyla da böylesi bir rejime karşı silahlı olarak karşı koymak, meşru bir durum olarak Almanya’nın da içinde yer aldığı devletler tarafından kabul edilmiş durumdadır. 

Bu ırkçı ve şeriatçı çeteler toplamının ‘’terörist’’ olmamalarının gerekçesi sanıyorum adlarının Özgür Suriye Ordusu olmasıyla ilintili. Yoksa bu çetelerde dünyanın en gelişmiş mikroskobunu da getirseniz ‘’özgürlük ve demokrasi’’ ile ilgili hücresel düzeyde dahi bir yapı taşı bulamazsınız. Ama denmekte ki, bunlar “terörist” değil, “özgürlük savaşçıları”, öyle ya, zaten adları da “Özgür Suriye Ordusu”! Yani, her biri birbirinden daha fazla “özgürlük aşığı” bu çetelerin! Bence, bu gerici-faşist, her türden şeriatçı ve serseri takımından oluşturulmuş paramiliter güçleri savunurken sizler “bir ayağınızı havaya kaldırıyorsunuz”. Bu bileşenlerle, Suriye ve Libya’ya, Esad ve Kaddafi rejimlerinden daha ileri demokratik rejimlerin geleceği iddiasına “kargalar bile güler”!

Esad duruyor ama Kaddafi gitti! Bu “özgürlük savaşçıları”nın “yeni” ve “özgür Libya’sına bakın bakalım, ne göreceksiniz? Demokrasi diye bir şeyi soracak olursanız, İslamcıların deyimiyle “gelecek inşallah!’’ ama kimse tarih veremiyor.  Türk devletinin fiili olarak savaşın bir parçası olduğu ve Suriye’den sayıları on bin olarak telaffuz edilen cihatçı çete mensuplarını Libya’ya taşıdığı, Rusya’nın paralı askerleriyle iç savaşa müdahil olduğu, ülkenin birçok parçaya bölündüğü ve bu parçaların her birinde bir savaş ağasıyla birlikte şeriatçıların da kendi parçalarında egemenlik kurduğu bir ülke. Libya halkının durumunu sorarsanız her gün kendilerine demokrasi getiren bombaların, kurşunların, köle olarak alınıp satılmanın huzur ve mutluluğu içinde mutlu ve mesut yaşayıp gidiyorlar. Yaratılan bu mutlu ve huzurlu ortam onları öylesine mutluluk sarhoşu yapmış ki, açığa çıkan  adrenalinlerini harcamak için çoluk-çocuk, kadın-erkek on binlercesi botlarla Avrupa’ya geçme yarışması düzenliyorlar. Bu arada Akdeniz’in sularında boğulanlarınsa beceriksiz yarışmacılar olarak elenmeyi hak ettiklerini düşünüyorlar!

ABD ve Avrupalı emperyalistlerin her dediğine “kafa sallamayan” Kaddafi diktatörü gitti ya, önemli olan bu! Türkçe de “alemi aptal sanmak” diye bir söylem vardır. Bu “özgürlük savaşçıları”nın demokrasi getireceğini iddia etmek, “alemi aptal yerine koymak”tır. Kaldı ki, başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin o bölgelerde yaşayan halkların demokratik rejimler içerisinde yaşamalarını istemek, teşvik etmek gibi bir amaçları hiçbir zaman olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. ‘’Hür dünyanın temsilcisi ve özgürlükler ülkesi’’ olarak kendisini dünyanın geri kalanına pazarlamaya çalışan ABD’de 1960’ların ortalarına kadar siyahlarla beyazlar aynı okullara gidemiyordu. Yıl olmuş 2020 ABD’nin ırkçı ve Trump destekçisi polisi bir siyahı boğarak öldürebiliyor. 

Demek istediğim cebinde ne varsa onu çıkarırsın. Emperyalistlerin cebinde ırkçılık var, sömürü var, dünyanın ezilen halklarının alınteriyle birikmiş sermayeleri var. Dünyayı kana ve ateşe boğan silah sanayileri var. Dünyanın kanını emen uluslararası tekeller var. Dünyanın her tarafında özel olarak işkence ve katliamlar yapsın diye eğitip donatılan paramiliter güçler var. NATO’su var, Gladio’su var. Şeriatçı ve faşist örgütleri var. Ha birde kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü manipülasyonları var. Yani olanı budur, kendisinde olmayanı başkasına nasıl verecek? 

Berlin duvarının çökmesinden sonra Yeni Dünya Düzeni gelmişti, ‘’komünist diktatörler’’ ortadan kalkmıştı ve dünya demokrasi ve özgürlükler çağına girmişti. Durum ortada. Komünistlerin hayaletleri Somali’de, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da…savaşlar çıkarmadığına göre ve dünyayı emperyalistler ve bu düzenin destekçileri yönettiklerine göre demek ki, çığırtkanlığı yapılan ‘’demokrasi’’ ve ‘’özgürlük’’ bu olsa gerek.  

Demokrasi, demokratik sistem gibi derdi olanların, dünyanın geri kalan bölümlerini bir kenara bırakalım, Ortadoğu bölgesinde en küçük demokratik hakkın olmadığı, kadınların yanlarında herhangi bir erkek akrabası olmadan sokağa çıkmasının yasak olduğu, radikal İslam’ın ideolojik kaynağı, her türlü şeriatçı terörün finansal destekçisi, hedefe konulan Suriye ve Libya rejimlerinin bu anlamıyla yanına dahi yaklaşamayacak Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve kendi halkının farklılıklarını tanımayan, katliamlar yapan Türkiye’nin desteklediği çete gruplarının demokrasi getireceklerini düşünüyor olmaları mümkün mü? Türkiye dahil, dünyanın birçok bölgesine demokrasi gelmesinin ya da en azından bugünkünden daha ileri yaşam standartlarının oluşmasının birinci koşulu; emperyalistlerin bu bölgelerden ellerini çekmeleri ve bu bölgelerdeki uşaklarını, işbirlikçilerini desteklemekten vazgeçmeleridir.

“… bu grupların hedefi…” nin ne olduğunu geçmişte bizlere somut olarak sunmuş olan bir Afganistan örneği bulunmakta. Afganistan örneği hem bu günkü karışıklıkları hem de bu grupların Türkiyeli devrimciler ve Kürt Ulusal Hareketi’yle “mukayese edilemez hedefleri”ni tartışma götürmez bir örnek olarak gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda, günümüzde dünyanın başında büyük bir bela olarak dolanan IŞID, El Kaide, Boko Haram vb. şeriatçı çete örgütleri ve kaynaklarını daha net biçimde anlamış oluruz. 

İslami çeteler öyle “gökten zembille” inmemişlerdir. İngilizler tarafından bir aşirete kurdurulan Suudi Arabistan Vahabi ideolojisinin ana kaynağıdır. 2015 yılı sonu itibariyle, bu gerici ideolojinin dünya çapında yayılması için Suudi Arabistan’ın 87 milyar dolar harcadığı bilinmektedir. Bu gerici ideoloji diğer Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın geri kalan bölgelerine buradan yayılmıştır. Dini eğitim kitapları, açılan Kuran kursları, bu ideolojiyi yaymak için görevlendirilen hocalara ödenen maaşlar, cami yapımı, gazeteler, televizyon, radyo kanalları, islam kültür merkezleri vs. bu kapsamdaki faaliyetlerden bazılarıdır. İslamcı terör örgütleri ile hangi taşın altını kaldırsanız karşınıza Suudi Arabistan çıkar. Afganistan örneğine dönersek; 30 Nisan 1978’de Afganistan’da iktidara gelen Nur Muhammed Taraki yönetiminde “sosyalistler” rejimi laikleştirdi. Feodalizmin etkisini kırdı, dini bağnazlığı geriletti. Kadınlara eşit haklar tanıdı, çocuk evliliklerini yasakladı, sendikaları yasallaştırdı. Hastaneler, okullar, yollar yaptı. Yaygın, bir okuma-yazma seferberliği başlattı. Küçük çiftçileri destekledi… 

Tabii Sovyet yanlısı bir rejimin yaşamasına ABD ve Suudiler izin vermeyeceklerdi. İlk önce ABD yanlısı bir darbe tezgahlandı. Meşru hükümet Sovyetler Birliği’nden yardım talep etti ve yıllarca sürecek aynı zamanda bölgenin kaderini değiştirecek süreç başlamış oldu. ABD, Suudiler ve Pakistanlılar kırk farklı ülkeden 35 bin şeriatçı teröristi eğittiler, donattılar, silahlandırdılar. Mısır devlet başkanı Enver Sedat Mısır’daki şeriatçılar Afganistan’da savaşsınlar diye otobüslere bindirip gönderiyordu. (Tarihin ironisi olsa gerek ki daha sonra kendisi bu şeriatçılar tarafından İsrail’e yaptığı ziyaret nedeniyle öldürüldü!), Meşhur Usame Ben Laden ve arkadaşları da bunların arasındaydı. İşte özellikle 1980’li yıllarla birlikte her yerde karşımıza çıkan şeriatçı terör örgütleri ve şeriatçı terör böyle var edildi. Bilindiği gibi, bu çeteler, “özgürlük savaşçıları” olarak Ronald Reagan tarafından Beyaz Saray’da ağırlanıyorlardı. Yani “Garp cephesinde değişen bir şey yok! Pakistan’ın ilk kadın devlet başkanı Benazir Butto’nun “Dikkat edin bir Frankenstein yaratıyorsunuz” sözleri hala akıllardadır. Zaten daha sonra 2008 yılında şeriatçılar tarafından otobüsle beraber havaya uçurularak öldürüldü. O “özgürlük savaşçıları” bugün İŞİD’in yaptıklarını yapıyor, kulak, burun kesiyor, işkence yapıyor, hatta ele geçirdiklerinin cinsel organlarını kesiyor, ölümleri uzasın diye derilerini yüzüyorlardı. Ama tüm bunlar önemli değildi! Nede olsa onlar “özgürlük savaşçıları’’ydı!

Sosyalist hükümet yıkıldı, “işgal” bitti, “özgürlük savaşçıları” kazandı. İlk yaptıkları ne oldu dersiniz? Her bölgede etkin olan güçler hem kendi aralarında hem de Taliban’la çatıştı. Kadınlar burkalara ve evlere hapsedildi. Müzik dinlemek dahi yasaklandı. Erkeklere sakal bırakma zorunluluğu getirildi. Binlerce yıllık tarihi eserler “put” oldukları gerekçesiyle parçalandı… Dün bunlar yaşandı, bugün yaşananlar ortada. Yarın ne olacağını, Libya ve Suriye’de desteklenen çetelerin “hedefi”ni görmek isteyenlerin kafasını Afganistan’a doğru çevirmeleri ve biraz da tarih okumaları yeterlidir.

Suriye ve Libya’da, sırf o ülkelerdeki iktidarları devirmek için olumlu nitelikler yüklenilen paramiliter, ırkçı-şeriatçı çeteleri meşrulaştıran bir kafa yapısının TKP/ML ve Türkiyeli devrimcileri “terörist” olarak görmesi “eşyanın doğasına uygun” bir durumdur. Herkesin olayları değerlendirişi, sonuçlar çıkarışı aynı olmak zorunda da değil. Fakat, bizler şu anda politik sorunların tartışıldığı bir tartışma programında yer almamaktayız. Bütün bu değerlendirmeler somutta bizleri doğrudan ilgilendiren sonuçlara neden olmakta. Dolayısıyla adil olmak zorundasınız. Bahsi geçen çeteleri sırf bizlere yönelik suçlamalarınızı güçlendirmek için meşrulaştırmanız, ya da genel olarak suçlamalarınızda yanlış yapmadığınız göstermek için meşrulaştırmanız bizlere yaptığınız bir haksızlık olarak kalmamaktadır. Aynı zamanda bu çetelerden dolayı bu zamana kadar sayısız mağduriyet yaşamış ve tıpkı Afganistan, Irak, Suriye ve Libya işgallerinden bu yana ölüm ve yıkımlarla yaşamak zorunda kalan insanlara da yapılan bir haksızlıktır. 

Biz bu şeriatçı ırkçı grupları oldukça iyi tanıyoruz. Bizim ülkemizde bu gruplar özellikle ABD-NATO merkezli ‘’komünizme karşı mücadele’’ stratejisi doğrultusunda Türk devletinin NATO’nun ileri karakolu olarak konumlandırılmasından bu yana resmi ve sivil karışımlı kontrgerilla örgütlenmesinden, Milli Nizam Partisi’nden (MSP) Refah Partisi (RP)  ve Hüda (Allah) Partisi’ne (HP) uzanan şeriatçı partilerden, Milliyetçi İşçi Köylü Partisi’nden AKP’nin iktidar ortağı olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)/Ülkü Ocakları ve küçük destekçisi Büyük Birlik Partisi (BBP)/ Alperen Ocakları’na uzanan Türk ırkçısı -kafatasçı ve aynı zamanda binlerce aydın, sanatçı, devrimci, komünist, kürt ilericilerine yönelik suikastlerinden, kitlesel katliamlarından, hamile kadınların karınlarını deşecek kadar alçalmalarından, bebekleri duvara çarparak öldürmelerinden, öğrencileri telle boğarak öldürmelerinden, hatta fırında yakmalarından iyi biliyoruz. 

Bugün legal parti olarak boy gösteren Hüda-Par denilen şeriatçı çete yukarıda bahsettiğim gibi Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda örgütlü olan ve İslami-şeriatçı çizginin en rafine temsilcilerindendir ama başka bir özelliği daha vardır bu şeriatçı faşist örgütlenmenin. 1990’lı yıllar Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda istisnasız her gün yargısız infazların, gözaltında kayıpların yaşandığı ve 3 bin civarında köyün yakılıp yıkıldığı 4 milyon civarında Kürt köylüsünün topraklarını, evlerini terk etmek zorunda kaldığı bir dönemdir. Bu dönemin öne çıkan iki önemli örgütlenmesi mevcuttur ve tüm bu olaylarda başrol oynamaktadırlar. Bir tanesi devletin resmi katiller grubu JİTEM (Uzun yıllar devlet tarafından varlığı inkar edilen fakat Ergenekon davaları sırasında kendi içlerindeki iktidar mücadelesi neticesinde yargılama süreçlerinde bizzat dönemin Genelkurmay Başkanlığı tarafından oluşturulduğu kabul edilen askeri personel ve itirafçılardan oluşan grup) diğeri de Hizbullah adlı şeriatçı çetedir. 

O dönemde gözaltında kaybedilen, sokak ortasında kafasından vurularak, evleri ve araçları içinde yakılarak öldürülen 17 bin 500 civarında insandan sorumludurlar. Türkiye’nin batısında İstanbul’a yakın Adapazarı-İzmit-Sakarya illerinden oluşan üçgen örgütlenmenin ana merkezi ve Türkiye’nin batısında işlenen cinayet ve kayıpların merkezidir. Bu yüzden bu bölge ölüm üçgeni olarak tanınır. Fakat, bu grupların esas faaliyet alanı Türkiye Kürdistanı’dır. Batı’da esas olarak tanınmış Kürt iş insanları, devrimciler, aydınlar, gazeteciler hedef alınırken Türkiye Kürdistanı’nda sıradan Kürt köylülerine kadar inen bir katliam süreci yaşanmıştır. Ayrıca bu iki grubun inisiyatifinde dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan ve DEP milletvekili Mehmet Sincar’da öldürülmüşlerdir. Bu söylediklerimin hepsi bahsettiğim süreçte egemen güçler arasında yaşanan çatışma neticesinde devlet tarafından kabul edilmiş, mahkeme kayıtlarına geçmiştir.

Bu ekibin içerisinde Milletvekilleri, Parti başkanları, milletvekilleri, generaller, albaylar, yüzbaşılar, asteğmenler, Emniyet Müdürleri, Terörle Mücadele Polisleri, sendikacılar, mafya, doktorlar, esnaf…yani toplumun her kesiminden insan vardır. Yani bildiğiniz kontrgerilla örgütlenmesidir. 

Hizbullah örgütlenmesi kilit rol oynamıştır bu süreçte. Çünkü, Hizbullah çatısı altında örgütlenen insanlar esas olarak Kürtlerin içindeki şeriatçılardır ve PKK onlara göre ‘’dinsiz’’ bir insan grubudur. Dolayısıyla da ‘’katledilmeleri vaciptir. Hizbullah (ve JİTEM) Kürtler ve devrimciler tarafından daha önce ifşa edilmiş olmasına rağmen egemenlerin kendi içlerindeki çatışmaya kadar varlıkları ve katliamlardaki rolleri inkar edilmişti. Devlet Hizbullah denilen grubun başkanı Hüseyin Velioğlu ve ona bağlı bir kısım Hizbullahçının kontrolden çıktığı ve aynı zamanda da miatlarının dolduğunu düşündüğü anda harekete geçti ve Hizbullah liderini İstanbul Beykoz’da öldürdü. Bu aynı zamanda devletlerin klasik bir yöntemiydi ve beklenendi. Devlet kendi eliyle kurup besleyip, büyüttüğü, cinayet görevi verdiği bu tür grupları işlerinin bittiği anda etkisizleştirir ve kendini temize çıkarır, böylece tüm pisliklerden kendini sıyırmış olurdu. Yapılan bu oldu. 

Hizbullah liderinin öldürüldüğü operasyon günlerce Türkiye’nin dehşetle izlediği olaylar da açığa çıktı. Başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde Hizbullahçılara ait evlerin bodrumları mezarlıklara dönüştürülmüş, kaçırılan insanlar işkence edilerek öldürülüp evlerin bodrumlarına gömülmüşlerdi. Cesetler çıkarıldığında en dehşet verici olan ve henüz çürümemiş cesetlerde görülen domuz bağı denilen öldürme yöntemiydi. Bu yöntemde yere yüzüstü yatırılmış kişinin boynundan geçirilen ip aynı zamanda arkadan ayaklarına da gergin bir biçimde bağlanıyor ve kişi mecburen hareket ettiği için bir süre sonra kendi kendini boğmuş oluyordu. Şu fotoğraflarda görmektesiniz.

pastedGraphic_1.png

Bu fotoğraf kaçırılıp katledilen onlarca kürdün gömüldüğü bir toplu mezardır ve bu toplu mezarda oğlunun kemiklerini bulan bir anneyi görmektesiniz.

pastedGraphic_2.png
pastedGraphic_3.png
pastedGraphic_4.png
pastedGraphic_5.png
pastedGraphic_6.png
pastedGraphic_7.png

Evet, bunlar sivillerdi, bunları devletle beraber ve devlet koruması, isteğiyle  yaptılar. Sivil faşistler telle boğarak insanları katlediyordu, bir başka sivil faşist-şeriatçı grupta domuz bağı ve sokakta insanların kafasına arkadan sıkarak öldürüyordu. JİTEM’in içerisinde yer alan siviller ise asit kuyularında kaçırılan insanları eritip yok ediyor ya da karakol bahçelerinin de içinde olduğu alanları toplu mezarlar olarak kullanıyordu. Bu gruplar insanlık düşmanıdır, kadın düşmanıdır, öteki olarak gördüklerinin düşmanıdır, farklı cinsel, dinsel, mezhepsel, düşünsel tercihleri olanların düşmanıdır. Bunlar ajitasyon olsun ya da üste çıkmak için söylenen sözler değil. Açın internete bahsettiğim isim ve olayları yazın hepsini fotoğraflarıyla ve insan olanın midesinin kaldıramayacağı ayrıntılarıyla göreceksiniz. Burada avukatların bir dilekçesinde bahsettiği yazının sosyalist içerikli bir gazetede yayınlandığını hemen bulup sosyalist bir dergi olmasını negatif vurgu olarak kullanarak iddiayı etkisizleştirme azim ve gayretinizin küçük bir parçasını gösterirseniz yeterli olacaktır. O yüzden kimse kalkıpta pozitif anlam yükleyerek ‘’bu grupların hedefinin başkalığından’’ bahsetmesin. Ya da kendi insan hakları, evrensel insani değerler ve demokratik toplum modelini sorgulasın. Bu tarz anlayışın temsilcileri dünyanın yarı-sömürge ve sömürge ülkelerine ‘’demokrasi ve insan hakları’’ götüreceğiz adı altında bu ülke halklarına ‘’cehennemi dünyada yaşatmışlardır’’. Bu ‘’ileri demokrasi ve özgürlük modelleri’’ bize lazım değil, isteyen kendi ülkesinde kullansın diyeceğim ama biliyorum ki başta Alman halkının önemli bir bölümü  olmak üzere dünyanın hiçbir ülkesinde halkların ezici bir çoğunluğu bu modeller içerisinde yaşamaya layık değildir ve onlara büyük bir haksızlık olur. Çünkü, bu anlayışın nasıl bir vahşeti beraberinde getirdiğini oldukça iyi bilirler. Yaşadılar, gördüler.  

‘’Özel mülkiyeti kaldırmak istediğimiz için dehşete düşüyorsunuz. Ama mevcut toplumunuzda özel mülkiyet, üyelerinizin onda dokuzu için zaten kalkmıştır ve tam da onda dokuzu için varolmadığı için vardır! Yani bizi, zorunlu önkoşulu toplumun büyük çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini kaldırmayı istemekle suçluyorsunuz. Kısacası, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmak istemekle suçluyorsunuz. Kuşkusuz, tam da bunu istiyoruz!’’ (Komünist Manifesto)

İddia makamı TKP/ML hakkında şöyle demektedir; “…Demokratik ilkelere uygun olarak halkın içinde yaşayacağı toplum düzeni hakkında iradesini oluşturacak bir amaç örgüt tarafından öngörülmemiştir“. Böyle bir tespite hangi veriler esas alınarak ulaşılmış belli olmuyor. Bahsi geçen “amaç” şöyleyse; “emperyalistler ve çeşitli uluslar arası tekellerin, yerli işbirlikçiler ve sermaye gruplarının daha fazla kar elde etmek için insanları vahşice sömürmesi, doğayı yağmalaması, daha yürümeye yeni başlamış çocukları çalıştırması, insanlar birbirlerini öldürsün, şehirler yakılıp yıkılsın, milyonlarcası mülteci olsun ama yer altı ve yerüstü kaynakları sermayemizi şişirsin, birileri makyaj malzemeleri, gereksiz lüks tüketim, köpek, kedi maması için her yıl onlarca milyar dolar harcasın ama diğer taraftan insanlar günlük bir-iki dolar kazanmak için canlarını dişlerine taksınlar, bir-iki dolar etmeyen ilaçları bulamadıkları için her yıl milyonlarca bebek ölsün, her türlü savaş malzemesini üretelim arkasından ürettiklerimizi tüketmek ve yeniden üretmek için dünyanın her tarafını kana bulayalım, sonrasında yakıp yıktığımız şehirleri tekrar inşa edip yine sermayemizi şişirelim, yıllarca çalışan insanların maaşlarından yaptığımız kesintileri vermemek için emeklilik yaşını “aklımıza geldikçe” yükseltelim, milyonlarca insan içecek temiz su bulamazken su kaynaklarını uluslar arası tekellere peşkeş çekelim ve suyu parayla satalım, doğayı mahvedelim, insanları GDO’lu ürünlerle beslenmek zorunda bırakalım, her türlü anti-demokratik rejimi destekleyip birbirimizi devlet protokolleriyle ağırlayalım sonrada kalkıp insan haklarından, demokratik değerlerden bahsedelim, şeriatçı-faşist çeteleri besleyip silahlandırıp meşruiyet sağlayalım sonra da “nereden çıktı bunlar?” yaygarası yapalım, “terörle mücadele” ediyoruz demagojileri eşliğinde devrimcilere, ilericilere yönelik “uykudayken bile” dinleyelim ama gözümüzün önünde şeriatçı katiller insan örgütlesin, örgütlediklerini yine gözlerimizin önünde kafa kessin, tecavüz etsin diye savaşa göndersin… tüm bunlar Türkiyeli devrimcilerin öngörülerinde  yok ve olmayacaktır. Tam tersi bir “amaç” ve “öngörüleri’’ var. Ama yukarda bahsettiklerimiz emin olabilirsiniz ki ÖSO ve benzeri çetelerin amaç ve öngörülerinde yer almaktadır. Zaten tam da bu yüzden onlar “özgürlük savaşçıları” bizlerse “terörist” kategorisinde değerlendiriliyoruz!

Sonuç olarak diyorsunuz ki, Özgür Suriye Ordusu, Sultan Murat Tugayları, Ahrar El Şam… ve Libya’daki çetelerin “…Demokratik ilkelere uygun olarak halkın içinde yaşayacağı toplum düzeni hakkında iradesini oluşturacak bir amaçları’’ var, ama TKP/ML’nin yok! Şaka gibi, kadın haklarını dünyada Erdoğan ve IŞİD’in öldürülen lideri El Bağdadi’nin savunduğunu iddia etmek gibi bir fantezi! Bu özgürlük savaşçılarının son icraatlarından bir tanesi:

Tarih 09/Haziran 2020 Suriye-Rojava-Afrin şehrine bağlı Şera kasabası Derweş köyünde 23 Mayıs günü Suriye Milli Ordusu nam-ı diğer ÖSO bünyesindeki Sultan Murat Tugayları tarafından kaçırılan Melek Nebih Halil (16) adındaki Kürt kızı Azez’e bağlı Firiziye köyü yakınlardaki bir bahçede ölü olarak bulundu. Melek Nebih Halil’in vücudunda üç kurşun bulundu. Önce tecavüz edilmiş sonra öldürülmüştü. Rudaw’a konuşan Almanya Kürt Hukuk Meclisi Üyesi Hüseyin Naso, Melek Nebih Halil’in Sultan Murat Tümeni’ne bağlı  Ceyş el-Nuğbe grubu tarafından kaçırıldığını söyledi. Bu çetelerin maaşları bizzat Türk devleti tarafından ödenmekte ve bu alanlar şu anda Türk devletinin güvenlik görevlileri, valileri, kaymakamları tarafından yönetilmektedir.

Alttaki fotoğrafta bir ‘’özgürlük savaşçısı’’nın Suriye halkını nasıl özgürleştirdiğini görmekteyiz. Bu ‘’özgürlük savaşçısı’’nın aynı zamanda bir başka ‘’özgürlük savaşçısı’’ olan Türk İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile çekilmiş fotoğrafını da görmektesiniz. Aynı zamanda bu fotoğraflarda yer alan kişinin elleriyle yaptığı iki ‘’zafer işareti’’ hangi ideolojik referanslar ve hangi devlet aklıyla hareket ettiklerini göstermektedir. Yaptığı işaretlerden bir tanesi Türk ırkçılığının simgesi olan ‘’Bozkurt’’ selamı diğeri de şeriatçıların simgesi olan  ve ‘’Allah bir ve tektir’’ anlamına gelen baş parmağın yukarıya doğru kaldırılmasıdır. Yani gördüğümüz şudur: Türk ırkçılığı, şeriatçılık, Türk devletinin kurumsal ilişkisi ve sonuç olarak elinde tuttuğu kesik bir Suriyeli kafası. Başka bir şey eklemeye gerek var mı? Bu kişi, AKP’ye bağlı belediye de çalışmaya ve etrafa tehditler yağdırmaya devam ediyor. pastedGraphic_8.png

pastedGraphic_9.png
pastedGraphic_10.png
pastedGraphic_11.png

ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu Başkan Yardımcısı Nadine Maenze ve bölgedeki gelişmeleri izleyen dört insan hakları uzmanı Türk askeri kuvvetleri ve Özgür Suriye ordusunun birlikte işgal altında tuttuğu Suriye’nin Afrin, Tel Abyad ve Al Bab’ı da içine alan geniş bir bölgede gerçekleşen ağır insan hakları ihlalleri raporunu 9 Haziran’da (2020) kamuoyuyla paylaştı. Raporda, Türkiye’nin kontrol altında tuttuğu Suriye’deki bölgelerde nüfus toplulukları yapılarak, ‘insanlığa karşı suç’ işlendiği ifade edilerek, ‘’Yüzlerce sivil infaz edildi ve Ezidi kadınlar kaçırıldı ve köle yapıldı. Gizli hapishanelerde yüzlerce Kürt düzenli olarak işkenceye uğradı’’ deniliyor. Maenza, bu bölgede yapılan ihlallerin Türk hükümetinin kontrolü dışında olup olmayacağı sorusuna karşılık ise, bu ihlallerin, ‘’Türk hükümeti tarafından yönetildiğini, Türk üniforması taşıyanların yaptığını’’ söyledi. Türk generallerin yakın zamanda bu ihlallerin yaşandığı yerleri ziyaret ettiğini de söyleyen Maenze, zaten Türkiye’nin de bu iddiaları ret etmediğini de ekledi. Mayıs ayı sonunda Türk Milli Savunma Bakanı ve eski Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Suriye sınırına gidip incelemelerde bulunduğunu ekleyen Maenze, Suriye topraklarında zorla Türkçe öğretildiğini Türkiye’nin ‘açık ve sürekli şekilde demografik değişim’ yapmaya çalıştığının kanıtı olduğunu belirtti. Anadolu ajansı ve AKP yanlısı medyada Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye’de kilise tamir ettiği ve dini özgürlükler konusunda iyileştirmeler yaptığı yolundaki haberlerin doğruluğunun bölgede yaşayan topluluklar tarafından yalanlandığını söyledi.   

Bütün bunları yapan bu  insanlık düşmanlarının demokratik toplum hedefleri var, TKP/ML’nin ve bizim yok öyle mi? İroni yapılıyor olsa zekice yapılmış bir ironi diyeceğim ama ne yazık ki ironi yapmıyorsunuz. Tilkiye slogan at demişler, ‘’Kahrolsun kümesler yaşasın tavukların özgürlüğü’’ demiş

 Derler ki, ‘’Doğruları biliyorsan yalanları dinlemek eğlencelidir’’ ve yine derler ki, inkâr, yaşanan bir tarihsel olayı bilip bilmemek sorunu değil, politik bir pozisyondur. Bazı insanlar ikna olmak istemezler ne yapsanız nafiledir.

Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan ve bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hastası, tüm uzman psikiyatristlerce girişilen her çabaya rağmen ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilememiş. Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen psikiyatristlerden biri sonunda hastaya, ölülerin kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltmiş. Hasta: Tabii ki kanamaz. Çünkü, ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur’’ demiş. Bunun üzerine psikiyatrist küçük bir iğneyi alıp hastanın baş parmağına batırmış. Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi şöyle olmuş: ’’Lanet olsun, ölüler de kanarmış!’’.

Savcılık makamının sözlerinin aksine çok açık ve net olarak iddia ediyorum ki bu dava politik bir davadır ve Türk devleti ile Alman devleti arasında dönemin ekonomik, siyasal ve jeopolitik ilişkileri nedeniyle hatta Erdoğan’da temsil edilen iktidarın çıkarlarıyla birebir ilintilidir. Burada hamaset yapmıyorum ve bunları ajitasyon olsun diye de söylemiyorum. Dünya üzerindeki gelişmelere, özgülde de son yıllarda Türkiye ile Almanya arasında yaşanan ilişki trafiği ve biçimlerine, daha da somutta Türkiye’nin içerisinde yer aldığı coğrafyada yaşananlara (Suriye, Irak, Libya…) ve Alman devletinin bölgedeki birinci dereceden muhatabının kim olduğuna baktığımızda ne demek istediğimiz daha net anlaşılır. Aynı zamanda Erdoğan’ın iktidarda tutulmasında Alman politikacılarının rolünü de netleştirirsek tablo daha net anlaşılacaktır. Devam eden bölümlerde de somutlayacağım bu gerçeklikler orta yerde olduğu için benzeri davalarda aynı iddialar gündeme gelmektedir. Benzeri davalar derken yanlış anlaşılmasın yalnızca durumu anlatmak için bu tanımlamayı yaptım. Yoksa, benzeri diye bir şey de söz konusu değil. Öncelikle, hangi mantık ve hangi kriterlerle hazırlandıklarını bir kenara bırakalım, mevcut uluslararası düzeyde dolaşımda olan “terör örgütleri” listesinde TKP/ML yer almamakta, buna Almanya da dahil. “Olmayabilir ama sürekli böyle kalmak zorunda değil” biçiminde karşı çıkılabilir. Mantıklı bir karşı tez olarak ele alınabilir, ama somutta öyle olduğu söylenemez. Çünkü, bir tanımlama değişikliği yapılacaksa, ele alınan olgunun kendisinde yeniden tanımlamayı gerektiren birtakım değişikliklerin olması gerekir. Eğer tanımlaması değiştirilmek istenen olgunun kendisinde niteliksel bir değişiklik yoksa ve buna rağmen tanımlama köklü bir biçimde değiştirilmek isteniyorsa o olguyu tanımlayanların bakış açısında bir değişiklik olduğundan söz etmek yerinde olacaktır. Sorun tam da buradadır. Bu davanın hukuki bir zemin üzerinden değil de politik bir zemin üzerinden var edildiğinin şifreleri Alman devletinin niteliği değişmemiş olan bir olguyu birdenbire değiştirme çabasında anlam bulmaktadır. Tüm Avrupa Birliği ülkeleri içinde Alman devletinin bu anlamıyla özel bir çaba içerisinde olması ise bizlerin iddialarının önemli kanıtlarından biri olarak görülebilir. Alman yetkililer TKP/ML’yi son yıllarda tanımaya başladı diye bir argüman sunulursa, bu argümanın anlamsız olacağı açıktır. Alman yetkililer TKP/ML’yi en azından 1980 yılından itibaren oldukça iyi tanımaktalar. Türkiye’de Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen askeri darbe sonrasında binlerce insan TKP/ML dosyalarıyla Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine gelip politik iltica talebinde bulundular. Günümüze kadar, değişen oranlarda olsa da bu durum devam etti. Bunların içerisinde, TKP/ML yöneticileri, TİKKO komutan ve gerillaları olmak iddialarıyla arananlar ya da benzeri iddialar üzerinden Türkiye’de yargılanmış, yıllarca hapis yatmış, hem de doğrudan eylemlerde yer almakla suçlananlar da yer almaktaydı. İltica süreçleri bu dosyalarla yapıldı. Sonuç; tüm bu iddialara rağmen binlerce insan iltica hakkı kazandı ve bunların bir bölümü de şu anda Alman vatandaşı olmuş durumda. Ayrıca bu insanlar Almanya’ya geldikleri andan itibaren politik faaliyetlerini hem de bugünkünden çok daha açık ve çok daha kitlesel etkinlikler yaparak gerçekleştirmişlerdir. Görünmeyen, kendisini gizleyen ya da Almanya açısından fark edilemeyecek kadar küçük bir örgütten bahsetmiyoruz. Dolayısıyla çok açıktır ki, başta Alman devletinin istihbaratı ve güvenlik güçleri TKP/ML’yi oldukça erkenden ve iyi tanımaktadırlar. Aksini söylemek ya da iddia etmek, Alman devleti gibi disiplin ve düzenliliği ile meşhur bir devleti ‘’Muz Cumhuriyeti’’ kategorisine sokmak olur.

Diğer taraftan, 11 Eylül İkiz Kuleler ve Avrupa Komisyonu’nun 2002 tarihli “terörle mücadele yasaları” sonrası durum değişti diye başka bir argüman sunulursa bu da gerçeği yansıtmaz… 

Bir başka önemli olay ise, dava dosyalarında bahsi geçen ve zaman zaman oradan şu anda bizlerin yargılanmasına temel teşkil eden ‘’ Kaypakkaya anması-gece komitesi’’, ‘’bağış kampanyası, YDB toplantı raporları’’ ve bahsi geçen süreçlerde TKP/ML adına eylemler mevcutken dava açılmaması durumu olduğunu sizler sayesinde öğrenmiş bulunmaktayım. Basit bir soru: Niye o zaman tutuklama yapılmadı ve dava başlatılmadı da 2015 Nisan ayında böyle bir operasyona karar verildi? Federal Adalet Bakanlığı ve Alman güvenlik güçleri birdenbire ‘’Nirvana’ya ulaşmadı’’ herhalde! Yasalar aynı yasalar ama iki farklı uygulama hem de İŞİD denilen bir şeriatçı katiller sürüsü ortalığı kasıp kavururken…Çünkü, bu tür meseleler adeta ‘’çorap söküğü’’ gibidir. ‘’İpin ucunu’’ çektiğinizde çorabı tümden sökersiniz. Gerçeği ortaya çıkarmak gibi bir amacınız varsa bunu yaparsınız, yok, tam tersi bir mantıkla sorunu ele alıyorsanız, ipin ucunu düğümlersiniz ki çorap sökülmesin! Aslında durum, Gabriel Garcia Marquez’in ‘’Kırmızı Pazartesi’’ adlı romanında anlattığı cinayet gibidir. Olayın geçtiği kasabada cinayetin gerçekleşeceğini herkes bilir, ama ‘’kimse bilmez’’.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Savcı bey mütalaasının giriş bölümünde davaya ilişkin kendi anlayışı doğrultusunda bir giriş yaptı. Baştan beri esasta olduğu yerde duruyor. Abes bir duruş değil, çünkü aldığı sorumluluğu ve görevi oldukça da iyi yapıyor. Hakkını teslim etmek gerekir. İroni yapmıyorum. Doğru olanı mı yapıyor diye sorarsak (kişisel dünyasını bilemem ama) devletten aldığı talimatları ve devletin doğrusunu oldukça eksiksiz bir biçimde yapıyor diyebilirim. Peki gerçeğin savunusunu yapıyor mu? İşte burada durmak gerekiyor, çünkü, hakikati savunmuyor. Hakikati devletin siyasal hesapları doğrultusunda eğip büküyor. Bu davanın benim anlayışıma göre en temel noktalarından biri olan sivillerin öldürülmesi ve özellikle de Erzincan’da garajda patlayan ve çocukların yaşamlarını yitirdiği olayı kullanışı benim en fazla dikkatimi çeken noktalardan biri olmuştur. Erzincan’da çocukların ölmesine neden olan olay gerçek anlamıyla bir trajedidir. Hangi gerekçe öne sürülürse sürülsün orada çocuklar ölmüştür. Bunun ne kabul edilebilir ne de mazur görülebilir yanı vardır. İlk önce bunu belirteyim. Bu kabul edilemez olaya ilişkin TKP/ML’nin açıklaması samimidir, çünkü, eğer bu olaya ilişkin TKP/ML adına açıklama yapılmamış olsaydı kimse bu patlamanın sorumlusunun TKP/ML olduğunu bilemeyecekti. Savcı beyin ısrarla görmek istemediği kritik nokta burasıdır. TKP/ML burada olayın kendisini mahkum etmiştir. ‘’Savaştır olabilir böyle şeyler’’ dememiştir. Bu açıklamadan kuşku duymak ya da farklı noktalara çekerek bu açıklamayı önemsizleştirmek çabası gerçekleri tahrif etmenin bir başka biçimidir. 

Bu yazılanlara bir soru sorarak başlamak istiyorum: Elinizde on binlerce sayfalık belge, bilgi, dinlemeler var. Elinizde TKP/ML ’nin programı, tüzüğü, açıklamaları var. Elinizde bahsi geçen olaylar somutunda TKP/ML tarafından yapılan açıklamalar. Aynı zamanda bahsettiğim belgeler esas olarak mahkeme sürecinde okundu. Peki, hiçbir belge ve açıklamada TKP/ML  ’nin ‘’rejimin niteliğinden doğrudan sorumlu olmayanların hem de sistemli bir biçimde öldürülmesi veya zarar görmesini telkin eden, bunu kabul eden, kamuoyuna deklare eden bir açıklaması mevcut mu? Yok. TKP/ML ’nin bahsettiğiniz anlamda bir anlayışının olmadığını ne kadar zorlanırsa zorlansın siz de iyi biliyorsunuz. Ama, ‘’terörist’’ ve ‘’terör örgütü’’ olmanın esas kanıtı olarak başka bir malzeme olmadığı için bunda ısrar ediyorsunuz. Dava sürecinde başka gündemler üzerine yapılan tartışmalarda TKP/ML adına herhangi bir açıklamayı, örneğin yapılan eylemlerin üstlenilmesi ve sizin iddialarınızın kanıtı anlamında tereddütsüz kabul ediyor ve karşı itirazlara ‘’imzalı belgesi var’’ diyorsunuz da- yani TKP/ML’nin yaptığını kabul eden bir örgüt olduğunu zımnen kabul ediyorsunuz- bahsettiğiniz tarzda bir anlayışının olmadığına niye inanmak istemiyorsunuz? İşimize gelirse ‘’görür, kabul ederiz, işimize gelmezse ne görürüz, ya da görsek de kabul etmeyiz mi’’ diyeceksiniz? 

Bir rejime karşı mücadele eden gücün rejimden sorumlu olmayan insanları bilinçli olarak hedef alması, onlara zarar vermesi ve öldürmesini doğru olarak kabul etmek mümkün değildir. Böylesi bir anlayış her biçimde mahkum edilmelidir ve edilmektedir. Kendi adıma da böyle bir anlayışı kabul etmediğimi, mahkum ettiğimi açıkça söyledim ve söylemeye de devam ederim. Gerçeklik budur. Sorunun bir tarafı budur, ama sorunun bir de diğer tarafı vardır. Gerçek olanı tanımlamak ve kararı kendi kurgularımız ya da kendi kendimize inşa ettiğimiz ‘’gerçeğin ispatı’’ anlamında manipülasyonda diretmeyeceksek olguyu bütünlüklü olarak ele almamız gerekecektir. Zaman zaman söylediğim gibi, TKP/ML şu eylemi yapmıştır ya da yapmamıştır tartışması yapmanın gereksiz, anlamsız olduğunda ısrar ediyorum. Fakat, aynı zamanda da şunu da söyledim; Bazı iddialar var ki, bunların gerçek olma ihtimali yok. Bu noktada temel sorun olguyu nasıl ele aldığımız ya da almak istediğimizle ilgili. Savcılığın TKP/ML ile ilgili olaylara yönelik değerlendirmelerindeki manipülatif tarzı birçok noktada görebilmekteyiz. Aynı manipülasyon ve gerçeği tahrif etme ‘’TKP/ML politik karşıtlarını öldürüyor’’ tarzındaki ifade ve suçlama içinde geçerlidir. TKP/ML açıklamalarında çok açık bir biçimde bahsi geçen kişilerin niteliğine ilişkin açıklamaları mevcut olmasına rağmen, Savcı Bey en son konuşmasında hala TKP/ML ‘’politik karşıtlarını öldürüyor ve bunu savunuyor’’ algısı yaratma gayretini sürdürüyor. Dolayısıyla kişisel olarak beni de ‘’politik karşıtlarını öldüren ve bunu savunan’’, ‘’toplumu korkutarak terörize etmeye çalışan’’, ‘’bu eylemlerle taraftar kazanmaya ve gücünü böyle göstermeye çalışan’’ bir örgütün parçası olmakla itham etmiş oluyor. 

Suçlama doğru değildir ve manipülatiftir. Suçlama yapılacaksa doğru yerden yapılmalıdır. Olmayan ve savunulmayan bir şey üzerinden suçlama yapmak ve bunu sistemli ve tekrar tekrar yapmak manipülasyondur. Burada söz konusu olan, gerillaların olduğu bir bölge ve  devletin soykırım düzeyinde katliamına uğramış, devletle arasında sürekli bir mesafe olmuş, son kırk yıl içinde neredeyse her aileden bir veya birden fazla insanın gerek TKP/ML gerek PKK gerekse de diğer devrimci örgütlerin içinde yer aldığı süreçlerde katledildiği, devletin para ve çeşitli vaatlerle buradaki insanlardan bazılarını gayri resmi olarak çalıştırdığı bir bölgeden söz ediyoruz. Benim burada yapmaya çalıştığım bir mantık tartışmasıdır. Bir başka ifadeyle karşımızda duran olguyu gerçek niteliğiyle tanımlamaktır. Son günlerde bu ‘’sivil’’ insanların nasıl ‘’sivil’’ insanlar olduğunu somutlayan birkaç örnek vereyim: Tarih 08 Mayıs 2019, Ülke TV’de canlı yayın yapılıyor (Bu televizyon kanalı AKP’ nin resmi propaganda organlarından Kanal 7 televizyonu bünyesindeki basın-yayın organlarından biridir) ve konuk ile sunucu arasında geçen diyalog şu şekilde: 

Yazar Sevda Noyan: 15 Temmuz (2016) kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk. Bizim aile şöyle bir elli kişiyi götürür, biz çok donanımlıyız hem maddi hem de manevi olarak. Biz liderimizin yanındayız ve asla yedirmeyiz. Ayaklarını denk alsınlar.  Benim listemde bizim siteden üç-beş kişi var! Sunucu, Esra Elönü: İki ayaklarını değil, dört ayaklarını denk alsınlar! (8 Mayıs 2020 Ülke TV) Bu televizyon sunucusunun 3 Temmuz 2014 tarihinde sosyal medya hesabından yaptığı açıklama ise şöyleydi: ‘’İŞİD’li mücahitlerle sevişmek cenneti garantilemektir’’. 

Bu konuşmayı yapan kişi ile TC devletinin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu aynı karede görüyoruz. Aynı zamanda birkaç fotoğrafta da benzer sivillerin  sosyal medyada yayınlanmış açık tehditlerini görmekteyiz.

pastedGraphic_14.png
pastedGraphic_15.png

Peki bu ‘’siviller’’ bu sözleri söyleme hak ve cesaretini nereden alıyorlar? Ona da bakalım. İçişleri bakanı Süleyman Soylu televizyon kanalında açıklamada bulunuyor: ‘’Ama şunu söyleyeyim ki biz 15 Temmuz’da esas yapacaklarımızı yapamadık. Bu çok net. Bize o fırsat verirler mi bilmiyorum. Yani şu; bir daha böyle bir şeye kalkışırlarsa biz o fırsatı almış oluruz bu net.’’ (13 Temmuz 2017. Haber Türk Gazetesi) 

Başka nereden bu sözleri söyleme cesareti alıyorlar, ona da bakalım. 696 sayılı KHK’nın 121. Maddesi ‘’devleti korumak’’ adı altında ‘’sivil’’lerin yapacağı adam öldürme gibi eylemlerden yargılanamayacağını garanti altına alan bir yasa maddesidir. Bu yasa maddesi önce 2015 yılında Kürt şehirlerine tanklar, helikopterler, toplar ve binlerce özel kuvvetler eşliğinde saldıran, çocuk, yaşlı, kadın erkek demeden katleden, insanları Cizre şehrinde binaların bodrumlarında diri diri yakıp cesetlerini parçalayan devletin güvenlik güçlerin yaptıkları vahşetten ileride sorumlu tutulmamaları için çıkarılmış yasa maddesinin 15 Temmuz 2016 olaylarında askerleri linç ederek öldüren, kafalarını kesen, tecavüz eden, köprüden atarak öldüren (aşağıdaki fotoğraflarda görünen) sivil katillerin hem yargılanmaması hem de bu tür işlerine devam etmelerini teşvik etmek için çıkarılmıştır. Yani, sizin burada ısrar ve inatla ‘’kendi halinde aile babası ya da annesi’’ profili oluşturmaya çalıştığınız ‘’siviller’’dir bahsettiklerimiz. Ve bu ‘’sivil’’ vatandaşlar ‘’tekbir getirerek kelle kesiyor ve yine kelle kesmekle tehdit ediyorlar. Bu ‘’siviller’’in elinde TBMM gündemine de gelen İçişleri Bakanlığı’na ait, fakat ‘’nerede olduğu bilinmeyen’’ 106 bin 740 silah olduğu biliniyor: ‘’08 Haziran 2017 tarihinde Ankara’da Mustafa Maraş, tartıştığı traktör sürücüsünü öldürdü, kardeşini de yaraladı. Cinayette seri atış yapabilen MP-5 silahı kullanıldı. Satışı yasak silahı kullanan Maraş, savunmasında ‘’Silahı 15 Temmuz (2016) darbe gecesi Ankara Emniyetinin önünde dağıtmışlardı’’ dedi. (Cumhuriyet Gazetesi 08.06.2017)

Aynı gün bu sivillerle ilgili bir başka haber:

‘’İbrahim Gökçek’in cenazesinin Kayseri’ye getirilmesi öncesi ise Kayseri Ülkü Ocakları Başkanı sosyal medyadan tehdit mesajı yayınladı. Kayseri Ülkü Ocakları Başkanı Serdar Turan, Gökçek’in cenazesinin Kayseri’ye getirilmesini ve cenaze töreni düzenlenmesini engelleyeceklerini öne sürüp ‘’Eğer böyle bir eyleme teşebbüs ederlerse bundan sonra başları da vücutlarında olmayacaktır. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Türk’ün yumruğu balyoz gibi tepelerine inecektir.’’ Ve cenaze Kayseri’ye getirildiğinde yolu kesen bu ‘’siviller’’ cenaze aracına saldırdılar ve söyledikleri şuydu: ‘’Gömseler bile çıkarır yakarız’’. Aynı gruplar iki gün sonra yine toplandılar ve ‘’Nasıl olsa polisler çekip gidecekler, her zaman bekleyemezler. O zaman o cesedi çıkarıp yakacağız!’’.

Bu ‘’siviller’’ öylesine sivildir ki, HDP milletvekili Aysel Tuğluk’un annesinin Ankara’da mezara gömülmesini engellemiş ve cenaze Türkiye Kürdistan’ında gömülmek zorunda kalmıştır. Bu son birkaç yıla özgü bir durumda değildir. 1990’lı yıllarda çatışmalarda ölen bir gerillanın cenazesi o bölgede yaşayan bu ‘’siviller’’ tarafından mezarından çıkarılarak ortalığa atılmıştır.

Bir başka örnek yine 15 Temmuz 2016 tarihinde paramiliter grupların yaptıklarından yalnızca bir tanesi. Er Burak Dinler ’in ablası Fadime Er anlatıyor: ’Canım kardeşimin linç anı. O ne bilirdi darbeyi. Biz kardeşimi TSK’ya teslim ettik, bize kardeşimin parçalanmış cesedini bir poşet içerisinde teslim ettiler’. pastedGraphic_16.png

Bu ‘’sivilller’’in nasıl ‘’siviller’’ olduklarını en iyi bilen halklardan bir tanesi de Alman halkıdır: ‘’Ailemi öldürenler, beni dövenler Hitler veya Himmler değildi. Bir üniforma sahibi olduktan sonra kendini üstün ırk zannetmeye başlayan sütçüler, ayakkabıcılar ve komşulardı onlar.’’( Karel Stoika, Auschwitz’ten sağ kurtulan biri.)

Bu ‘’siviller’’den dünyanın her tarafında bol miktarda mevcuttur. Demokratik değerlerin görece daha fazla toplumun derinliklerine nüfuz ettiği ülkelerde etkileri sınırlı olsa da, bir ekonomik-politik kriz sürecinde ve toplumsal ayrışmanın keskinleştiği dönemlerde sayıları ve etkilerinin arttığı görülmektedir. Egemen sınıfların bu güçlere her zaman ihtiyacı vardır, adeta egemen yapı açısından ‘’yedek rezerv’’ işlevi görürler. Beyinleri ırkçılık ve dinsel gericilikle iğdiş edilmiş bu ‘’siviller’’ resmi kolluk güçlerinden çok daha tehlikelidirler. Çünkü, egemen güçler bu kişiler vasıtasıyla ilk önce yaptıklarını gizleme olanağı bulur, sonra toplumu böler, ardından bu kesimleri egemen sistem ve uygulamalarına karşı gelenlerin üzerine salarlar. Çok bilinen örnekler olarak, Hitler’in SS ve SA’ları, Mussolini’nin ‘’Kara Gömlekliler’’i bu ‘’siviller’’den oluşturulmuştu. 

Dünyanın her ülkesinde bu güçler mevcuttur ve işlevleri aynıdır. Türkiye gibi egemen sınıfların kendilerini esas olarak ‘’fiziki ve düşünsel zor’’la ayakta tutabildiği ülkelerde ise bu tür örgütlenmeler ve de örgütlü olmayan ama bu düşüncelerle şekillenmiş her an potansiyel bir saldırgana dönüşen binlerce insan mevcuttur. İŞİD gibi bir vahşet örgütüne Türkiye’de duyulan sempati oranının müslüman ülkelerin içerisinde en yüksek seviyede olması da bunun göstergesidir. Tarihi çok geriye götürmeden yalnızca TC’nin kuruluş aşamasından bu zamana hakim olan egemen anlayışa baktığımızda dahi bunun nedenlerini ve toplumdaki derinlik ve de yaygınlığını görmüş oluruz. Hristiyan halklardan Ermenilerin soykırımı ve Asuri-Keldani, Rum halklarının katliamı üzerinden kendisini inşa etmiş, ardından bu katliam sürecini Kürtlerle devam ettirmiş, devam eden süreçlerde birçok kez Alevileri ciddi katliamlara uğratmış ve tüm bunları ‘’Türk devletinin iç ve dış düşmanlara karşı savaşı’’, ‘’Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak’’ gerekçeleriyle meşrulaştırmış bir egemen yapı ve buna can-ı gönülden inanmış milyonlarca insandan bahsediyoruz. Günümüzde de bu saldırganlığa ek olarak ‘’terörizme karşı savaş’’ revaçtadır. Bu kitlede islami gericilik ve ırkçı Türk milliyetçiliği öylesine köklüdür ki, her türlü katliamı onaylar ve ellerinden geldiğince bu katliamların gönüllü parçası ve uygulayıcısı olurlar. Çok erken bir tarih olmayan 1993 yılında Sivas şehrinde 33 alevi aydın ve sanatçı kaldıkları otelin önünde toplanan sayıları onbinler olan faşist ve dinci ‘’siviller’’ tarafından otelin yakılması ile öldürülmüşlerdir. Ya da İŞİD adına gerçekleştirilen her katliam sonrası bu katliamları alkışlayan insanlık dışı  bir kitleden bahsetmekteyiz. 

Türkiye’de her türlü vahşeti onaylayan ve yeri geldiğinde de aktif olarak bu süreçlerde kendilerini “görevli” olarak hisseden geniş bir şeriatçı-faşist güruh her zaman varolmuştur. Yeni ve AKP’ye özgü bir sürecin ürünü de değillerdir. Sadece daha fazla pervasızlaşmışlardır, o kadar. Karşıtı olarak gördüğüne şiddetle yönelmek, Türk ve müslüman olmanın klasik refleksleri olarak adeta genlerine işlemiştir. Gelinen aşamada ise, faşizm hem ırksal hem de dinsel-mezhepsel anlamıyla zirve yapmıştır. Ve toplumun ciddi bir bölümü bu histeriyle sürüleştirilmiştir. Erdoğan iktidarında toplumsal yaşam ve ilişki biçimleri içerisinde konumları iyice dibe vuran kadınların içinden bir kadının kendisi ile Erdoğan arasında kurduğu ilişkiye yönelik yaptığı tanımlama, aynı zamanda Türkiye toplumunda muhafazakar-ırkçı-dinci çevrenin geldiği noktanın görülmesi açısından da önemli veriler sunmaktadır. Bu şekilde “düşmüş” ve “düşürülmüş” halk kitlesi, kendi dışında gördüğü kesimlere karşı yapılan ve yapılacak tüm insanlık dışı uygulamaların hem destekçisi hem de uygulayıcısı olmayı kişiliklerinin bir parçası haline getirmişlerdir. Bu yüzden de hayret kavramını aşar tarzda tepkiler verebilmekte, bu insanlık dışı duruşlarıyla gururlanmaktadırlar. 

Ne yazık ki Türkiye toplumunda önemli bir güruh bu “çukurlaşma” ve kendisi dışında “her şeye ve herkese düşman olma” ruh haliyle hareket etmektedir. AKP bu cinnet halini ilerletme ve süregenleştirmede önemli bir yapıcı güç işlevi görmüştür. Bu öylesine kapsamlı bir çürüme ve insani değerlere karşı düşmanlaşma, yabancılaşmadır ki, yalnızca karşıtlar söz konusu olduğunda değil aynı zamanda kendi içlerinde yaşananlara da benzer tepkiler verilmektedir.

Sokakta herhangi bir erkek yanındaki kadına baktı diye o kişiyi öldürmeyi ya da en azından dövmeyi hak olarak gören, birçok kadını namus adı altında katletmekte sakınca görmeyen, bununla övünen muhafazakar-milliyetçi-dinci çevreler, çocuklarının kuran kurslarında, dini vakıflarda tecavüze uğramaları karşısında “sus-pus” olmaktadırlar. İktidara yakın dinci yöneticileri, eğitmenleri oralarda kalan kız-erkek çocuklara tecavüz ediyor, tecavüze uğrayan tecavüzcüsüyle evlendirilmeye çalışılıyor ve yaşam biçimi olarak her biri doğal bir tecavüzcü ve pedofil olan iktidar bileşeni ve yandaşları karşı çıkan, tepki gösteren kesimleri “ağızlarından salyalar akıtarak” tehdit edebiliyorlar. Toplumun “namus” diye “ortalığı yırtan” bu muhafazakar-ırkçı-dinci kesimi ise kendi çocuklarını savunmadıkları gibi, tecavüzcülere destek vermekten geri adım atmıyorlar.

Türkiye toplumunun önemli bir bölümü henüz “kul kültürü”nden kopamamış, “vatandaş olma” bilincine dahi ulaşamamıştır. Bu öylesine köklü ve derin bir anlayıştır ki ilerici geçinen kesimlerde dahi kendisini çeşitli durumlarda hissettirir. Korkuyla beslenen, “sopayla şekillendirilen” bireylerin kendilerini ilerici olarak tanımlasalar ve belli yanlarıyla bu gerçekliğe sahip olsalar da bütünlüklü bir değişim süreci geçirmedikleri için “özgür” olamadıklarını görmekteyiz. Sorunun merkezinde ise genel anlamıyla otorite, özelde de iktidar-devletle kurulan ilişki, bu ilişki içerisinde kendine biçilen rol bulunmaktadır. “Devlet baba” tanımlamasında somutlanan ailede babaya biçilen “şef” ve “yönetici-söz sahibi”, “bilen” rolü, aile dışına çıkıldığında “kutsal devlet”e aktarılan “baba-devlet” karmasını “rol-model” olarak kabul eden bir şekillenişten bahsetmekteyiz. Ataerkil toplumlarda her zaman için ciddi etkisi olan bu model, dinsel ve ırkçı referansların ağır bastığı topluluklarda bireyi devlet ya da otoriteler karşısında hiçleştiren bir aşamaya evrilmektedir. Devleti kutsallaştırırken devlet için ölmeyi “şehitlik”, yani “ölümün en kutsalı”, “cennete gitmenin kesin yolu” olarak kabul eden bu zihinsel şekilleniş, her türden radikal dinci ve ırkçı milliyetçiliğe kapısını sonuna kadar açmaktadır. Bu yönüyledir ki, devlet-iktidar gücünün güncellemeleri olmadan da bu zemin fazlasıyla mevcuttur. Türkiye toplumu içerisinde bu “maya” ırksal ve dinsel olarak mevcuttur ve de oldukça diridir. AKP ve Erdoğan’ı bu denli güçlü kılan Türk toplumsallığıyla kurabildiği güçlü doku uyumudur. Türk toplumunun tarihsel reflekslerini, kendisini tanımlama verilerini, motivasyon kaynaklarını biraraya getirip bir sonuca ulaşırsanız karşınıza AKP sentezi çıkacaktır.

Dolayısıyla sorun basit bir biçimde ‘’sivil’’ kavramının içerisine sıkıştırılarak ele alınamaz. Bu zamana kadar TC denilen devletin katliam ve şiddetinden söz ettik, ama bilinmelidir ki, egemen düşünce Türkiye’de halkın bir bölümüne o kadar nüfuz etmiştir ki, devlet yönlendirmesi olmadan da her türlü kötülüğü yapmaya hazırdırlar. Yalnızca devletin yaptıklarını görüp bu islamcı, faşist kitleyi ve bunların düşmanlık ve nefretin devamlılığındaki rollerini görmemek sorunu yeterince anlamamaktır. Önce sorunun kendisini tüm gerçekliğiyle ortaya koyup ardından üzerinden hüküm vermek gerekiyor. ‘’Politik karşıtlar’’ gibi gerçekle alakası olmayan tanımlama yapıp, buradan ‘’kendisinden başka düşünen herkese düşman’’ olduğumuza yönelik  faşist anlayışın sahibi olmayı reddediyorum. Böyle bir anlayışı gerçek sahiplerinin kimler olduğunu devlet aklıyla değil demokratik değerlerle düşünebilen herkes rahatlıkla görebilir. Ama birazda  ben anlatayım ki, demokratik değerlerini şu veya bu gerekçeye kurban etmemiş olanlar gerçekten ‘’politik karşıtları’’nı ve dolayısıyla da ‘’ halklar arası düşmanlığı’’ kışkırttığını görebilelim. 

Aktardıklarım yaşadığımız topraklarda insanların hangi koşullarda, nasıl bir rejim, egemenlik ve hukuk sistemiyle yüzyüze olduğunun küçük küçük örnekleridir. Aynı zamanda esasen hiçbir şeyin değişmediğinin de göstergesidir. Egemen yapı; ötekiler olarak adlettiklerine karşı soykırımcı, katliamcı, işkenceci yapısını bozmadan dünden bugüne devam ettirmiştir. Burada değişmeyen başka ve çok önemli bir şey daha vardır. Bu faşist ve katliamcı egemen yapının hemen hemen tüm süreçlerinde uluslararası alanda destekçileri, onaylayıcıları, ortakları, akıl hocaları olmuştur. Günümüzde de bu durum devam etmektedir. Nihayetinde de kamuoyu önünde hafif mırıltılar çıkarmanın dışında dolaylı ve dolaysız desteklerle Türk devleti bu zulüm tarihini devam ettirmektedir. ‘’Halklar arası düşmanlık’’ yapanlar Türk devleti ve dünden bugüne Türk devletinin her döneminde en sadık müttefikleri olanlardır. Sürekli katleden, kaybeden, işkence eden, hapishaneler dolduran, ‘’Tek devlet’’, ‘’Tek millet’’, ‘’Tek vatan’’, ‘’Tek dil’’, ‘’Tek bayrak’’ ırkçı söylemlerini devletin en tepesinden sürekli dillendiren, 1.5 milyon Ermeni’yi, 300 bin civarında Pontus Rum’unu, binlerce Asuri-Keldani’yi, onbinlerce Kürdü, Aleviyi katletmiş, soykırıma uğratan, mallarına, mülklerine el koyan, kendi ana dillerini konuşmayı yasaklayan, hatta Kürt diye bir ulus/halk olmadığını iddia eden bir egemen yapı ve bu yapının dünyanın gözü önünde yaptığı diğer ulus ve milliyetlere, dinlere, mezheplere yönelik düşmanlık orta yerde dururken TKP/ML’yi ve TKP/ML davasından yargılanan beni bu yönlü suçlamak dünyanın en saçma suçlamasıdır. Aynı zamanda Türk devletinin uyguladığı tüm insanlık dışı uygulamaların destekçisi olmak demektir. Bu önemli bir sorundur ve bu noktada alınan tavır kişilerin siyasal düşüncelerinin de ötesinde insanlığa karşı işlenen suçlara karşı nasıl kişisel ve kurumsal bir duruş içerisinde olduğumuzun da göstergesidir. Hele de Nazizmin vahşetine maruz kalmış bir halkın insanlarının böylesi bir meselede çok daha duyarlı olması gerekir. Naziler, Yahudileri, Çingeneleri, homoseksüelleri, engellileri, Ari olmayan halkları katletti, 50 milyon insanın ölümüne neden oldu. Alman halkının önemli bir bölümünü bu sürecin bir parçası yaparak suç ortakları haline getirerek bir tarihsel utanç yaratmışken (Bunu insanlığını koruyan kesimler için söylüyorum. Yoksa o kanlı tarihten açık ve gizli bir biçimde övünen, onur duyanlar elbette ki toplumun her düzeyinde azımsanmayacak miktarda mevcut) bilmem neyin çıkarları ya da bilmem hangi yasa, Anayasa maddeleri arkasına sığınarak başka halkların yaşadıkları görmezden gelinemez. Ve aynı zamanda da asıl suçluyu gizleyip mağdurları suçlu gösterme çabası bırakalım hukuku kimliğini insan olmanın kendisine aykırıdır.

Yargılamanın konusu TKP/ML olduğu için TKP/ML’nin halklar arası ilişkiye ilişkin düşüncelerine bakmakta fayda vardır. Burada salonda yer alıp mahkeme süreçlerini takip eden herkesin bildiği gibi TKP/ML’nin görüşleri İbrahim Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu görüşler etrafında şekillenmiştir. Dolayısıyla TKP/ML’nin ‘’halklar arası düşmanlığa sebep vermek’’ gibi bir amacı ve pratiği olduğunu iddia etmek en basit tabirle hadsizliktir, Türk devletinin ağzıyla konuşmaktır. Şimdi İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarının yer aldığı ‘’Bütün Yazılar’’ kitabından ‘’ulusal Sorun’’ bölümünden özet olarak bu sorundaki düşüncelere bakalım: 

‘’21. Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti

Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hakim sınıflarının Kürt milliyetine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele eder.

Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milliyetinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız tanır ve savunur.

Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler: ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler…

Marksist-Leninist hareketin demokratik halk iktidarı sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur:

Demokratik halk iktidarı sisteminde bütün milliyetlerin ve dillerin tam hak eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletlerinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır.

Her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun bileşimi vb…temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.

Milli meseledeki temel şiarımızı bir kez daha tekrarlayalım: ‘’Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin (ve ezilen hakların) birleşmesi.’’ (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Yazılar, Aralık 1971-Haziran 1972)

pastedGraphic_17.png
pastedGraphic_18.png
pastedGraphic_19.png
pastedGraphic_20.png
pastedGraphic_21.png
pastedGraphic_22.png
pastedGraphic_23.png

Kim politik karşıtlarını öldürüyor ve aynı zamanda ‘’halklar arası düşmanlığa sebebiyet’’ veriyor? Gerçeklere kulak verelim.  Kürt bölgelerinde yaşananları tabiri caizse “sağır sultan bile duydu”. Aklımız, vicdanımız, demokratik değerlerimiz “devre dışı” değilse duymamak, gerçeği görmemek mümkün değil zaten. Görmek istemesek de merak edilmesin Türk devlet aklı, Türkiye toplumunun DNA’larına yerleşmiş ırkçı ve dinci kodlar hayatın her anında bunu göstermeye devam ediyor. Çünkü, ırkçı ve dinci faşistler, “halkların barış içerisinde yaşaması”ndan rahatsız olanlar açısından böyle düşünmek ve davranmak “pornografik bir haz” düzeyindedir.

‘’Politik karşıtlarını öldürmek’’ ve “Halkların barış içerisinde yaşamasına karşı olmak”tan bahsediyorduk: Gerçekler orta yerde olmasına rağmen “üç maymun”u oynamanın ötesinde bu faşist rejimin savunuculuğunu yapmak için adeta “kendini paralayanlara’’ neyin parçası olduklarını göstermek ve kimlerin “halkların barış içerisinde yaşamasından yana olduğu, kimlerinse halkların katili olduğunu tarihe bir not olarak düşmek için, Cizre’de yaşanan katliamdan bir bölüm anlatmak yerinde olacaktır. Aşağıda aktaracağım anlatımlar Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından “Cizre’de Sokağa Çıkma Yasağı Sonrasında Sivil Yurttaşlara Yönelik İnfazlar ve Hak İhlalleri Raporu” başlığıyla hazırlanıp çeşitli uluslararası kurumlara da sunulmuş belgeden yapıldı. 

Bu oldukça önemli ve Türkiye’de yaşayan halk ve özellikle de Kürt ulusu açısından oldukça trajik süreçlerden biridir. 2015 yılı temmuz ayından itibaren Kürt bölgeleri tıpkı 1990’lı yıllardaki gibi büyük bir vahşete maruz kalmıştır. Onbinlerce Polis Özel Harekat, Jandarma Özel Harekat ve bir sürü İslamcı çetenin de katıldığı, helikopterlerin, tankların ve envai çeşit askeri aracın kullanıldığı ve aylarca birçok şehir ve kasabada sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği içlerinde bebeklerinde olduğu yüzlerce sivil vatandaşın katledildiği, şehirlerin tanklarla, toplarla, helikopterlerden atılan bombalarla yakılıp yıkıldığı bir süreçten bahsediyoruz. Israrla değerlendirme dışı bırakılan ya da yarım ağız ‘’biliyoruz’’ diye geçiştirilen Türk devletinin gerçek niteliğidir bu süreçte dışa vurulan. Aşağıda yer alan her bir fotoğraf halklar arası düşmanlığı körüklemenin ve bunu sistemli bir biçimde yapmanın kanıtlarıdır: Birinci fotoğraf Hacı Lokman Birlik adlı kürt gencinin öldürüldükten sonra ‘’Akrep’’ denilen askeri aracın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklenmesi ve bizzat bu işi yapanların medyaya servis ettiği görüntüdür. pastedGraphic_24.pngpastedGraphic_25.png

Alttaki fotoğrafta kadının kucağında tuttuğu oğlunun cesedinden arta kalanlardır ve bu ceset posta ile ve kargo ücreti teslim alan tarafından ödenecek  biçimde gönderilmiştir.

pastedGraphic_26.png

Bu fooğraf 2015 yılında sokağa çıkma yasakları dönemindeki vahşetin bir parçasıdır. Taybet İnan adlı bu Kürt kadını ‘’Taybet Ana’’ keskin nişancılar tarafından sokak ortasında vurulmuş ve cenezesinin sokaktan alınmasına dahi müsaade edilmemiş, bir hafta boyunca sokakta kalmıştır. Taybet Ana’nın çocukları böyle feryat ediyordu:’’ Annem tam tamına 7 gün sokakta kaldı. Hiç birimiz uyuyamadık kuşlar konar, köpekler gelir diye. O orada yattı, biz 10 metre ilerisinde öldük!’’. pastedGraphic_27.png

pastedGraphic_28.png

Bu fotoğraf 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın fotoğrafıdır. 2015 yılındaki operasyonlarında öldürülmüş ve devlet sokağa çıkmaya izin vermediği için ailesi bu çocuğun cenazesini kokmasın diye on gün boyunca evdeki buzdolabında tutmak zorunda kalmıştır. pastedGraphic_29.pngpastedGraphic_30.pngBu fotoğrafta gördüğünüz iki kürt çocuğu öldürüldükten sonra yanlarına boyları kadar silah bırakılarak terörist ilan edilmişlerdir.

pastedGraphic_31.png
pastedGraphic_32.png

Alttaki fotoğraflar Bitlis merkeze bağlı Yukarı Ölek (Oleka Jor) köyünde bulunan Garzan mezarlığında 282 cenazenin mezarlık yıkılarak kaçırılması ve ancak üç yılın sonunda yerlerinin tespit edilebilmesinin görüntüleridir. Kaçırılan bu cenazeler üç yıl sonra İstanbul’da bir otoyolun kaldırımları altına fotoğraflarda gördüğünüz biçimde numaralandırılarak gömülmüştür. Bu arada 27 yıldır gözaltında kayıp olan Burhan Altıntaş’ın ailesi yaptırdıkları DNA testi sonucu kendi çocuklarının kemiklerine ulaştı. 27 yıl sonra! Kilyos’ta kaldırıma gömülen oğlunun cenazesini 27 yıl sonra plastik kapla alan anne Sabiha Altıntaş: ‘’ Oğlumun kemiklerinin olduğu kabı görünce kalbim duracak gibi oldu. Bunlar nasıl müslüman dedim kendi kendime. Saklama kabını benim kucağıma verdiklerinde, ilk önce oğlumun içinde olduğuna inanmadım, sonra kabı açıp kemiklerine bakmak istedim ama yanımda olanlar buna izin vermediler. Daha sonra ısrar edince açıp baktım. Ben yıllarca oğlumun bir gün gelip bana sarılacağı hasretiyle yaşadım, ama kucağıma verilen plastik kabın içindeki kemiklere sarıldım’’ diye feryat ediyordu.

pastedGraphic_33.png
pastedGraphic_34.png

Türk ırkçıları tarafından önce dövülüp işkence edilen, alnına bıçakla Türkiye Cumhuriyeti’nin  baş harfleri olan ‘’TC’’ kazınmış bir Kürt üniversite öğrencisini görüyorsunuz.pastedGraphic_35.pngpastedGraphic_36.png 

pastedGraphic_37.png

pastedGraphic_38.png Çocukların, rejimden sorumlu olmayanların öldürülmesinden bolca söz edilmişti. Uğur Kaymaz  babasıyla birlikte öldürüldüğünde cesedinde 13 kurşun saydılar. 12 yaşındaydı. 

                                                                                                                                                                                                 Bu fotoğraflar aşağıda anlatacağım Cizre Bodrumları olarak bilinen katliamdandır.pastedGraphic_39.png

Kürtlerin yaşadığı bölgeler 2015 Temmuz ayında başlayıp 2016 yılı ortalarına kadar devam eden sokağa çıkma yasakları eşliğinde büyük bir vahşet süreci yaşamıştı. 2014 yılının 24 Eylül’ünde hazırlandığı deşifre olan ve adına “ÇÖKTÜRME” denilen bu Kürtlere yönelik katliam, şehirlerin ve tarihi kültürel yapının yok edilmesi vb. parçaları olan saldırı projesi 24 Temmuz 2015 tarihinde Diyarbakır (Amed) şehrinin Sur ilçesinde başlarında altı general ve otuz altı Albay’ın olduğu komuta kademesi ve on binden fazla özel eğitilmiş asker, polis ve şeriatçı-faşist kontrgerilla çetelerince başlatıldı. Buralarda “hendekler kazılmış” ve “iki polisimizi haince katlettiler” demagojisi ile meşruluk kazandırılmaya çalışılan bu saldırganlık faşist şef Erdoğan’ın “Bu devlet bizim tesis ettiğimiz ihya etmeye çalıştığımız devletin ta kendisidir. Bu noktaya geldiğinde ‘Ya baş eğeceksiniz ya da baş vereceksiniz”, “Tarihi eserler dışında kalan tüm binaları yıkın”, Türkiye’nin kıdemli sivil faşist gücü ve Erdoğan’ın bu süreçteki en önemli ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayın” talimatlarına uygun bir vahşet eşliğinde devam etti.

Bu öylesine bir vahşet rejimimi ve uygulamalarıdır ki, kağıt üstünde de olsa varolan devlet görevlilerinin işkence ve kötü muamele yapması durumunda yargılanabilmelerine olanak tanıyan ceza maddelerinin değiştirilmesi, bu tür uygulamaları yapanları teşvik edecek tarzda yeniden düzenlenmesi için Milli Savunma Bakanlığı tarafından yeni bir yasa hazırlandı. Hazırlanan yeni yasaya göre, askerler terörle mücadeleden kaynaklanan silah kullanma yetkisini aşma, işkence, kötü muamele gibi konularda suçlanmaları halinde, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı izin verirse yargılanabilecekler. Öylesine bir faşist iktidar süreci yaşanmaktadır ki, zaten esas olarak uygulanmayan, kağıt üstünde kalan yasalara dahi tahammül edilmemektedir. 

Bu dönemde Alman devlet yetkililerinin tutumları ise utanç vericidir. Aynı dönemlerde İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda Alman turistlere yönelik İŞİD adına yapıldığı ifade edilen katliam sonrası Türk meslektaşlarıyla kameraların önüne geçip, “Eğer teröristler, bu eylemi partnerler arasındaki işbirliğini bozmak için yaptılarsa, bunun aksi olmuştur. Türkiye ve Almanya saflarını daha da sıklaştırdılar” diyen Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maizier’in “saflarını sıklaştırmaktan’’ bahsettiği ülkede Türk devleti Kürtleri en  vahşi yöntemlerle katledilmekteydi. 1990’lı yıllarda üç binden fazla köy yakılıp yıkılarak boşaltılmıştı, bu kez şehirler yakılıp yıkılarak boşaltıldı. 

Bu saldırı ve yıkım süreci, Osmanlı İmparatorluk güçlerinin başka halklara karşı savaş ve yağmaya giderken kullandıkları “Mehter Marşı” ve yine bir savaş ritüeli olan düşmana karşı savaşa başlamadan yapılan “kurban kesme” törenleri ile başlatılıp katliam operasyonlarının bitirildiği yerlerde bir başka savaş ritüeli olan “şükür namazı” ile “zafer” ilan ediliyordu. Bu ırkçı ve dini ritüeller eşliğinde gerçekleştirilen saldırılar Türk parlamentosunda çeşitli milletvekillerince çeşitli defalar dile getirildi. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu çoğunluğu çocuklardan oluşan 34 kürt köylüsünün savaş uçakları tarafından katledildiği ve Erdoğan’ın Genel Kurmay Başkanı’nı bu başarılı eylemi”nden dolayı kutladığı Uludere katliamına ilişkin değerlendirmede bulunurken bölgede devam eden saldırılara Aralık 2015 tarihli konuşmasında şu sözlerle değiniyordu. “Roboski-Uludere soruşturması, asker-sivil bu insanlık suçunun tüm sorumluları cezasız bırakılmak isteniyor. Bugün tüm bölgede, Roboski katliamını örten bu zihniyetin tezahürünü görüyoruz. Terörle mücadele adı altında, yine yurttaşların temel hakları sistematik bir biçimde ihlal ediliyor. 16 Ağustos 2015’ten beri 124 sivil vatandaş yaşamını yitirdi. Bunların 24’ü çocuk, 19’u kadın. Bu 124 kişiden 15’i evlerinin içindeyken katledildi. Bu infazlarla ilgili açılmış tek bir tane soruşturma yok. Güneydoğu’da maalesef tüm insanlığın ortaklaştığı bu değerler alçakça ayaklar altına alınıyor. Cizre’de üç aylık olan Miray İnce ve 80 yaşındaki Ramazan İnce bu konuda birer semboldür. AKP’ye ve bu aklı devreye sokanlara sesleniyorum; bu tür uygulamaların yarası çok derindir ve herkese bedeli çok ağır olur”. HDP milletvekili Osman Baydemir ise, “Yaşamını yitiren bir bebeğin cenazesi bir yetişkinin cenazesinin üstüne konulmuş. Hastanenin yemek deposuna konulan cenazeler kokmaya başladı. Bu cenazelerin defin edilmesi için sokağa çıkma yasağının hemen kaldırılması gerekiyor” diye yaşanan durumu anlatıyordu.

Türk devletinin faşist katliamcı niteliği ile bölgede yaşananların sembolü ise Cizre şehrinde insanların devlet şiddetinden dolayı en son olarak sığındıkları bodrumlarda yakılarak, parçalanarak katledilmeleriydi. Bodrumlara sığınan 176 çocuk, kadın, erkekten oluşan 176 kişinin kurtarılması için Avrupa Birliği ve Avrupa İnsan  Hakları Mahkemesi  nezdinde gerçekleşen girişimlerde sonuç vermedi. Erdoğan’la saray koltuklarında oturup İstanbul Boğazı’nın keyfini çıkaranlar açısından 176 insanın yakılıp parçalanarak katledilmesi bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü oradaki insanların ellerinde sermaye güçlerine sunabilecekleri pazarlık malzemeleri yoktu.

Cizre şehri Türk devleti tarafından bahsettiğimiz plan çerçevesinde yoğun saldırıların yapıldığı şehirlerden bir tanesidir. Binlerce özel eğitilmiş asker, polis ve Esadullah Timleri denilen şeriatçı sivil faşistlerin tank ve toplarla saldırdığı, yalnızca üç tane bodrumda 176 tane insanın yakılarak, parçalanarak katledildiği bir şehirden bahsediyoruz. Bu şehirde yüzlerce insan en vahşi yöntemlerle öldürüldü, ceset parçaları çöplüklerden toplandı. Öyle bir vahşet ki aynı insana ait ceset parçaları iki ayrı şehrin morglarında bulundu.

Sokağa çıkma yasakları kalktıktan sonra yakınlarının cesetlerini almak için devlet kurumlarına gidenlerden ve çocuğunu arayan annelerden bir tanesi karşılaştığı tabloyu şu sözlerle anlatıyordu. “Babası teşhis için gittiğinde tanıyamadı. Ben Cizre Devlet Hastanesi’ne gittim. Orada bana altı cenaze gösterdiler. Kiminin gözlerini çıkarmış kiminin kafasını ezmişlerdi. Polis bana, ‘Bu senin çocuğun mu?’ diye sorduğunda ben ona, ‘cenazeleri yakmışsınız, nasıl tanıyayım’ dedim. Bize gösterilen cenazelerin hepsi tanınmayacak haldeydi”. Yine bodrumlarda katledilen 51 yaşındaki Mahmut Dukmak’ın eşi cenazeyi almak için gittiğinde yanmış ve yalnızca kemikleri kemikleri kalmış bir ceset vermeye çalıştıklarını, “benim kocamı katlettiler. Bugün benim elime beş kilo kemik veriyorlar, al bu senin eşin diyerek. Eşimi vahşice öldürüp yakmışlar. Hiçbir şeyi kalmamış” biçiminde durumu anlatıyordu.

Cizre’de operasyonlara ara verilip sokağa çıkma yasakları kalktıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve İnsan Hakları Derneği’nden yetkililer bahsi geçen bodrumlara giderek bir ön inceleme raporu hazırladılar. TİHV Başkanı Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tarafından hazırlanan “ön izleme raporundan basına yansıyanlar vahşeti tanımlamaktaydı: “İlk Bodrum; İçerisi karanlık olmakla beraber cep telefonlarının fenerleri yardımıyla içeri girildi. Girişe göre sol tarafta bulunan duvarın dibinde tüm tabanı kapsayan çok sayıda yanmış halde kemik parçasının olduğu gözlendi. Kemik parçaları arasında özellikle üst kolları bulunmayan bir alt çene kemiği boyutları itibariyle değerlendirildi. İlk gözlem amacıyla gelindiği için beraberimizde yüksek çözünürlüklü kamera olmamakla birlikte cep telefonu kamerası ile fotoğrafları çekildi. Fotoğrafta alt çene kemiğinin hemen yanında bulunan yanmış haldeki gözlük çerçevesi ile birlikte yerleri değiştirilmeden fotoğraflandı. Eldeki sınırlı olanaklarla yapılan değerlendirmede dahi bulunan alt çene kemiğinin erişkin bir kişiye ait olamayacağı, 10-12 yaşlarında bir çocuğa ait olduğunun kabulü gerekmektedir. Bodrumun bulunduğu bu bölümde görüldüğü üzere çok sayıda kafatası ve diğer kemiklere ait yanmış kemik kalıntıları bulunduğu gözlenmiştir. Dikkat çeken bir husus bodrumun ilk giriş kısmı ortada bu yanık kemiklere birkaç metre mesafede yanmamış halde yünlerin bulunmasıdır. Kemiklerde yer yer kömürleşme düzeyinde yanık meydana getirecek bir yangın ortamında yünlerin yanmamış olması beklenemeyeceğinden bomba benzeri genel ve yaygın bir yangına yol açacak bir patlayıcıdan çok, bodrumun bir bölümünde bulunan kemiklerin yüksek ısı oluşturacak bir sınırlı yangın ortamında kaldıkları kuşku oluşturmaktadır. Bu kuşkuların aydınlatılabilmesi için kapsamlı bir olay yeri incelemesi ve yanık alanlarının değerlendirilmesinin yapılması gerekmektedir….

İkinci Bodrum; ikinci bodrum tamamıyla moloz yığınlarının bulunduğu diğer yıkılmış binaların arasında olduğu ifade edilen raporda, bu alandan alınan molozların Dicle Nehri kıyısına döküldüğü, molozlar arasında insan bedenlerine ait parçaların bulunduğu ve bölgeye giden insanların sokulmadığı görüşülen kişilerce aktarılmış, molozlar arasında insan bedeni görülen fotoğraflar HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız tarafından daha önce kamuoyuna paylaşılmıştır.

Üçüncü Bodrum; üçüncü bodrum olarak anılan bina girişe güvenli olmayacak biçimde tahrip olduğundan bu bodrumda cenaze bulunup bulunmadığı ve olay ile ilgili değerlendirme yapabilmek mümkün olmamıştır.”

İnceleme sonrası birinci bodrum önünde açıklama yapan Prof. Dr. Fincancı, daha önce Bosna’da işlenen savaş suçlarını takip ettiğini hatırlatarak, “Cizre’de karşılaştığımız tablo Bosna’nın çok ötesinde. Bosna ya da dünyanın herhangi bir yerinde savaşan insanlar oldu, ancak bodrumlarda katledilen insanların hepsi sivil insanlardır. Bosna’da yetişkinlere ait toplu mezarlar ve insan kemikleri bulundu, fakat Cizre’de yakılan çocuklardan bahsediyoruz. Devlet bu bodrumlarda yoğun yakıcı ve patlayıcı madde kullanmıştır. Burada devletin işlediği bir suçtan bahsediyoruz. Bu topraklarda başka devlet tank, top kullanmadığına göre bunu yapan devlettir” diyordu.

İlk incelemelerde bodrumlarda toplam ceset sayısının 178 olduğu açıklanmış, daha sonra bu sayı düzeltilmiştir. Bu karışıklığa neyin neden olduğu ise sonradan açığa çıkacaktı; parçalanan cesetlerin parçaları farklı morglara dağıtılmıştı! Cesetler öylesine parçalanmış ve öylesine yüksek ısıda yakılmıştı ki ancak DNA eşleştirmesi yoluyla kimlik tespitine gidilebilmiştir.

‘’…Birinci Vahşet Bodrumu’nda bulunan Mahmut Duymak’ın eşi Şerife Duymak cenazelere ilişkin heyetimize şunları belirtmiştir: “Kızım DNA için kan örneği verdi. Daha sonra eşimin cenazesinin Silopi’de Habur Sınır Kapısı’ndaki morgda olduğunu söylediler. Cenazeden geriye ne kemikleri ne de eti kalmıştı. Simsiyah birkaç kemiği çöp poşetinde bize verdiler. Eşim dağ gibiydi, bize 5 kilo yanmış kemik verdiler. Cenazeyi tabuta koyup getirdiğimizde, 2-3 arama noktasında-aileler cenaze arabasının arkasındaydılar, poşetin içerisinde bir şey vardır gerekçesiyle gözlerimizin önünde kemikleri salladılar. ‘Hey hewar e jixwede!’ (Ey havar Allahım) salladılar tabutu her seferinde. Her kontrol noktasında yaklaşık yarım saat bekletildik. Panzer eşliğinde geldiğimiz halde ve daha önce tabut kontrol edilmesine rağmen polisler son arama noktasında da kemikleri sallayıp ellerini tabutun içerisine soktular. Cenazenin başında mehter marşı ve “ölürüm Türkiyem” şarkılarını çalıyorlardı. ‘Uhuuuu…’ diye bağırıyorlardı. Cizre girişindeki polisler ‘her cenazeye bir kişi eşlik edebilir’ dedi. Dayımın oğlunun evi ilçe merkezine yakın olduğu için O’nun cenaze ile gitmesini kararlaştırdık. Eşimin cenazesini mehter marşları eşliğinde mezarlığa götürdüler. Cenaze gittikten sonra bizi bıraktılar. Daha sonra kızımın evine geçtik.

Eşimin cenaze törenine dahi katılamadım. Cenaze arabasıyla bile gitmemize izin vermediler. Büyük hakaretlere uğradık. Ellerindeki eldivenlerle kemikleri karıştırmaları hakaret değil midir? En büyük hakaret zaten budur. İnsanın cenazesiyle mezarlığa gitmesinin engellenmesi hakaret değil midir? İnsanın taziyesini kabul etmesinin engellenmesi hakaret değil midir? Ne yaptılar bu insanlar? Özyönetim istemek suç mudur? Vallahi suç değil. Anlamakta zorluk çekiyoruz. ‘Siyasi olarak bu meseleyi konuşacağız ve çözeceğiz’ dediler. Ama buna izin vermediler.

Yaşadıklarımızdan dolayı artık boğazımızdan bir şey geçmez oldu. Buraya gelen öğrencilerle aynı sofrada yemek yiyip yan yana uyuyorduk. Ne yapmıştı bu insanlar? 15, 18, 19 yaşlarında. Gerçekten zor bir durum. İnsanın içinden konuşmak gelmiyor. Vallahi bodruma gidip baktım, oraya gelen insanlar şok geçirdi.

O kadar genç insanı öldürüp de neyi çözdüler? Kürt sorunu çözüldü mü? Kürdistan sadece Cizre’den mi ibaret?

Birinci Vahşet Bodrumunda öldürülen Ahmet İşçi’ nin babası Ahmet İşçi’ nin heyetimize yaptığı açıklama şöyle: … Biz Mardin’e hastaneye gidip kan verdik. Bir hafta içinde cenazesi DNA örneği ile teşhis edildi. Cenazeye bakmaya dayanamadık, tamamen yakılmıştı.

Birinci Vahşet Bodrumunda hayatını kaybeden Nusreddin Bayar’ın annesi Feleknaz Bayar’ın aktarımları: “…Nusreddin’i öyle bir hale getirmişlerdi ki tanıyamadım. Hiçbir din veya hiçbir anlayış insanların böyle vahşice öldürülmesine müsamaha göstermezken, Müslüman olduklarını sananlarca yapıldı bu vahşet. Öldürüldükten sonra nasıl yakarsınız ve paramparça edilir ölü bedenler? Bu nasıl müslümanlıktır? Hiçbir yerde böyle bir şey olmamıştır. İnsanların yakılmasını hiç kimse kabul edemez. İnsanın kendi zürriyetine mensup kişinin bedenini tanımaması kabul edilebilir mi? Bu devletin zulmü üzerine bir zulüm yaşanmamıştır. Biz devletin bu zulmünü lanetliyoruz, şikayetçiyiz”.

Birinci Vahşet Bodrumu’nda katledilen Muharrem Erbek’in babası Salih Erbek’in cenazeye ilişkin tanıklığı: “…Silopi’ye gittik, önce polisler bir liste yaptılar. İsmimizi listeye eklediler. Bizi soğuk hava deposuna götürdüler, sonra cenazeleri gösterdiler. 50 cenaze üst üste konulmuştu. Cenazeler, parça parça olan, yanmış olan ve 5 kilo olanlarda vardı. Muharrem ki tanınabilecek durumdaydı. Çünkü mermiyle vurulmuştu. Belki de 100’den fazla mermi izi vardı…”

İkinci Vahşet Bodrumu’nda öldürülen Abdullah Gün’ün babası Mehmet Gün’ün cenazeye ilişkin heyetimize yaptığı açıklamalar: “İkinci bodruma yasaktan sonra gittim. Benzin kokusu hala geliyordu. Hepsini yaktılar. Biz teşhis için Şırnak’a gittik. Hastane morgunda 12 cenazeye baktık, 3 tanesi hiç tanınmıyordu. Teşhis için Mardin’e de gittik. Sadece gidip bir tanesine bakabildim, diğerlerine bakamadım. Birine annesi bakmaya gitti. Ancak dayanamadı, çıkışta bayıldı. Başka bir oğlum da cenaze teşhisi için Urfa’ya gitti. Halen cenazesini teşhis edemedik. Üç defa Mardin’e, Silopi’ye gittik. Herhangi bir sonuç çıkmadı. Gerçekten uykuya hasret kalmışız. Bazen kıpırdamadan sabaha kadar düşünceler içindeyiz. Hiç yoksa 3-5 kilo kemiklerini bulsaydık, yine rahat edecektikKemiklerimiz ortaya çıkmayana kadar rahat edemeyiz.

…Savaşın da kuralı, düşmanlığın da şerefi vardır. En kötü ihtimalle düşman olsak bile birbirimizi öldürürüz. Niye yakayım ki? Niye seni ezeyim ki? Bugün oğlumu kimin öldürdüğünü bilsem de, bu ağır vahşeti yaşamamıza, içimin alev gibi yanmasına rağmen, bunu yapan kişiye en fazla iki kurşun sıkabilirim. Bir insanı nasıl yakabilirim? Şerefim ve insanlığım kabul etmez. Birinci Bodrum’da Mehmet Tunç demedi mi, 28 yaralımız olduğunu, hastalarımız olduğunu? Kimileri hasta, kimileri aç ve susuz. Bazıları gazeteci. Bazıları dışardan Cizre’ye gelip mahsur kalan üniversite öğrencileriydi. Ama hepsini yaktılar.

Başbakan ve Cumhurbaşkanı ‘Belki de o bodrumlarda kimse yok’ diyordu. Ayıptır, günahtır. O yananlar ve bazı ailelere verilen 4 kilo insan kemiği nereden çıkarıldı? Mahmut Duymak’ın eşine 5 kilo kemik verdiler. Ne Allahtan korkuyorlar ne de kuldan utanıyorlar. Diyelim ki, sen on kurşun sıkıp öldürdün, benzinle yakmak nedir? Mutlaka kimyasal da kullanılmıştır. Yani mutlaka insanlar kimyasalla bayıltılarak öldürüldüler.

Türk halkı ile beraber ortak yaşama umudumuz maalesef kalmadı. Sayın Öcalan defalarca Türkiye’ye çağrıda bulunarak, ‘Suriye ve Irak gibi yapmayın. Suriye ve Irak’ın halini görüyorsunuz. Gelin kardeşliğe, barışa gelin” dedi. Ama dinlemediler. Arap, Fars ve Türklerden daha fazla ne istemişiz? Biz onlar gibi dilimiz ve kültürümüz serbest olsun diyoruz?”

İkinci Vahşet Bodrumu’nda katledilen Hakkı Külte’nin annesi Gule Külte’nin cenazeye ilişkin tanıklığı: “Teşhise gittiğimde birçoğunun vücudu paramparça olmuştu. Kadınlar ve erkekler hepsi çıplak bir şekilde torbalara konmuştu. Derilerin rengi değişmişti, kapkara olmuşlardı. Sadece derileri kalmıştı, vücudun baldırları yoktu. Cesetleri yanmıştı. Tüylerine dokunduğunda ellerine yapışıyordu, cesetlere dokunduğunda derileri ellerine yapışıyordu. Hepsi yanmıştı. Vallahi cesetleri yıkanmadı. Sadece kefene koydular. Yıkanmıyordu cesetler.

Oğlumu teşhis etmek için yaklaşık 100 cenazeye baktım. Hepsine tek tek baktım. Düşünün, 16 yılınızı verdiğiniz, vücudunun her karışını avucunuzun içi gibi bildiğiniz evladınız tanınmaz halde. DNA testi ile ancak sonra oğlumun cenazesi belli oldu. Yüzünü tanıyamadım. İnsan suratını tanıyamıyordu. Gözleri yoktu, kulakları yoktu, tüyleri dökülmüştü, başının derisi yoktu, çehreleri yoktu. Hepsi yanmıştı, top ve silahlar ile parçalamışlardı. Vücut uzuvlarına dair hiçbir şey kalmamıştı. DNA testi yapmasaydım oğlumu hiçbir şekilde tanıyamayacaktım.

Oğlum ‘Anne cesetleri görürsen aklını kaybedersin, bakma’ dedi. ‘Hayır, oğlum da katledilen bütün gençler gibidir, bakacağım’ dedim. Korkmadım, çünkü, bunlar bizim evlatlarımızdı. Silopi’de, Habur Sınır Kapısı’nda cenazelerin bulunduğu soğuk hava deposuna gittim. 

Cenazelerin hepsi yerdeydi. Her tarafta savrulmuşlardı. Üç odayı düşünün tek bir oda olarak ve içinde dolu cenaze vardı. Çadırların içine cenaze doldurmuşlardı. Hepsi yerlere atılmışlardı. Kokudan cenazelere yaklaşılamıyordu.

Yasaklar kalktıktan sonra cenazesini teslim aldık. Akşam olduktan sonra cenazeyi verdiler. Aile olarak polislere ‘Cenazeyi akşam değil gündüz almak istiyoruz’ dedik. Polisler bize ‘ister alın ister almayın, biz gömeriz’ dedi. Devlet halkın cenaze törenlerine katılmasını önlemek için gece cenazeleri teslim ediyordu. Habur Sınır Kapısı ile Silopi arası 15 km olmasına rağmen asker ve polisler neredeyse kırk yerde cenaze aracını durdurup kontrol ettiler. Akşam yasak Cizre’de devam ettiği için mecburen Silopi’de defnettik. Ablası, halası ve teyzesinin Cizre’den cenaze törenine katılmasına izin vermediler.”

İkinci vahşet Bodrumu’nda katledilen Tahir Akdoğan’ın babası Dildar Akdoğan’ın cenazeye ilişkin tanıklığı: “Bodrumdakilerin yakılarak katledildiğini duyduktan sonra annesi Silopi’ye DNA raporu için kan vermeye gitti. Önce bir fotoğraf göstermişler, annesi onu tanıdı fotoğrafından. Yanmamıştı. Yüzü sağlamdı, ama vücudunda belki yüz tane fişek izi vardı. Ellerini ve ayaklarını parçalamışlardı. Kafasına bomba atmışlardı. Ayaklarını paramparça etmişlerdi, elleri paramparça edilmişti. Göğsünde belki yüz fişek izi vardı. Sadece yüzü sağlamdı, yüzünden tanıdık. Hastaneye gidince vahşeti gördük zaten. 3 depo vardı, üçünde 80 cenaze vardı. Cenaze kokusundan yaklaşamıyorduk bile. Maske taktık ve gidip cenazemizi tesbit ettik. Toptancılar patates çuvallarını nasıl üst üste atıyorlarsa onlar cenazeleri torbalara koymuşlardı ve üst üste atmışlardı. Bazıları yanmıştı, bazıları sadece kemikti, bazılarının sadece parçaları vardı, yani büyük bir vahşet yapmışlardı.

Cenazeyi Cizre’de defnettik. Polisler ‘Aileden sadece 3 kişi cenaze törenine katılabilir’ dedi… Bu vahşeti yapanlar, üstüne cenazemizi gömmemize dahi izin vermedi. Ne diyelim ki? Söyleyecek söz yok.

Bu zulmü yapanların, bu vahşeti yapanların bir gün yargılanacaklarına inanıyoruz. Çünkü bunların yaptığı vahşeti, hiçbir devlet yapmadı. Mutlaka cezalandırılacaklar, inanıyoruz. Büyük bir vahşet yaptılar. 300-400 insan katlettiler, hepsi 15-16 yaşında günahsız çocuklardı.

Devlet kendini başarılı sayıyor olabilir. Devlet, 100 bin kişilik küçücük bir ilçeye 25 bin askeriyle, tankıyla, topuyla girerse, bu başarı değildir. Devlet kendini başarılı saysa da, onca insanımızı öldürse de başarılı değildir.”

İkinci Vahşet Bodrumu’nda katledilen Adil Küçük ve üçüncü Vahşet Bodrumu’nda katledilen Agit Küçük’ ün babası Abdullah Küçük ’ün cenazeye ilişkin anlatımı: “…Adil ve Agit’in cenazesi de Silopi Habur Sınır Kapısı’nda bulunan soğuk hava deposunda çıktı. Adil’in yüzünde sadece ağzı ve burnu kalmıştı. Ama biz tanıdık. Çünkü, bir parmağı sakattı. Her iki gözünde başında ve kalbinde kurşun yarası vardı, bu tesadüf değildi. Açıkça infaz edildiğini gösteriyor. Ama Agit’inki tanınmayacak haldeydi, yakmışlardı, tamamen yanmıştı, hiçbir yerinden tanınmıyordu. İşte kandan bir de boydan tanıdık; yani benden daha yapılıydı ikisi de. Onun dışında tanınacak bir şeyi kalmamıştı, tamamen yakmışlardı. Ayağına dokundum, ayağı kalmamıştı, başına dokundum, başı şu kadarcık kalmıştı, artık dayanamadım, düşecektim. Allah bizi ayakta tuttu. Bize yaşatılan bu vahşeti asla unutmayacağım. Düşünün iki evladınız katledilmiş, cenazelerine aileden dört kişi katılsın deniyor. Zulmün en büyüğü de budur.”

İkinci Vahşet Bodrumu’nda katledilen Cizre Halk Meclisi Eş başkanı Mehmet Tunç’un ve üçüncü Vahşet Bodrumu’nda katledilen Orhan Tunç’un annesi Esmer Tunç’un cenazeye ilişkin anlatımı: “…Siz Mehmet’i görmüştünüz. Dağ gibi bir çocuktu. İnanın cenazesini almaya gittiğimde on kilo etin dışında bir şey yoktu. Ben teşhis etmek için gittim, cesetlerin olduğu torbalar, kömür torbaları gibiydi. Mehmet çekmecedeydi; tamamıyla yanmıştı. Ben Mehmet’i parmaklarından tanırdım. Çünkü konuşurken parmakları sürekli hareket ederdi. Sadece kan uyuşmasından anladık Mehmet olduğunu.”

‘’ADALET OLMADIĞINDA DEVLET BÜYÜK BİR ÇETEDEN BAŞKA NEDİR Kİ?

Mahkeme heyetinin bir belgesinde şöyle bir bölüm mevcuttur:’’ Hedefi belirli bir devletin politik düzenini bertaraf etme olan bir örgüt söz konusu olduğunda, bu tetkik için gerçi örgütün faaliyetlerinin ne dereceye kadar ilgili olan devlet tarafından kışkırtılmış olup olmadığı da göz önüne alınmalıdır’’. Böyle bir bölüm var, fakat cümlenin devamında ‘’ama’’ diyerek bu bölüm anlamsızlaştırılmaktadır. Anlaşılıyor ki, buradaki cümle yalnızca bu yasa maddesine kenar süsü olarak yer almaktadır. Zaten dava sürecinde Türk devletinin niteliği ile ilgili tüm anlatımlar sistemli bir biçimde bir tarafa bırakılmış, konuyla ilgisi olmadığı, ya da öyle olsa da ‘’böyle olsa da’’ gibi öyle olduğu bilinen bir şey olasılık kavramıyla görmezden gelinmiş, bu da yetmediğinde açıkça devletin niteliği değerlendirilmeyecektir denilerek bu maddede yer alan bölümün göz boyamadan başka bir şey olmadığı gösterilmiştir: (1) Savunmanın fikrinin aksine verilmiş olan kovuşturma yetkisinin keyfiliği, ‘’Türkiye’nin insanlık onuruna saygı duyan bir devlet düzenini cisimlendiren bir devlet olmadığına’’ veyahut ‘’Türk devletinin şu andaki durumu itibarıyla (…) Alman Ceza Yasası (StGB) md. 129b uyarınca korunmaya değer bir varlığı olmadığına’’ dayandırılamaz’’. 

‘’Bu nedenden dolayı mevzuatın metnine göre örgütün devirmeye niyetlenmiş olduğu devletin politik düzeni değerlendirilmeyecektir. Tetkik edilmesi gereken daha ziyade, örgütün ulaşmaya çalıştığı hedeflerinin bahsedilmiş görüş açılarından birine göre tüm koşulların kınanabilir olup olmadığıdır… çünkü eğer bu hukuk görüş açısına uyulsa ve ayrıca savunmanın değerlendirmesini dayandırmış olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin insan onuruna saygı gösteren bir düzenin temel değerlerini cisimlendiren bir devlet olmadığı iddiaları gerçek varsayılsa dahi, buradan hiçbir şekilde kovuşturma yetkisinin keyfi olarak verilmiş olduğu sonucu ortaya çıkmaz: bir devletin insan haklarını ihlal ederek direnci kışkırtmış olduğu olaylarda dahi,…’’

SAVCILIK

‘’Kişisel hakların normlarla doğrudan korunmasını amaçlamak dikkate alındığında Alman Ceza Yasası StGB’nin 129’a maddelerinin, işleyen bir hukuk devletinin durumuna uygun olup olmadığına bakılmaz.’’

Devlet dediğimiz oluşum ilk anda itibaren egemen güçlerin elinde baskı, zor ve tahakküm aracı olarak varolmuştur. Egemenliklerin tesisi tahakküm ve zoru mutlak olarak içerir. Burada şiddet aygıtları, devlet dediğimiz örgütlenme-organizasyonun olmazsa olmazıdır. Polis, asker, istihbarat vb. örgütlenmelerle resmi şiddet tekelini elinde bulunduran egemen sınıflar, bu resmi şiddet tekeline ‘’herkesin devleti’ ’herkesin güvenliği’’ biçimindeki demagoji ve oluşturdukları manipülasyonla ‘’meşruluk’’ kazandırırken aynı zamanda farklı biçimlerde şiddet kullanmanın da zeminini hazırlarlar. Kutsallık statüsüne sokulan devletin tehlikede olması ya da kutsallık atfedilen devletin zarar görüyor olması gibi argümanlar eşliğinde şiddetin uygulanma alanı ve biçimleri genişletilir. 

Türkiye gibi bağımlı, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler sürekli kriz üreten sistemlere sahip oldukları için esas olarak egemenlik sürecinde şiddeti kesintisiz bir biçimde egemenliklerinin bir parçası olarak uygulamaktadırlar. Temel demokratik hak taleplerinin dahi devletin resmi ve gayri-resmi organizasyonları tarafından şiddetle karşılanması hakim sistemin sosyo-ekonomik niteliğinin doğrudan sonucudur. Devletin geleneksel varoluş kodları egemenlik altında tutulan sınıf ve tabakalarını ilk önce devlet şiddetinin çeşitli biçimleriyle bastırmak üzerine kuruludur. Dolayısıyla, işkence dediğimiz insanlık dışı uygulama devlet dediğimiz mekanizmanın işlemesinin ve devamlılığının ayrılmaz bir parçası olarak ele alınmaktadır. Bu süreklidir ve sistematiktir. Bu zamana kadar anlatımlarımızda ve ek olarak kendi yaşadıklarımız üzerinden işkence sorununa değinmiştik, ama işkencenin TC denilen devlet organizasyonunda nasıl hakim ve sürekli bir tarz olduğunu anlamak açısından örneklemeye devam etmek gerekir. 

Aşağıda aktaracağım olaylardan bir bölümü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Almanya dahil birçok devletin kayıtlarına geçmiştir. Bu anlamıyla verili resmi makamlar tarafından da bu olaylar gerçek yaşanmışlıklar olarak kabul edilmiştir. Aşağıda bizzat yaşayanların ağzından aktaracağım yaşanmışlıklar basına, kamuoyuna, uluslararası yargı kuruluşları, insan hakları kurumları ve hatta Türk devletinin parlamentosuna yansımış, doğruluğu kuşku götürmez olaylardan da görülecektir ki, istisnasız, günlük ve sistematik bir biçimde yaşanan ve tamamıyla emir komuta zinciri altında gerçekleşen uygulamalardır. Türkiye’de devlet budur ve devlet aklı böyle işlemektedir. Bahsini ettiğim hiçbir olay tek tek şu veya bu psikopatın, şu veya bu faşist ve dincinin bireysel kini, insanlık dışı hazları doğrultusunda gerçekleşmiş münferit olaylar değildir. Sistematiktir, bir devlet geleneğidir ve bugünde devam etmektedir. Yalnızca siyasal muhaliflere, dönemsel olarak düşmanlaşılan kesimlere değil aynı zamanda sıradan, günlük yaşam içerisinde var olmaya çalışan işçilere, emekçilere, herhangi bir vatandaşa da uygulanan ve hak olarak görülen saldırılar, işkenceler sistematiğidir görülmesi gereken. Devlet ve iktidar olmanın, yetki sahibi olmanın verdiği güven ve korunacağını bilme duygusuyla kendisinde ‘’bulduğu her fırsatta her istediğini yapma hakkını kendinde’’ bulma ruh hali hakimdir. 

Bu yüzden de haksız yere işinden çıkarılan ve bunu hem de barışçıl biçimde protesto eden, basın açıklaması yapmaya çalışan bir memurun elmacık kemiği kırılacak kadar şiddete uğraması normal bir uygulama olarak sıradanlaşmakta, 70 yaşlarında eski bir Yargıtay hakimesi  yerlerde sürüklenip yüzü gözü morartılacak kadar dövülmekte, gözaltında kaybedilen çocukları için her hafta basın açıklaması yapan aileler gaza boğulmakta, vahşi bir şiddete maruz bırakılmakta, akli dengesi yerinde olmayan  sekiz yaşındaki çocuğun arkasından ateş edilmekte, yakalanıp tokatlanmaktadır. Milletvekillerinin polis şiddetine uğraması zaten sıradanlaşmıştır. Dolayısıyla, ‘’hayal satmamak gerekiyor. İddia makamının bu gerçekleri bildiğinden en küçük bir kuşkum yok ama hala Türkiye’ye tatile giden Alman vatandaşlarıyla yapılan röportajlardaki durum havasında. Türkiye bildiğiniz gibi Alman vatandaşları açısından ucuz ve bu yüzden de tatil için  tercih edilir bir ülkedir. Denizi, otelleri, yemekleri vs. Türk televizyonları tarafından zaman zaman turistlerle röportajlar yapılır. Bunlardan simge olarak alabileceğimiz şöyle bir bölüm vardır: Röportaj yapan eleman Alman turiste mikrofonu uzatır ve sorar: Nasıl buldunuz Türkiye’yi beğendiniz mi? Alman turist çat-pat Türkçesiyle cevap verir: ’’Türkiye çok güzel, deniz güzel, raki güzel, şiş kebap güzel, yine gelecek ben’’. İşte savcılık makamı Türkiye’de yalnızca bir-iki hafta tatil geçirmeye gitmiş, oranın güzelliklerinden faydalanmış ve Türkiye’de yaşayan insanların nasıl koşullarda ve nelere maruz kalarak yaşamak zorunda kaldıklarını bilmeyen turist gibi konuşuyor. Her ne kadar Türkiye’de kimi sorunlar olduğunu kabul etse de.  

Bahsimize konu olan devlet, resmi ve uluslararası kabul gören adıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Birçoklarının olduğu gibi benim tanımlamamla ise faşist bir diktatörlüktür. Çünkü gerçek budur, niteliği budur, uygulamaları budur. Faşist bir devlet yapısı başlıbaşına ‘’kışkırtıcı’’dır. Nasıl ve niye mi? 

Albert Camus’un ‘’ Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın’’ sözünden yola çıkarsak bir nitelik tanımlamasına ulaşabiliriz. Fakat, Albert Camus’un sözüne ekleme yapmak gerekir: Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede muhalif güçlerin nelere maruz kaldığına bakın!

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Son ayların en yaralayan ve insanın içini acıtan bir örnekle devam edeyim: Mustafa Koçak. Mustafa Koçak hapishanede ölüm orucuna başladı ve tek bir talebi vardı: Adil yargılanmak. Peki ne oldu? Bu gencecik çocuk sonunda hapishanede öldü. Avukatı Ezgi Çakır ölmeden kısa bir süre önce hapishanede beş gün boyunca Mustafa Koçak’a yapılan işkenceleri şöyle anlatmıştı:’’ Mustafa direnişinin 254. Gününde hücresinden bir sandalyeye bağlanarak sürüklenerek Cezaevi Kampus hastanesine götürülmüş. Burada başhekim metin, dahiliyeci Ali ve ismini bilmediğim başka doktorlar tarafından Mengele’yi aratacak işkencelere maruz kalmıştır. Koçak bilincinin açık olması ve müdahaleyi kabul etmemesine rağmen 73 kez serum takılmaya çalışılmış, bu serumlar patlamış ve kolları ve bacakları bu nedenle morluk içinde kalmıştır. Mustafa dişleriyle serumu çektiği için kafası da kelepçelenmiş, elleri ve ayaklarına sekiz kelepçe takılmış, ayrıca kafası ve vücudu halatlarla bağlanmış ve sesi çıkmasın diye ağzına bez tıkıştırılmıştır. Bu işkenceler sırasında polisin, cezaevi müdürü ve görevlilerinde de odada bulunduğunu, yer yer onlarında işkenceye dahil olmuşlar, anüsüne cop sokularak tacize maruz bırakılmış, sürekli küfür ve hakarete uğramıştır. Koçak beş gün boyunca tuvaletini altına yapmak zorunda kalmış ve o halde bırakılmıştır’’. Mustafa Koçak’ın annesi ve babası günlerce, haftalarca sokaklarda çocuklarının adil yargılanması ve çocuklarının ölmemesi için çağrılar yaptılar ve defalarca gözaltına alındılar. Mustafa Koçak’ın babası ‘’Benim çocuğum aç, aç , aç’, benim çocuğum adalet istiyor, sadece adil yargılanmak istiyor’’ diye feryat ediyordu.Aynı dönemde Grup Yorum adlı müzik grubunun solisti Helin Bölek ve bas gitaristi İbrahim Gökçek Kültür merkezimiz sürekli basılmasın, konser yasaklarımız kalksın talebiyle başlattıkları açlık grevi ve ölüm orucunda yaşamlarını yitirdiler. Bir tanesi adil yargılanma, diğer ikisi de konserlerine izin verilmesi dışında bir talepte bulunmadılar ve üçü de toplamda adalet istedikleri için yaşamlarını feda etmek zorunda kaldılar. Gelinen aşamada ise avukatlar yine adil yargılanma talebiyle başlattıkları açlık grevini ölüm orucuna çevirmiş durumdalar. pastedGraphic_40.png  pastedGraphic_41.png 

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Israr ve inatla söylüyoruz: Bu ülkede işkence var, gözaltında kayıplar var, yargısız infazlar, faşist bir düzen var, burjuva anlamda dahi hukuk yok, sahte deliller var, delil karartmalar var, basın özgür değil, ifade ve toplanma özgürlüğü yok, dinciler, faşistler ortalıkta kol geziyor, kadınlara yönelik muazzam bir şiddet var, kuran kurslarında çocuklara tecavüz ediliyor, Kürtler bodrumlarda yakılıyor, katlediliyor, aleviler katliamlara uğruyor, komünistler, devrimciler, kürt ilericiler katlediliyor, işkencelerden geçiriliyor, savaşa karşı çıktıkları için akademisyenler hapse atılıyor, faşist linçe uğruyor, mezarlıklar parçalanıyor, cesetler askeri araçların arkasına bağlanıp sokaklarda sürükleniyor, cesetlere işkenceler yapılıyor, öldürülen gerillaların kulaklarından kolyeler yapılıyor, İslamcı çeteler devletin açık ve resmi olanaklarıyla örgütleniyor ve katliamlar yapıyor, Türk devleti Suriye’de, Libya’da, Irak’ta hem kendi kurduğu İslamcı faşist çeteler, hem de varolan çeteler vasıtasıyla Kürt topraklarını işgal ediyor, İŞİD denilen insanlık dışı güruh ve benzer gerici güçler her olanakla destekleniyor, bu çeteler vasıtasıyla demokratik tüm hakları ve değerleri yok ediyor, bu devlet başka ülkeleri işgal ediyor…ve bütün bunlar dünyanın gözleri önünde oluyor ve trajikomediye bakın ki, bu faşist diktatörlüğün korunması için Alman devleti dünya devletleri içerisinde en ön safta mücadele ediyor.

Bir taraftan demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavram ve söylemleri dilinden düşürmüyor, ama diğer taraftan bahsi geçen niteliklere sahip olan bir devlet ve düzeni korumak için elinden geleni fazlasıyla yapmaya çalışıyor. TKP/ML ile ilgili terörist suçlamasını gerçeklik olarak tanımlamak için birkaç tane olayı belgelemek yetiyor, ama binlerce, onbinlerce ve vahşet düzeyinde uygulamaların sahiplerine dokunmuyor. Dokunmamak bir kenara, bu faşist düzenin ve uygulamaların başında bulunan Erdoğan’a hakaret ediliyor diye kendi gazetecilerini dahi mahkeme önüne çıkarıyor yargılıyor! Memleketin birinde kış dönemi çok sert geçmiş ve yoğun kar yağışı olmuş. Kurtlar aç kaldığı için en yakın kasabaya inmişler. Kurtların kasabaya indiğini gören dükkanların korumaları hep birlikte kurtlara bir güzel dayak atmışlar. Kurtlar yaralı-bereli bir halde gerisin geri ormana kaçmışlar. Her biri bir köşede yaralarıyla uğraşıyorken kurtlardan bir tanesi hem yaralarını temizliyor hem de yüksek sesle sızlanıyormuş. Onun bu halini gören diğer kurtlar ‘Hepimiz dayak yedik, sen niye böyle sızlanıyorsun?’’ diye sormuşlar. Sızlanan kurdun cevabı şöyle olmuş: ‘’Kasabın korumasının saldırmasını anladım o kasaptaki etleri koruyordu. Marketin koruyucusunu anladım. Marketteki yiyecekleri koruyordu. Fırının korumasını da anladım. O da fırındaki ekmekleri koruyordu. Bunların hepsini anladım da bize en fazla saldıran camcının korumasıydı. O neyi koruyordu onu anlamadım. Ona sızlanıyorum’’ demiş. Alman devleti ve iddia makamı hikayedeki ‘’camcının koruması’’ durumunda ve bu çizgiyi ısrarla sürdürmekte.

 Demek ki, tarih tekerrür ediyor ve egemen sınıflar dün yaptıklarını, dün koruduklarını aynı kararlılıkla yapmaya korumaya çalışıyorlar: ‘’Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizmin hayaleti. Eski Avrupa’nın tüm güçleri, papa ve çar, Metternich ve Guizot, Fransız radikalleri ve Alman polisleri, bu hayaleti kovmak üzere kutsal bir ittifak kurdu.’’ (Komünist Manifesto)

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Türk devletinin egemenlik geleneğinin ayrılmaz bir parçası işkence, yargısız infaz ve gözaltında kayıplardır. Sistematik bir uygulamadan söz etmekteyiz. Bu anlamıyla bahsettiklerimiz üzerinden atlanamayacak önemli bir olgulardır. Bunları anlatmak için yüzbinlerce, milyonlarca sayfa lazımdır. Burada terör örgütü olarak yargılanmaya çalışılan TKP/ML’nin başta kurucu komünist önderi İbrahim Kaypakkaya ve TKP/ML’nin işkencede öldürülen bir diğer Genel Sekreteri Süleyman Cihan’ında içinde olduğu onlarca yönetici ve militanı işkence ve yargısız infazlarla katledilmiştir.  Behzat Firik ayaklarından ağaca asılıp başının altında yakılan piknik tüpüyle yakılarak ve kurşuna dizilerek katledilmiştir. 1981 yılı Eylül ayında TİKKO gerillası Pir Ahmet Solmaz’ın şehit düştüğü çatışma sonrası operasyonlar devam eder ve askerler bölgedeki gerillaların yerlerini öğrenmek için bir ihbarcının ifadesi üzerine Dersim-Ovacık doğumlu Behzat Firik’i evinden alarak ormana götürürler. Kulaksız Yüzbaşı olarak bilinen Aytekin İçmez tarafından sorguya çekilir. Aslen Erzincanlı olan bu faşist, dedesi 1938 Dersim isyanları sürecinde isyancılar tarafından öldürüldüğü için Dersimlilere ayrıca kin duymaktadır. Bu faşist o dönemde köylülere yaptığı işkencelerle nam salmıştır.  Behzat’ın ağabeyi ‘Kardeşimi nereye götürüyorsunuz’ deyince  onu da birlikte götürürler. İki kardeşi karşılıklı olarak ağaca bağlayan askerler işkencelerine başlarlar. Behzat Firik’i konuşturup ondan bilgi alabilmek amacıyla ateşte ısıttıkları kızgın demir ile vücudunun çeşitli yerlerini, dudağını ve dilini yakaralar. Ama çabaları boşunadır, Behzat Firik tüm soruları cevapsız bırakır. Daha sonra gözleri dönen caniler, Behzat Firik’in ayaklarını ateşin içine sokarlar. Kardeşine böyle vahşet düzeyinde yapılan işkenceleri seyretmek zorunda kalan ağabeyine ‘bak, sen söyle yoksa kardeşini öldüreceğiz’’ diye sürekli saldırırlar. Ancak bu şekilde de bir şey elde edemeyince çareyi Behzat Firik’i kurşuna dizmekte bulurlar. Sonrasında ise ‘’kaçtı, dur ihtarına uymadı’’ diye olayı kapattılar. 

1980 Askeri Faşist Cuntası sonrası Türkiye’de ilk toplu yargısız infaz TKP/ML militanlarına karşı gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten sonra onlarca yargısız infaz yaşanmaya devam etmiştir. 7 Ekim 1988 günü Tuzla köprüsünün altında polis kontrol noktasında kontrol için  araçtan inmeleri sağlanan dört TKP/ML militanı daha önceden her tarafa yerleştirilen polisler tarafından yaylım ateşine tutularak katledilmişlerdir. Katliamda yaşamını yitirenlerden İsmail Hakkı Adalı’nın cesedinde 15, Kemal Soğukpınar’ın 32, Reha Şen’in 30, Fevzi Yalçın’ın 7 kurşun yarası bulunmuştu. Katliamı gerçekleştiren dönemin Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı, katliamı savunarak ‘’Vur emrini ben verdim’’, ‘’Dört dörtlük bir operasyon’’ şeklinde demeçler veriyordu. Katliamla ilgili açtıkları davanın peşini bırakmayan aileler, davayı AİHM’e götürdü. AİHM’de görülen dava ‘’Yaşam hakkının ihlal edilmesi’’, adil yargılanma ve dava süreciyle ilgili şikayetleri haklı bularak öldürülenlerin ailelerine Türk devletini tazminat ödemeye mahkum etti.

Tarih 20 temmuz 1992 32 yaşında ve dört çocuk babası TKP/ML militanı Hasan Gülünay İstanbul Tarabya’daki evinden işyerine gitmek için evden ayrılır ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Aile savcılık ve İstanbul Emniyeti’ne başvurur aldıkları yanıt gözaltında olmadığı ve arandığıdır. Ancak aile memleketlileri olan üst düzey bir emniyet yetkilisinden ‘Hasan sağ, içeride. İşkence yaraları iyileştikten sonra gözaltına alındığını açıklayacaklar’ bilgisini alırlar. Hasan Gülünay gözaltına alındığında üzerinde 1992 yılı Mayıs ayında Artvin İl Jandarma Komutanlığı’nda işkence ile öldürülen TKP/ML militanı Ali Ekber Atmaca’nın kimliği çıkmıştır. Hasan Gülünay’la aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde sorguda olan bir kişi orada yüzünü görmediği bir kişinin işkencede ‘Ben Hasan Gülünay, beni gözaltında kaybetmeye çalışıyorlar’ diye bağırdığını açıklar. Tüm bu tanıklıklara rağmen Hasan Gülünay bu zamana kadar kayıptır. 

pastedGraphic_42.pngpastedGraphic_43.png1991’de İstanbul Hasanpaşa’da Hatice Dilek ve İsmail Oral, Hatice Dilek’in oğlunun gözleri önünde katledilmişlerdir. 

pastedGraphic_44.png

1980 sonrası Tuzla katliamı ile başlayan yargısız infazlar dizisinde Hasanpaşa katliamı önemli bir halkaydı. 19 mayıs 1991’de İstanbul Kadıköy Hasanpaşa’da gece 23:00 sıralarında TKP/ML üyesi İsmail Oral ve TKP/ML militanı Hatice Dilek Hatice Dilek’in oğlu Cihan Dilek’in gözü önünde katledildiler. O zaman dokuz yaşında olan Cihan Dilek babasıyla birlikte basına yaptıkları açıklamada, ‘’Silah sesleriyle uyandım. Annem içeriye girmek istedi polis izin vermedi. Annemi diğer odaya soktular. Polisler benim elbiselerimi giydirdiler ve beni dışarı çıkardılar. Annem o zaman sağdı’’ diyordu. 

19 Temmuz 1992 tarihinde bu kez İstanbul Maltepe’de dört TKP/ML militanı katledilir.

1992 yılında  Ali Ekber Atmaca Artvin İl Jandarma Komutanlığı’nda işkenceyle katledilmiştir…Bu böyle devam eder! 

TKP/ML’nin işkencede öldürülen ikinci genel sekreteri Süleyman Cihan’la ilgili resmi belgedir aşağıda olan ve bu belgede açıkça işkencede öldüğü görülmektedir. Bu belgede önemli olan bir başka noktada işkencede adları geçen Emniyet görevlileridir. Bu isimler daha sonraki tüm işkence, gözaltında kayıp, yargısız infaz süreçlerinde yeniden yeniden karşımıza çıkmaktadır.

pastedGraphic_45.png
pastedGraphic_46.png
pastedGraphic_47.png

Daha önce dava süreci içinde geçti ama bir de bu süreçleri yaşamış olanların  basına yansıyan ve hatta TBMM tutanaklarına giren yaşananlara ilişin açıklamalara bakalım: 

‘’ 12 EYLÜL İŞKENCELERİ

12 Eylül iddianamesi, kanlı dönemde insanlığın nasıl ayaklar altına alındığını da gözler önüne seriyor. Dönemin tanıkları, yaşadıkları ve şahit oldukları akıl almaz işkenceleri ayrıntılarıyla anlatıyor. Kimisi 6 ay işkence altında sorgulandığını kayda geçiriyor, kimisi günlerce elektrik verilip insan pisliği yedirildiğini. Sorguda kafasına çivi çakıldığı için ölenler bile olmuş.

12 Eylül iddianamesinde, bireysel hak ve özgürlüklerin ‘sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edildiği’ belirtiliyor. Toplumun kaosa sürüklenmesi için düzenlenen provokatif olaylar tek tek sıralanıyor. Cuntacıların, müdahale için ‘şartların oluşmasını beklediği’ kaydediliyor.12 Eylül darbesinin ardından cezaevlerinde yaşanan işkencelere de değiniliyor. Şöyle deniliyor: “Cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi. Darbe ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983’e kadar gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi.” İddianamede, o dönemde yaşanan işkenceler de tek tek aktarılmış. İşkenceyi yaşayan ve şahit olanların ağzından ayrıntılı olarak aktarılıyor. İşte o ifadeler: ‘’İddianamede yer alan bilgilere göre hastaları tuvalete götürmeme, veremlilerle sağlıklı tutuklulara aynı kapta yemek yedirme, ayakta bekletme, konuşma yasağı uygulama, gece baskını, avukat-ziyaret dayağı, mahkeme dayağı, kitap okutma, marş söyletme, soğuk havada çırılçıplak bekletme en hafif ceza yöntemiydi. Türkiye Gazetesi’nde Salih Bilici’nin haberine göre 12 Eylül döneminde gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemleri, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği iddianamede ayrıntılarıyla anlatıldı. Darbecilerden cesaret alan gardiyanlar ve görevli askerler, mahkûmlara akla hayale gelmedik işkencelerde bulunmuş. Mahkûmlara falaka, zincire bağlama, tecavüz, cop sokma, lağım suyuna sokma, pislik yedirme, cinsel organlardan elektrik verme gibi fiziksel işkencelerin yanı sıra zorla kitap okutturma, marş söylettirme gibi psikolojik işkence yöntemleri de uygulanmış. 

İbrahim Ünal: “Sorgum 75 gün sürdü… Kabadayak, kulak memesi, cinsel organ, dil, diş ve parmaktan her gün elektrik veriyorlardı… Adli Tıp’a girdik, ayaklarım patlamış, ayakta duramıyorum. Doktorun cümlesini asla unutmam: ‘Evet ayakların şişmiş ama çok yürüdüğüm zaman benimkiler de şişiyor… Yaşadığım işkence sürecinde, en çok canımı acıtan olay, hamile bir kadının, ‘Elektrik vermeyin, karnımda çocuğum var, ne yaparsanız yapın, bana elektrik vermeyin’ feryadı oldu. Cezaevinde acayip fareler vardı, kedi kadar büyüktüler… Mecburen, farelerin de içtiği sudan içiyorduk. Kaldığımız hücrenin tuvaleti lağımla dolmuştu. ‘Size banyo yaptıracağız’ diye, lağıma batırıp çıkarıyorlardı. Koğuşlarda kimilerine fare yedirildi. O.Ç. isimli bir arkadaş maruz kaldığı işkenceyi dava dosyasında şöyle anlatıyordu: (Dayaktan altımıza pislemek zorunda kalınca, pisliğinizi elindeki sopayla yemeye zorlanıyorsunuz, kısaca yiyorsunuz.) Tırnakları çekilen arkadaşlarımız vardı. 17 yaşındaki Bekir Bağ günlerce ağır işkencelere tabi tutuldu. Bir gün askerler telaş içinde koşuşturmaya başladılar… Bazı ülkücü gençleri hücrelerinden çıkardılar, Bekir Bağ’ın hücresinin yanına götürdüler: ‘Arkadaşınız kendisini astı.’ dediler. Herkes anında neler olduğunu anlamıştı.”

Nimet Tanrıkulu: “1981’in 4 Mayıs’ı, sabaha karşı geldiler. Çok kalabalıklardı. Annem ve kız kardeşlerim ağlıyordu. Sonra beni bir polis merkezine götürdüler. Gözlerimi bağlamadan önce oradaki kalasları, ipleri, manyetoyu gördüm. Beni askıya bağlayıp, yukarıya doğru çektiler. Bu Filistin askısıymış. Hiç ilgimin olmadığı şeyleri soruyorlardı. Askıdayken elektrik verdiler. Beş saat sürekli dayak yediğimi hatırlıyorum, artık baygın yatıyorsunuz… Ölümüne tanık olduğum insanlar oldu orada. Nurettin Yedigöl bunlardan biri. Sonradan öğrendiğime göre cesedini yok etmişler. Bugün adı ‘kayıplar listesi’nde. Sorguda kafasına çivi çakılarak öldürüldü. Sonra Metris Cezaevi’ne götürüldüm. İşkencenin süresi de dayanıklılığa göre değişiyordu. Dayanıklılık gösterenlerin, 30-40 gün işkenceye tabi tutuldukları bile oluyordu.”

12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının üzerinden kırk yıl geçti. Bir şey değişti mi, ona da örnekler üzerinden bakalım ve önce hapishaneler diyelim:

pastedGraphic_48.png

Bu saldırıya maruz kalan Aysel Koç geçtiğimiz aylarda hapishanede intihar ederek yaşamına son verdi.

BUCA HAPİSHANESİ KATLİAMI

Devletin imha ve sindirme politikasının bir sonucu olarak 21 Eylül 1995 günü Buca Cezaevinde gerçekleştirdiği operasyon sonucu 3 kişi ölmüş 40 kişi ağır yaralanmıştır. 21 Eylül günü 1995 tarihinde 94kişinin yattığı 6. ve 7. koğuşlara, tutsakların daha önce tanımadıkları ve görmedikleri kimileri bıyıklı, kalkanlı, asker giyimli özel ekip Yusuf Bağ (25), Turan Kılıç (37) ve Uğur Sarıaslan’ın (24) yaşamlarını yitirmesine neden oldu. 15 asker ve 39 mahkûmun yaralandığı baskında, göz yaşartıcı bombalar, gaz bombaları, tazyikli su, demir çubuklar ve sopalar kullanıldı.Kısa ve uzun sopalar kullanan ve itfaiye hortumunun demir borusuyla tutsaklara dört saat boyunca vurmaktan çekinmeye bu özel ekip saldırıda gaz ve ses bombası kullanmış itfaiyeye su sıktırmıştır. Etkisiz hale getirilen tutsaklar teker teker alınıp askerlerden oluşan bir koridorda bayılıncaya kadar dövülmüşlerdir. Başsavcı ve Cezaevi savcısının bilgisi dahilinde yapıldığı iddia edilen ve bizzat Jandarma komutanı Yarbayın “öldürün” emriyle başlatılan Buca Katliamında 3 kişi ölmüş, 6. koğuşta bulunan 43 kişinin 40’ı istisnasız ağır şekilde yaralanmıştır. Ağır yaralı tutsakların katliamın hemen ardından başka cezaevlerine sevk edilmek istenmiş ancak doktorlar buna izin vermemiştir.  Buca baskınını protesto eden siyasi tutuklu ve hükümlüler, 22 cezaevinde ‘genel direniş’ adıyla açlık grevine başladı. 50 gün süren eylem sonucunda, rahatsızlık geçiren Kalender Kayapınar Çanakkale Cezaevi’nde, Ümit Doğan Gönül , Aydın Cezaevi’nde Mustafa Kaya ise Bursa Cezaevi’nde tedavi olanağının sağlanmaması ve açlık grevinin etkisi sonucu yaşamlarını yitirdiler. 

DİYARBAKIR HAPİSHANESİ KATLİAMI

Avrupa İnsan Haklar Mahkemesi (AİHM), 1996’da Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde 10 tutuklunun yaşamına mal olan operasyonla “yaşam hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle Türkiye’yi toplam 798 bin Euro (yaklaşık 1 milyon 600 bin TL) tazminat ödemeye mahkum etti.

24 Eylül 1996 tarihinde PKK’li oldukları iddia edilen tutuklulara yönelik gerçekleşen operasyonda Nihat Çakmak, Rıdvan Bulut, Edip Dönekçi, Erkan Perişan, Hakkı Tekin, Ahmet Çelik, Mehmet Sabri Gümüş, Cemal Çam, Mehmet Aslan ve Kadir Demir kalaslar ve demir çubuklarla dövülerek öldürülmüş, 24 kişi de yaralanmıştı.

ANKARA ULUCANLAR HAPİSHANE KATLİAMI

pastedGraphic_49.png
pastedGraphic_50.png
pastedGraphic_51.png
pastedGraphic_52.png

Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 26 Eylül 1999’da on devrimcinin vahşice öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı bir katliam gerçekleştirildi. Bu katliam 19 Aralık 2000’de Türkiye genelindeki cezaevlerine dönük gerçekleştirilen F tipi saldırısının provasıydı. Hrant Dink’in öldürülmesi ile ilgili davada sorgulanan ve hakkında görevi ihmal davası açılan Trabzon eski il Jandarma Komutanı ve o dönemin Ankara İl Jandarma Alay Komutan Yardımcısı Yarbay Ali Öz, 10 kişinin hayatını kaybettiği operasyonda mahkumların ateşli silah ve şiş kullandıklarını iddia ederek katliama meşruluk kazandırmaya çalışsa da, TBMM Komisyonu’nun incelemeleri sonucu hazırlanan raporda, Öz’ün bu iddialarının aksine, ‘’Alınan raporlarda, şişle ve ateşli silahla yaralanan veya yarası olan asker mevcut değildir’’ denildi. Cesetlerde ve yaralılarda arbede ve boğuşma esnasında olması beklenenin ötesinde darp izleri bulunmaktadır. Yine cesetlerde ve yaralılarda alev yanığı olmayan yanık izlerine rastlanmıştır. Adli tıp uzmanları, bu yanık izinin alev ya da haşlanma yanığı olmadığı; dehidrate bir yanık olduğu ve sülfürik ya da nitrik asitle olabileceğini belirtmişlerdir. Ayrıca cesetlerde ve yaralılarda hem kurşun yarası hem de yaygın darp izi bulunmaktadır. Bu yaraların hangisinin önce meydana geldiğini kestirmek mümkün değildir ama bunlar yaralıların sonradan darp edilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Olayda amacını aşacak şekilde şiddetin kullanıldığı, işkence edildiği kuşkusunu doğurmaktadır. Yaralıların hastaneye kaldırılmadan önce tedavileri ile uğraşan doktorlar, yaralıların toplandığı ‘’hamam’’ diye tabir edilen bölümde yaralıların kendilerine ‘’siz buradan çıkmayın yaralarımıza basarak eziyet ediyorlar’’ dediklerini ifade etmişlerdir. Nitekim adli tıp uzmanları tarafından cesetlerde ve yaralılarda ray şeklinde ekimozlar, yuvarlak cisim ve dipçik izleri, genel beden ve kafa travması, çene kemiği kırığı ve oksijensiz kalma izlerinin bulunduğu belirtilmiştir’’.

pastedGraphic_53.png

Bu katliamda öldürülen TKP/ML militanı Halil Türker

ÜMRANİYE HAPİSHANESİ KATLİAMI

“Bir saldırı hep bekleniyordu, mahpuslar da hak savunucuları da endişeliydi.Ümraniye Cezaevi’ne 4 Ocak 1996 sabahı giren askerler mahpusları, sopalarla, dipçiklerle ağır şekilde dövdü. Abdülmecid Seçkin, Orhan Özen, Rıza Boybaş ve Gültekin Beyhan kaldırıldıkları hastanede hayatını kaybetti. 12 Ocak 1996 tarihli İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü otopsi raporlarında ölüm nedeni, “kafatası travmasına bağlı lezyonların neden olduğu beyin kanaması” yazıyordu. Saldırıda 45 mahpus da yaralandı. Askerlerin hiçbiri yargı önüne çıkmadı. İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) Avukat Eren Keskin, Milli Güvenlik Kurulu’ndan hapishanelerin hücre tipine çevrilmesi kararının alındığını, 1995-2000 arasındaki tüm operasyonların bu amaca hizmet ettiğini söyledi.


19-22  ARALIK 2000 HAPİSHANELER KATLİAMI pastedGraphic_55.png

pastedGraphic_56.png
pastedGraphic_57.png
pastedGraphic_58.png

19 Aralık 2000 sabahı saat 04:00’da operasyonu başlattılar. Devrimci ve komünistlerin tutulduğu 20 hapishaneye helikopterler, özel olarak operasyon için eğitilmiş ve hazırlanmış binlerce asker ve polis, bombalarıyla, silahlarıyla, makinalı tüfekleriyle, buldozerleriyle saldırdılar. Operasyonda gaz bombaları ve ağır silahların yanısıra skorsky helikopterler, iş makinaları kullanıldı. Hapishanelerin çatıları delindi, duvarlar yıkıldı. Koğuşlara binlerce gaz bombası atıldı. Operasyona 8 jandarma komando taburu, 37 bölük olmak üzere 8 bin 335 asker, binlerce gardiyan ve binlerce çevik kuvvet katıldı. 20 bini aşkın gaz ve yakıcı bomba atıldı. Sıkılan kurşunların sayısı ise bilinmiyor. Bu operasyonda toplam 32 kişi yaşamını yitirdi.

Benimde içinde bulunduğum Ümraniye hapishanesinde olan tutsaklar devletin tüm bu vahşi saldırısına, ölümlere, yaralanmalara rağmen bu vahşet operasyonuna yaklaşık üç gün boyunca direndiler. Benim bulunduğum Ümraniye hapishanesinde de operasyon sürecini benzer bir biçimde yaşadık. Gece yarısı içeriye hapishaneye ani bir baskın olduğu haberi geldiğinde hepimiz yataklarımızdaydık. Her taraftan yoğun ateş açılıyordu. Buna rağmen Ümraniye hapishanesinin ana koridorunun iki ucuna bulabildiğimiz yatak, ranza, sandalye ve dolaplarla yağan kurşunlar altında barikatlar kuruldu. Her iki tarafta da dörder beşer metre genişliğinde eşyalardan oluşan barikatlara rağmen onlarca özel tim büyük silahlarla ve özel mermilerle ateş ettikleri için yaklaşık iki yüz metrelik koridorda aralıklı olarak bulunan demir kapılara isabet eden kurşunlar kocaman delikler açıyordu. Bu arada birçok tutsak yaralanmış, ölenler olmuştu. Hapishanenin üst tarafında ise helikopterler hapishane çatısına özel eğitilmiş asker ve polisleri indiriyor ve onlarda ellerindeki aletlerle hapishanenin çatısında delikler açıyorlardı. Bu deliklerden daha sonra hemen ateş edecek hem de gaz ve yakıcı bombalar atacaklardı. Diğer taraftan da iş makineleri ile hapishanenin çeşitli yerlerinden duvarlar yıkılmaya koğuşlar yakılmaya başlanmıştı. İçerde ise 500 civarında devrimci ve komünist tutsak bulunmaktaydı ve tüm bu vahşete bedenleriyle, sloganlarıyla direnmekteydi. Zaman kavramı kaybolmuş, etraf ölü ve yaralılarla doluydu. Aynı zamanda hapishane içerisine bir taraftan gaz ve yakıcı bombalar peşpeşe atılıyor, kurşun yağmuru devam ediyorken getirdikleri vantilatör türü araçlarla yoğun bir biçimde içeriye gaz püskürtülüyordu. Nefes alamıyorduk, bazılarımız gazın etkisiyle sürekli kusuyor ve bilinç kaybı yaşıyordu. Yalnızca benim bulunduğum Ümraniye hapishanesinde dahi onlarca tutsağı öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Bunu daha sonra kendileri de ifade ettiler. Ölen sayısının az olması gerçek anlamıyla tesadüftür. 

İnsanlar yanarken, yüzleri ve elleri  erirken kitaplara bir şey olmuyordu. Tutsaklar, ‘’Bizi kimyasal bir sıvı yaktı’’ dediler, uzmanlar bile kullanılan bu maddenin ne olduğunu anlayamadılar. Yüzünüz, burnunu, kulaklarınız, elleriniz eriyor ama elbiseniz olduğu gibi duruyor! Ümraniye hapishanesinde bu duruma maruz kalanlardan Birsen Kars adlı kadın tutsak yaşananları şu sözlerle anlatıyordu: ‘’Bomba atmak için deldikleri koğuş tavanından demir kafes içerisinde bir cisim indirdiler. Kara bir duman çıkaran bu farklı nesne nedeniyle neredeyse plastik gibi eridiğimi hissediyordum. Kimyasal gazla yakılıyorduk. Üstüm başım sapasağlamdı ancak derim adeta sıvılaşmıştı. Çevremden saç ve deri yanığı kokusu geliyordu. Sonra önümde saçlar uçuşmaya başladı. Uzandım, benim saçlarımdı’’. Yine Ümraniye hapishanesi C1 kadınlar koğuşundan Ebru Dinçer’de benzer açıklamalarda bulunuyordu; ’’Yarı baygın durumdaydık. Kendimizi gazdan savunacak ıslak havlu dışında bir şey yoktu. Deliklerden sinir gazı ve biber gazı püskürtmeye başladılar. Sinir gazı boğulma etkisi yaratıyor. Öleceğinizi sanıyorsunuz, çıldıracak gibi oluyorsunuz. Artık nefes alamaz hale gelmiştik. Koğuştan kurtulmalıydık. Sürüne sürüne kapıya yaklaştık. İşte o anda kapı girişini yaktılar. Tavandan yayılan bir yangındı bu. Çığlıklar yükseldi. Vücudum alev almadı ama ani bir sıcaklık hissettim. Bazı arkadaşlar alev makinası tutulduğunu görmüş. Yananların çoğunun elbisesinde yanık izi yoktu. Ancak bedenlerimiz kavrulmuştu. Yandığımı hissetmedim. Elimi başıma götürdüğümde derimin sıvı gibi eridiğini gördüm. Alev yok. Sıvı ya da gaz, yakıcı bir kimyasal madde olabilir. Tavandan üzerimize döküldü ve yüksek ısıyla birleştiğinde kafa derimi, yüzümü, kollarımı ve sırtımı kavurdu. Kendimi kaybetmişim’’. Günler sonra özellikle atılan gazlar nedeniyle ve başka gidecek yerde olmadığı için (çünkü her taraf yakılıp yıkılmıştı) iş makinalarıyla açılmış olan deliklerden dışarı çıktık. Şimdi tam hatırlamıyorum ama sanıyorum dört gün hastanede diğer yaralılarla birlikte kaldık ve dört günün sonunda hapishaneye sevk edildik.  Sevk aracının içinde sanıyorum on kişi civarında arkadaş vardı. İnsanlar iç çamaşırlarıyla ya da çarşaflarla getirilmişti. Herkes yara bere içinde ve bir arkadaşta aldığı darbelerden ve gördüğü işkenceden dolayı bilincini yitirmiş, nerede olduğunu dahi bilmiyordu. Hapishaneye geldiğimizde bu kez de resmi ve sivil giysili görevlilerin saldırısı başladı ve bir yandan da bu yaptıklarını kameraya çekiyorlardı. Daha sonra öğrendik ki, operasyondan hapishanelere götürülen tüm tutsaklar benzer ve hatta bazıları çok daha vahşi işkencelere maruz kalmışlar.

Tüm dünyanın gözü önünde yaptıkları bu katliama, satılık medyalarının aracılığıyla, gözlerimizin içine baka baka ‘hayata dönüş’, ‘şefkat’’ operasyonları dediler; bununla, halka duydukları şefkatlerinin nasıl bir ‘şefkat’ olduğunu bir kez daha gösterdiler. Sonradan öğrenildi ki, Nazilerin Yahudilere karşı gerçekleştirdiği operasyonlarından bir tanesinin adı da ‘’Hayata dönüş’’müş! Bu şefkat operasyonlarında tutsaklar, diri diri yakılarak, kurşunlanarak, işkenceden geçirilerek katledildi. Yüzlercesi ağır yaralı ve işkenceler altında F tipi denilen tabutluklara sevk edildi. 

Götürüldüğümüz hapishanelerde hem yaşanan katliamı hem de içinde bulunduğumuz koşulları protesto etmek için başlattığımız açlık grevi ve ölüm oruçları nedeniyle  onlarca devrimci daha yaşamlarını yitirdi. TKP/ML davasından tutuklu bulunan TKP/ML parti üyesi Nergiz Gülmez ve TKP/ML Merkez Komitesi Yedek Üyesi Muharrem Horuz’ da ölüm orucunda yaşamlarını yitirenler arasındaydı. 

‘’HER HUKUKÇU BİLMELİDİR Kİ, YASA YUKARIDA YAŞAR VE AŞAĞIYA TÜKÜRÜR.’’ (Eduardo Galeano)

Yargılandığımız davanın hukuksal dayanağı Alman Ceza Yasası’nın 129b maddesidir. Daha önce defalarca yapıldı, ama yine de son sözlerimi söylerken bu madde üzerine de görüşlerimi dile getirmek isterim. Bu madde neyin nesidir, kimleri yargılamak için vardır ve hedefi nedir gibi soruların yanıtlarına bakmalıyız. Bu yasa maddesi ile ilgili yaptığım araştırmalarda karşıma çıkan birçok anlayış oldu, bu yasayı savunanlar ve yasaya karşı olanlar anlamında. Yaşamda karşımıza çıkan her meselede olduğu gibi, bu yasa maddesinin ele alınışında da hukukçu ortak kimliğine sahip olsalar da insanlar kendilerini var ettikleri zemin üzerinden meseleyi ele almaktadırlar. Yani, dünya görüşleri ekseninde pozisyon almaktadırlar diyebiliriz. Yaşamın kendisine özgürlükçü, bireylerin hak ve özgürlüklerini temel alan bir çerçevede bakanlarla, muhafazakar, gelenekçi, hukuksal dünya anlayışını her şeyin merkezine oturtanlar… ve özetle de devletle kendisini bütünleştirenlerin aynı pencerelerden ve aynı kriterler üzerinden meseleyi ele alamayacakları açıktır. Burada yaşanan da budur. Peki, esas olarak iki kampa ayıracağımız karşıt değerlendirmeler kendisine verili hukuk kuralları çerçevesinde yer bulabiliyor mu sorusunu sorduğumuzda, yanıtımız, ‘’evet’’ olabilmektedir. Çünkü, yasa maddeleri her zaman uygulayanlar açısından ikili bir karakter taşır: Esnektir ve hukukçunun ele alışına ya da nasıl ele almak istiyorsa ona göre biçim alırlar. İçinde bulunduğumuz dava sürecinde mantık nasıl işlemektedir sorusuna doğru yanıtlar verebilmek için yaşananlar ve ortaya konulan karşıt argümanlar ve de bu argümanlarda sorunların ele alınış biçimi, düşünüş  tarzı önemlidir.

İlk önce dava sürecinde çokça geçen ‘’keyfilik’’ meselesine değinelim. Cezai kovuşturma yetkisinin verilmesini ‘keyfilik’’ bağlamında tartışmak çok anlamlı değildir. Burada keyfilik kelimesinden öte ‘’kasıtlılık’’ kavramını kullanmak daha yerinde olacaktır. Keyfilik kavram olarak daha kişisel bir davranış biçimini anlatır. Kovuşturma yetkisini veren Alman Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı’dır. Bu bir kurumdur ve devletin yetkilerini taşır. Dolayısıyla, devleti temsil eden hükümetin kararından bahsetmekteyiz. Soruna böyle bakarsak bu davanın varoluş nedenini ve davanın devam ettirilmesindeki ısrarı anlamış oluruz. Ya da ‘’keyfiyet’’ kelimesinin yanına ‘’zorunlu tercih’’ kelimesini de ekleyebiliriz. Yukarıdaki aktarımlarda benim görebildiğim mahkeme heyeti ile savcılık makamı arasında aynı düşünülmeyen tek bir nokta bulunmaktadır. Savcılık makamı, öz olarak ifade etmek gerekirse, bu ve benzeri davaların hukuka aykırı olup olmadığı yönlü mahkeme heyetlerinin ‘’söz haklarının yok hükmünde olduğunu’’ söylemekte. Mahkeme heyeti ise, buna karşılık, kısmen bu haklarının olduğunu iddia etmekte. 

Bu noktada mahkeme heyeti, kendi haklarını korumaya doğru adımlar atmakta ve anlayışını ortaya koymakta. Fakat bu ‘’hak koruma’’ çıkışı oldukça temkinli ve ‘’öze dokunmayan’’ bir hakkını koruma biçimidir. Meselenin özü, mahkeme heyetini doğrudan ilgilendiriyor olsaydı, savcılık makamının anlayışına karşı daha güçlü bir karşı koyuş gerçekleştirebileceklerini varsayabiliriz. Mahkeme başkanı ve heyetin hukuk bilgisi ve entelektüel kapasitesinin çok daha fazlasını etkili bir biçimde yapmaya müsait olduğu açıktır. Bu zamana kadar geçen duruşmalarda yaşananlardan bunu rahatlıkla çıkartabiliriz. Fakat, burada meselenin özü ve söz konusu olan yargılananlar olduğu ve de mahkeme heyetinin (bana yansıdığı kadarıyla) 129b maddesine hem hukuksal hem de mantıksal bir karşı çıkışları olmadığı için, sorun daha ileri boyutta tartışılmıyor. Daha doğrusu açıkça karşı çıkmadıkları  ve bu yasa maddesiyle yargılamayı gerçekleştirdikleri için farklı düşünüyor olsalar dahi pratikte bir karşılığı bulunmamaktadır.Odaklanılan nokta, 129b maddesini meşrulaştırma ve dolayısıyla da verilen soruşturma yetkisinin haklı olduğunu göstermektir. Bu yapılırken karşıt argümanların ortaya konuluşu ilginç bir hal almıştır; 129b maddesinde çelişkinin diğer ucunu oluşturan ‘’devlet’’ bir anda değerlendirme dışına atılıyor! Yasa maddesine baktığımızda, birincisi, ‘’suç’’un bir ‘’nesnesi’ ’etkileneni’’ olması gerekiyor, ikincisi de bu ‘’nesne’’nin niteliğinden bahsetmek gerekiyor. Yani, olayın tarafları olması gerekiyor. 

Yine yasa maddesinin içerisinde ve mahkeme heyetinin açıklamasında devletin niteliğine atıfta bulunulduğunu görmekteyiz. Mevcut yasa maddesi hedefte olan devletin mevcut nitelik tanımlamasını yapmaktadır: ‘’…Federal Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı yetkilendirme kararını verirken, örgütün çabalarının insan onurunun gözetildiği devlet düzeninin temel değerlerine…’’. Bu cümlenin anlamı, ‘’insan onurunun temel değerleri’’ni dikkate alan bir devletten bahsedildiğidir. Ve devam eden bölümlerde bu devlete karşı mücadele eden örgütün mevcut devlet tarafından kışkırtılıp kışkırtılmadığı dahi yer almaktadır ve bunun göz önüne alınması gerektiği belirtilmektedir: ‘’…Hedefi, belirli bir devletin politik düzenini bertaraf etme olan bir örgüt söz konusu olduğunda, bu tetkik için gerçi örgütün faaliyetlerinin ne dereceye kadar ilgili olan devlet tarafından kışkırtılmış olup olmadığı da göz önüne alınmalıdır’’. 

Fakat bu bölümler hem vardır hem de yoktur tarzında yazılanlarda kendisine yer bulmaktadır. Adeta, ‘’Dostlar alışverişte görsün’’ tarzı bir yer veriş söz konudur. Çünkü, bu bölümler ciddi olarak değerlendirmenin bir parçası olarak değer gördüğünde, yani verili hukuk anlamında dahi ‘’adalet terazisi’’nde yer bulsa kendi ağırlığını hissettirmek zorunda kalacaktır. Bu ağırlığı değerlendirme dışı tutmak için ‘’var ama aslında yok’’ yaklaşımı benimsenmektedir. Yasa maddesinde devletle ilgili bölüm, formalite ve göz boyamaya dönüşmektedir. Bu bölüm atlandığında karşımıza, bir taraftan verili anti-demokratik yasa maddesinin dahi taraflıca uygulanması, diğer taraftan da bunun doğal sonucu olarak yargılananları her ne pahasına olursa olsun cezalandırmak düşüncesi ortaya çıkmış oluyor. İlginçtir, bir taraftan devletin niteliğinden bahsedilirken diğer taraftan devletin niteliği önemli değildir deniliyor. Hem savcılık makamı hem de mahkeme heyeti sorunu bu biçimde ele aldığında ortaya çıkan sonuç şu oluyor: ’’Devlet, anti-demokratik, totaliter, faşist bir niteliğe sahip olsa da, hak ve özgürlükleri çiğnese, insanları toplu halde katletse, insanlara sistematik bir biçimde işkence yapsa, başka ülkeleri işgal etse, şeriatçı çetelerin baş destekçilerinden biri olsa da…önemli değil! Önemli olan sizin bu devlete başkaldırmış olmanız ve bu başkaldırıda kullandığınız yöntem ve araçlar. Bir de bu mantığı tutarlı gösterebilmek ve yapılana meşruiyet/hukuksal bir zemin oluşturabilmek için ‘’siz sivilleri bilinçli hedef alıyorsunuz’’ söylemi de eklendiğinde sorun hallolmuş oluyor! Olmuyor, ama olduğu sanılıyor. 

Yapılan açıklamaların birçok yerinde Türk devletini değerlendirme dışı tutmak için ‘’varsayılsa dahi’’, ‘’öyle olsa da’’ gibi tanımlamaları görmekteyiz. İlk önce net olarak tespit etmek ve gerçeği doğru tanımlamak gerekiyor. Sizin çok bilinçli olarak ‘’olasılık’’ olarak geçiştirmeye çalıştığınız gerçekliğin kendisidir. Böyle yapmakla bahsi geçen devletin yaptıkları bilindiği halde ‘’olasılık’’ belirsizliği içerisine yerleştirilerek meşrulaştırılıyor. Demek ki, bir taraf suçlamaların merkezine oturtulurken diğer taraf ‘’dış politik çıkarlar’’ın bir sonucu olarak değerlendirme dışı bırakılıp koruma altına alınıyor. Böylece Türk devletini yargılama, soruşturma dışına çıkararak aynı zamanda Alman devletini de korumaya almış oluyor. Çünkü, birinin faşist bir karakterde olması diğerinin burjuva demokrasisine sahip olması ortak yanlarını görmemizi engellememelidir. Her iki devlet de her iki egemenlik biçimi de sermayenin azami kar yasasının hizmetinde hareket etmektedirler. Burada çok belirgin bir biçimde ‘’kader ortaklığı’’ söz konusudur Dolayısıyla, dönemsel, taktiksel olmayan varoluş zemininde birbirlerini korumak zorundadırlar.  Dönemin Federal Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere’in, Alman Anayasayı Koruma Örgütü tarafından Alman Parlamentosu’nda da açıklanan ‘’Türkiye 2011 yılından itibaren uluslararası islami terörizmin merkezi olmuştur’’ bilgisine rağmen basına yansıyan birkaç açıklaması bu anlamda kirli siyasetin renginin görülmesi açısından ibret vericidir: İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda Alman turistlere yönelik İŞİD adına yapıldığı ifade edilen katliam sonrası Türk meslektaşlarıyla kameraların önüne geçip, “Eğer teröristler, bu eylemi partnerler arasındaki işbirliğini bozmak için yaptılarsa, bunun aksi olmuştur. Türkiye ve Almanya saflarını daha da sıklaştırdılar”, “Türkiye NATO üyesi ve bizim için çok önemli bir devlet. Türkiye uluslararası terörizmin yoğun halde hedefinde… Türkiye öyle sıradan bir devlet değil. Bu nedenle insan hakları konusunda eleştiriler var diye, biz iş birliğinden vazgeçemeyiz.”  Yapılan da budur. 

Derin, kökleri yaklaşık yüzelli yıllık bir zaman dilimine yaslanan, büyük iktisadi, siyasi, jeopolitik çıkarların söz konusu olduğu, başta Merkel olmak üzere Türkiye ile ilgili ağzını her açan Alman politikacılarının söz etmeden geçmediği NATO ortaklığı ile askeri boyutunun da içinde olduğu bir ilişki ağından bahsediyoruz. Türkiye’de son yıllarda giderek artan faşist baskılara paralel bir biçimde Alman devletinin Türk devletine muhalif Kürt ulusal güçlerini, devrimci ve komünistleri kriminalize etmek için adeta Türkiye’nin Avrupa kolu gibi yargılamalara, tutuklamalara büyük bir hırsla girişmesi bu ilişki ağının bir sonucudur. Avrupa ülkeleri içerisinde Türk devletinin hedef gösterdiği kesimlere yönelik saldırgan yönelimin merkezinin Alman devleti olması tesadüf ya da hukuksal bir zorunluluk değildir. Türk devleti yetkililerinin gösterdikleri kişi veya gruplar adeta otomatik olarak Alman güvenlik güçleri ve yargısının hedefine girmektedir. (Fethullah’çılar hariç diyelim. Çünkü, onların elindeki belge ve bilgiler Alman devletinin Türk devletine karşı daha güçlü kozlara sahip olmasını sağlarken diğer taraftan da bu kesimlerde yıllarca Türk devletini yönettikleri ve bu süreçte de Alman devlet yetkilileri ile içli dışlı oldukları için ‘’eski dostları’’nı şimdilik hedefe koymuyorlar)  Tam bu noktada dönemin Alman İçişleri Bakanı de Maiziere’in icraatlarının Kürt Ulusal Hareketinin kadroları, sempatizanlarına yönelik artan dava açma, tutuklama süreçlerini de görmek gerekiyor.

Tüm bu gelişmeler orta yerde dururken ve Alman devleti, polisi, istihbaratı, yargısı özel bir rol üstlenmişken birilerinin hukuktan ve hukuksal gerekçelerden söz etmesi kadar trajikomik bir şey olamaz. Hukuk sistemi tüm bu ilişkileri ve aldatmacayı kamufle etme aracına dönüşmüş durumdadır.Burada başka bir tehlikeye dikkat çekmek gerekir, o da büyük bedeller ödenerek geliştirilmiş olan demokratik haklar, ister sosyal-siyasal yaşamda isterse de özgülde olduğu gibi hukuk alanında olsun geriye doğru götürülmektedir. Sorun benim-bizim böylesine bir madde ile yargılanıyor olmamızı aşan bir boyuttadır. ‘’Her yargılama ötekine verilen gözdağıdır’’ ve genel hedefler içerir. Görülmesi gereken asıl tehlike gericileşmenin ivmesinin yükselerek yaygınlaşan bir seyir izliyor olmasıdır. Devletin kutsanması, devletlerin koruma altına alınması anlayışının giderek burjuva demokrasisine sahip Almanya gibi ülkelerde son birkaç on yılda kendisini daha net bir biçimde hakim mantık haline getirmesi, demokratik kazanımların geriletilmesi anlamına gelir.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti, 

Hukuk alanında yaşananlar, egemenlik mekanizmasına sahip olan sınıfların iktisadi, siyasi çıkar ve hedeflerinden bağımsız değildir. Sözü edilen hukuki-teknik değerlendirme tarzı, krizlerin belirli bir kertede düzenlenme ve devlet krizi olarak da ortaya çıkış momentinde belirginleşir. Bu kriz anlarında hukuk tekniği, bir iktisadi rasyonalite eşliğinde kapitalist devlet tarafından topyekün işe koşulur. Bu nedenle hukuki politik yargının bu özel statüsü, ideolojik yargıdan kaynaklanan hukuki ve politik bir ideolojiye denk düşmesi üzerinde ciddi anlamda durmak gerekir. Bu hukuki- politik ideoloji bu üretim tarzının egemen ideoloji içerisinde, dinsel ideolojinin feodal üretim tarzının egemen ideolojisindeki yeriyle benzer bir yeri vardır. Kapitalizmin ve kapitalist devletin hukuki gramerini oluşturan bir diğer temel unsur da bu ilişkidir. Üretim ilişkileri bağlamında, bireyin esasında hukuki bir ilişki bağlamında özneleştirilmesi iki unsur arasındaki geçişliği sağlar. Öyleyse, krizi ortaya çıkaran irasyonalitenin rasyonelleştirilmesinin belirli bir biçimi kapitalist devlet ve onun hukuki- politik örgütlenişi yoluyla gerçekleşir. 

Bugün devletlerin otoriterleşmesine ve hatta faşizmin yükselişine eşlik eden güçlü devlet söyleminin kuramsal ve ideolojik arka planı, böylesi bir kriz ve kapitalist devletin bu krize göre yaşadığı değişimle ilgilidir. ‘’Güçlü devlet’’ söyleminin sınıf çatışmasının yükseldiği ve işçi sınıfı hareketinin kapitalist sistemi zorladığı 20. yy. başlarında ortaya çıkması ve faşizmi bir devlet-yönetme biçimi olarak resmileştirmesi sürecini dikkatle ele aldığımızda ne demek istediğimiz daha açık anlaşılır. Egemen sınıflar sistemin krizini atlatabilmek ve egemenliklerini devam ettirebilmek için egemenlik aygıtını özellikle bu tür kriz süreçlerinde yeniden örgütlemek durumunda kalırlar. Faşizmi Hitler ya da Mussolini’nin psikopatlığı, kişilik bozukluğu gibi saçma sapan nedenlerle açıklama biçiminde aptallık ötesi bir düşünceye sahip olmayanlar bilirler ki, Hitler ya da Mussolini şahsında ortaya çıkan devlet-rejim biçimleri sermayenin yeniden üretiminin içerisine düştüğü kriz sürecinden çıkış modelidir. Bu tür süreçlerin bizim sorunumuz bağlamındaki yönü ise kriz süreçlerinin daha kendisine has hukuki düzenlemeler gerektirmesidir. 

Kapitalizmin ve buna bağlı ilişkilerin daha geri düzeylerde seyrettiği ve emperyalistlerin yarı-sömürgesi durumunda olan Türkiye gibi ülkelerde faşizmin bir devlet-rejim biçimi olarak süreklilik arz etmesi ve bu gibi ülkelerde hukuk anlayışının da buna uygun olması tam da bu nedenledir. Emperyalistler ve ülkedeki kompradorlar tarafından sürekli yağma edilen bir ülkede ekonomik krizlerin ve bu nedenle de sosyal-siyasal-yönetsel krizlerin sürekliliği egemen yapıyı devam ettirebilmek için buna uygun hukuk sistemini zorunlu kılmıştır. Kapitalist emperyalizmin ve yönetim şekli olarak da burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkelerde kaba bir tarih vermek gerekirse İngiltere’de ‘’Demir Lady’’ Margaret H. Thatcher ve ABD’ de Ronald Reagan dönemleriyle sembolize olan Neo-liberal ekonomik-politik süreç kapitalizmin zorunlu olarak içerisine sürüklendiği krizi aşma ve sermayenin azami kar oranlarını yeniden garantiye almak için yapılan düzenlemelerin sonuçlarını yaşamaktayız. Egemen güç/sınıf ile hukuk sistemleri ve yasalar arasındaki diyalektik bağ, bir başka değişle hukukun sınıfsallığı tam bu noktalarda belirgin olarak görülebilmektedir. Yarı-sömürge, sömürge, bağımlı ülkelerde egemenliğin zorunlu sonucu olarak baskıcı, anti-demokratik kısıtlayıcı yasalarla yoğrulu bir hukuk anlayışı mevcutken, burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkelerde ise görece daha insan haklarını, özgürlükleri vs. kendi içinde barındıran bir hukuk anlayışı mevcuttur. 

Son yıllarda burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde hukuk alanında geriye dönüşlerin yaşanması, daha fazla devleti/hükümeti esas alan bir hukuk anlayışının kabul görmesi ve uygulanması tam da emperyalist kapitalist sistemin krizini aşmak ve sermayenin azami kar oranlarını yükseltmek için hazırlanan neo-liberal düzenlemelere uygun bir durumdur. Neo-liberal politikalarla sermayeye yeni sömürü alanları açılırken hepimizin bildiği gibi aynı zamanda  kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi, işçi ve emekçilere dayatılan esnek çalışma, üretimin parçalara ayrılarak farklı farklı ülkelerde üretimin gerçekleştirilmesi, fabrikaların işgücünün daha ucuz olduğu alanlara taşınması, dolayısıyla işsiz sayısının artışı, işçi ve emekçilerin sendikasızlaştırılması, sosyal yardımların sürekli azaltılması, emeklilik yaşının sürekli yükseltilmesi, yoksulluk giderek daha fazla artarken, sermayenin giderek daha az sayıda sermaye kesiminin elinde birikmesi, yarı-sömürge sömürge ülkelerden daha fazla kaynak transferi için bu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin sömürüsünün daha da artması, emperyalistlerin arkalarına bölgelerdeki gerici güçleri de alarak sürekliliğini sağladıkları bölgesel paylaşım savaşları ve bunun bir parçası olan dinci-faşist örgütler eliyle gerçekleştirilen ve sonrasında kendilerinin de pratik olarak şu ya da bu biçimde içinde yer aldıkları iç savaşlar… Bütün bunlar bir taraftan kapitalist sistemin kendine içkin özellikleriyken aynı zamanda da ihtiyaç duyulan yeni hukuk anlayışının zeminidir. Çünkü, tüm bu yoksulluk, derinleşen sömürü, gelişmiş kapitalist ülkeler ile yarı-sömürge ülkeler arasında artan çelişkiler, her ülkenin kendi içinde yaşadığı sınıfsal çelişkilerin boyutlanması ve toplamda da dünya üzerindeki egemen güçlerin bu çelişkileri kendi ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemeleri gerektirmiştir. 

Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde dahi giderek daha fazla bir biçimde yürütmenin/devletin hukuka müdahilliğinin gizlenmeye gerek duyulmaksızın aleni bir biçimde yapılması ve hatta bu müdahalelerin Anayasal güvencelere kavuşturulması bahsettiğimiz süreçlerin doğrudan sonucudur. Sermaye güçleri, kendilerinin tam hakimiyetini sağlamak istemektedirler. Hukuk mensuplarının kendi inisiyatifleriyle davranmaları, görece bağımsız oldukları alanlarının daraltılmasını hedeflemektedirler. Bu yasa maddesi özgülünde baktığım hukuk kitaplarından çıkan sonuç da bu yönlüdür. Anayasaya gönderme yapılması da bir anlam ifade etmemektedir. Anayasaların oluşması veya Anayasalara maddeler eklenmesi süreçleri içinde bulunulan koşullardan azade değildir. Biraz, ‘’Aristo mantığı’’ gibi olacak ama geçekte budur; Tüm diktatörlüklerin de bir Anayasası olmuştur. Anayasal bir gerçeklik olması en basit bir tabirle doğru olduğu anlamına gelmez. 

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir sonucu olarak yargı süreçlerinin hiçbir aşamasına fiili olarak müdahil olmaması gereken yürütmenin, aleni bir biçimde özgülümüzde olduğu gibi başından sonuna bir taraf olarak yer alması, mevcut ‘’hukuk devleti’’ anlayışının anlamsızlaştırılmasıdır. Böylece amaç, görece de olsa bağımsız hareket edebilme koşullarına sahip olan yargı mensuplarını ‘’emir-komuta’’ ilişkisi içerisinde konumlandırmak, diğer taraftan da hükümetlerin tercihleriyle dönemin uluslararası ekonomik ve politik çıkarları ekseninde suç tanımlamalarını kabul etmelerini sağlamaktır. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak da bugün ‘’suç’’ olarak görülmeyen yarın ‘’suç’’, dün ‘’suç’’ olarak görülmeyen de bugün ‘’suç’’ olabilmektedir. Çünkü, siyasal iktidarların dost ve düşman tercih ve belirlemeleri ekonomik, politik, konjonktürel durumlara göre biçimlenmektedir. 

Burada yegane ölçüt egemen yapının o özgüldeki hedef ve çıkarlarıdır. Dolayısıyla, bir ilkeden söz etmek mümkün değildir. Daha doğrusu tek bir ilkeden söz edilebilir; sermayenin kar oranlarını yükseltmek. Son yıllarda devletlerin dış politik süreçlerde takındıkları tavırlar ve aldıkları kararlarda da bunu görmek mümkündür. Dünün dost devletleri birdenbire düşman devletler haline gelebilmiştir. Örneğin: Türk devleti Suriye iç savaşı başlamadan kısa bir zaman önce Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Türkiye’de ağırlamış, Erdoğan ailesi ve Beşar Esad ailesi birlikte tatil yapmışlardı. Bu arada Erdoğan Beşar Esad’a ‘’dostum Beşar’’ diye hitap ediyordu. Aradan çok fazla bir zaman geçmeden ve Beşar Esad ABD tarafından hazırlanan ve Türkiye üzerinden kendisine teklif edilen düzenlemeleri kabul etmeyince, Beşar Esad’ı devirmek için en önde ve acımasızca saldıran Erdoğan ve Türk devleti olmuştu. ‘’Dostum Esad’’ gitmiş, ‘’katil Esed’’ gelmişti! Aynı şeyi Fransa’da Kaddafi’ye yönelik yapmıştı. Dönemin Fransa Başkanı Sarkozy Muammer Kaddafi’yi Elysee Sarayı’nda ağırlamış, Elysee Sarayı’nın bahçesine Kaddafi’nin Libya’dan beraberinde getirdiği çadırları kurdurmuştu. Bu ‘’dostluk gösterisi’’nin üzerinden çok fazla zaman geçmeden ABD Libya’ya yönelik savaş kararı aldığında Libya’yı ilk bombalayan uçaklar Fransız uçaklarıydı! Bunlar şaşırtıcı şeyler mi? Yaşadığımız dünya gerçeklikleri hakkında belirli bilgi düzeyine sahip olanlar açısından tabii ki değil. Bu zamana kadar sayısız defa bu türden olaylar yaşanmıştır ve bu sistem devam ettiği müddetçe de yaşanacaktır. Çünkü, eğer insan, topluluk ya da devletlerin hareketlerine sermayenin yasaları yön veriyorsa ve de sermaye açısından temel/vazgeçilmez yegane ilke ‘’karın maksimize edilmesi’’ ise, burada ilke, dostluk, vicdan, sadakat gibi kavramların yeri yoktur. Marx’ın çok güzel ve öğretici bir tanımlaması vardır: ‘’ En sonu insanın devredilemez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılamayan; edinilen ama asla satılmayan- erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan, vb.- kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edilmesinin evrenselleştiği, ya da ekonomi politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en gerçek değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir’’

Mevcut hukuk anlayışı burjuva demokrasisinin olmazsa olmazlarından biri olarak savunulan, dünyanın geri kalanlarına örnek olarak gösterilen ‘’hukuk devleti’’ anlayışı, bu ve benzeri vesilelerle bir taraftan kendi gerçekliğini gözler önüne sererken, aynı zamanda ‘’tarafsız ve herkesin üstünde hukuk’’ efsanesini bitirmektedir. Neden bu sonuca ulaşıyoruz? Bunun birçok parametresini sunabiliriz ama belli başlı örneklerden bakmakla yetinelim. Hukuk devleti teorisinde ‘’yasallık’’, devlet faaliyetlerinde keyfiliğin önlenmesi için merkezi bir kavram olmakla birlikte, çağdaş ‘’hukuk devleti’’ anlayışı, keyfiliğe karşı yasaların egemen olduğu bir asgari çerçeveyi aştığını, devlet gücünün hukukla sınırlanmasının da ötesinde, bu sınırlamanın özgürlük ve insan onuru ile bu iki kavramı da kapsayacak biçimde insan hakları lehine gerçekleştirilmesi gerektiğini iddia eder. Kısaca, biçimsel ‘’hukuk devleti’’, maddi içeriğini insan haklarında bulan bir biçimsel hukuk devleti anlayışına evrildiğini ve devleti içerik yönünden sınırlayan değerlerin merkezinde insan haklarının olduğunu savunmaktadır. Birçok hukukçu bu  anlayıştan belirgin bir sapmaya gidilmesi durumunda hukuk alanında yaşanan tüm ilerleme ve kazanımların yok edilmesi tehlikesine dikkat çeker. Sürecin bu yönlü ilerlediği belirgindir.

Bu anlayışın temelini oluşturan ve mevcut hukuk anlayışının ötesinde tehlikeli sonuçları kendi içerisinde barındıran bir yaklaşım mevcuttur ki, buna en temel demokratik norm ve değerler etrafında birleşen tüm insanların ve başta da hukukçuların karşı gelmesi gerekir. Burada ‘’kutsal devlet’’ anlayışına bir dönüş söz konusudur. Faşizm/Nazizm iktidar ve uygulamalarından ders çıkarıp bu anlayışlar mahkum edilmişken yeniden ve sinsi bir biçimde, bu kez de ‘’teröre karşı savaş/mücadele’’ adı altında bu dönüş gerçekleştirilmektedir. Dava sürecinde ve dosyalarda, dilekçelerde yer alan ‘’yürütme’’ denilen kurum devlettir, sermayenin egemenliğidir aynı zamanda. Aldığı kararları mahkemenin sorgulayamadığı, sorgulamasına izin verilmediği bir devlet organından bahsediyoruz. Devlet dediğimiz mekanizma hayali bir oluşum olmadığına ve kurum ve de mekanizmalardan oluştuğuna göre, hükümet dediğimiz kurumlaşmanın kendisini devletten bağımsız, kendine has bir organizasyon olarak göremeyiz. Burada mevzubahis olan ‘’dış politik çıkarlar’’ devletin bütünlüklü olarak çıkarlarıdır. Egemen yapının, egemen sınıfların çıkarlarıdır. Bu mekanizmaların kararlarını yasaların üzerinde bir yere oturtup sorgulanamaz- Anayasal bir hukuk anlayışına dönüşmüş olması bu gerçeği değiştirmez-hale getirdiğinizde, tam da bu noktada devletin kararlarının ‘’sorgulanamazlığı’’ ve nihayetinde de ‘’kutsal devlet’’in dokunulmazlığı durumu ortaya çıkar. 

Hükümetin aldığı kararları ‘’dış politik çıkarlar’ maskesiyle kamufle edilerek mahkemenin yetkisi dışına çıkarılması, alınan kararın asıl gerekçesinin yargıdan dahi gizlenmesidir. Bunun anlamı, tartışmaya açılırsa, tartışma hakkı verilirse alınan kararın kabul görmeme ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Bildiğiniz gibi ‘’pis işler’’ ‘’kapalı kapılar ardında’’ planlanır! Tıpkı, Türkiye’de özellikle son yıllarda daha belirgin bir biçimde ve neredeyse devletin/hükümetin hoşlanmadığı ve gizlemek istediği tüm haber ve gelişmeleri ‘devletin güvenliği’’ gerekçesiyle ‘’erişim yasağı’’ durumuna sokması gibi! Anlayışın beslendiği zemin aynı mantıkla farklı durumlarda farklı biçimlere bürünmektedir. Türkçede söylendiği gibi ha ‘’kel Hasan’’, ha ‘’Hasan kel’’, ikisinde de önemi olan ‘’Hasan’ın kel’’liğinin ifade ediliyor olmasıdır. 

Kendisini denetim dışı bırakan ve Anayasal güvence altına almış mevcut anlayış savcılık makamının alttaki yazısında yer almaktadır;  ‘’Cezai takibata dair çekince kaydının amacı, orantısız dış politik dezavantajları beraberinde getirmesi halinde, ceza davasını yürütmekten vazgeçme imkanı sağlar’’. İlginçtir ve bu cümle bile başlı başına nasıl bir yasa maddesi ve dava süreciyle, nasıl bir ‘’terörist’’ oluşturma anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzun görünmesi açısından dehşet ve  ibret vericidir. Cümleye bakalım: ‘’orantısız dış politik dezavantajları beraberinde getirmesi halinde, ceza davasını yürütmekten vazgeçme imkanı sağlar’’. Buradan ne anlamalıyız? Burada bir hukuk anlayışı mı söz konusu, yoksa siyaset mi yapılıyor? ‘’Orantısız dış politik dezavantajlardan’’ ne anlamalıyız ve dava ancak bu koşulda düşecekse Türkiye ile Almanya’nın savaşa girmesi mi davanın düşme gerekçesi olacaktı? Ya da, Türk devleti  Türkiye’de faaliyet yürüten 6500 civarında olduğu söylenen Alman firmalarının Türkiye’de çalışmalarını durdursa mı dava düşebilirdi? Yani, Türk devleti ile Alman devleti arasında çözülmesi imkansız bir ‘’çıkar çatışması’’ olacak ve bu ‘’çıkar çatışması’’ Alman devleti açısından ‘’politik dezavantajları’’ getirecek ki, dava düşsün! Hani TKP/ML ‘’terör örgütü’’ bizler de ‘’teröristler’’dik?! Demek ki, böyle bir şey olursa biz ‘’makul vatandaşlar’’ olacağız, olmadığına göre biz ‘’terörist’’ kalmaya devam edeceğiz. 

Verili anlayıştan devam edersek, yürütme ve yürütmenin emrindekiler her adımın karar vericisi oluyorlar! Ancak verili hukuk anlamında ancak çok belirgin şekilsel bir uygunsuzluk durumu varsa mahkeme heyeti belirli bir ‘’itiraz hakkı’’na sahip olabiliyor. Bunun dışında ise mahkeme heyeti, polis-savcılık-Adalet bakanlığı üçlüsünün aldığı kararı gerçekleştirmekle yükümlü kılınıyor. Örneğin, mahkeme heyetinin önüne dava dosyası geldiğinde ve mahkeme heyeti bu dava dosyasını incelediğinde ‘’Bu dava açılamaz ya da bu dava içerik olarak hukuksal bir davadan ziyade politik bir karar neticesinde gerçekleştiği için ceza davası olamaz’’ diyemiyor, böyle bir tasarruf hakkı verilmemiş. Bu durum mahkeme heyetini oluşturanların niyetleri ile de alakalı değil. Eğer verili hukuk sistemini ve bu yasa maddesiyle bir yargılamanın meşru olduğu kabul edilmişse, devamında hakimler zaten kendi ellerini bağlamış, kendilerini buna mecbur kılmışlardır: a) Mahkeme heyetinin alınan kararı sorgulama, reddetme yetkisi yoktur, uygulamak zorundadır. b) Burada belirleyici olan hükümetin dış politik çıkarlarıdır.

Yine Av. Inigo Schmitt-Reinholtz’da bu kapsamda bir açıklamaya aynı dilekçesinde yer vermişti: ‘’Yürütülen bu ceza davasında, kamu davası açma mecburiyeti ilkesi olağanüstü bir dava şartının varlığı dolayısıyla, yani Federal Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı’nın davanın açılması için izin vermesi şartının olmasıyla özel bir sınırlandırmaya tabi tutulmuştur. Ceza hukukunun devletin dış siyasetinin bir aracı olarak değerlendirilmesi yürütmenin yargının egemenliğine sistem dışı bir şekilde müdahale etmesi anlamına geldiğinden, bu ilke bu şekilde özel bir sınırlandırmaya tabi kılınmıştır. Çoğunluğun görüşü Bakanlığın verdiği dava açma izninin hukuken incelemeye tabi tutulamayacağı görüşü olsa dahi; açıkça keyfi bir şekilde verilmiş olan bir izin esas alınarak bir ceza davası yürütülemez…’’

Bu yasa maddesinde burjuva anlamda dahi ‘’kuvvetler ayrılığı’’ ilkesi çöpe atılmıştır. Çünkü, esas alınan, ‘’Bu düzenlemenin de, yürütmenin zaten oldukça fazla olan hareket alanını genişletmesi durumunda (MK-Schafer, yukarıda belirtilen yer), düzenleme, yürütmenin dış politika alanındaki önceliğine uygun…’’ olmasıdır. O halde aslolan: ‘’Burjuva ideolojisi nezdinde, bir öğretinin doğru mu yanlış mı olduğu hiçbir önem taşımaz. Önemli olan, bir öğretinin sermayeye yararlı mı, yoksa zararlı mı; sermaye için huzur verici mi, yoksa keyif kaçırıcı mı; sermaye nezdinde hukuka uygun mu, yoksa hukuka aykırı mı olduğudur’’ demek gerekir.

Yürütmenin yargılamayı belirleyip yönlendirmesinin bu ölçüde pervasızca yapılıyor olması, ‘’hukuk devleti’’ anlayışını da sorgulamayı gerektirmektedir. Yargılamanın öznesi haline getirilmiş olan kişinin kimliğine ve cezalandırma süreçlerine ilişkin ‘’politik karar’’ kavramları kullanılsın ya da kullanılmasın, eğer ‘’terörle mücadelenin hukuki mekanizmaları’’ bir bütün olarak yürütmenin/polisin belirleyici etkisiyle biçimleniyorsa, ‘’hukuk devleti’’ savunusu demagojik bir söylemden ibaret kalır. 

‘’Terör suçları’’nın belirsiz, açık uçlu ve taraflı düzenlemeler biçiminde tamamlanması, fiilin ve maddi eylemlerin niteliğinden ziyade, fiili işleyenin niyetinin nasıl varsayıldığı ve yürütme tarafından ne biçimde değerlendirildiğine dayalı bir alan oluşturur. Anti-terör hukuk rejimi, bir bütün olarak ‘’düşman’’ın belirlenmesi ve hukuki ve objektif ölçülere bağlı kalınmasıyla oluşmaz, aksine muğlak ve sınırları belirsiz bir düşman tasarımına yöneliktir. ‘’Terör suçları’’, ön alanı cezalandırdığı için, suçun ne zaman ve nasıl başladığına ilişkin niteleme, bir kolluk kararı/faaliyetinin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu, ne gibi eylemlerin yasaklandığının hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi yükümlülüğünü öngören ‘’suç tipi garantisi’’nin amacını ortadan kaldırır. ‘’Terör suçları’’nın muğlak karakteri yürütmeye geniş bir takdir yetkisi tanımakla birlikte, ‘’suçlu’’ ve ‘’düşman’’ın eşitlendiği bir kurmacayla/tasarımla, aslında yürütmenin müdahalesine ihtiyaç duyan ve bu müdahaleyle karakterize olan bir hukuk rejimi oluşur. Sonuç olarak, bu rejimde yargı süreçleri bir bütün olarak araçsallaştırılmış, yürütmenin karar ve yönelimlerince belirlenen ve polisin icra yöntemlerine dayanan bir alan haline gelmiştir. ‘’Terörizm ve terör suçu’’nu hangi failin ne biçimde oluştuğunun yürütme/polis tarafından belirlendiği bir hukuki rejimde, ‘’kanunilik’’ ilkesinin sonucu olduğu varsayılan ‘’suç tipi garantisi’’, bizahiti suç tiplerinin belirsiz ve muğlak karakteri nedeniyle işlevsizleşmektedir. Düşman politik bir kararla belirlendiği için, bu durum yürütmenin keyfi niteleme ve müdahalesinin de zeminini oluşturur. Dün suç olmayan bugün suç sayılabilir ve vatandaşların hukuksal hiçbir garantisi kalmaz. Bu durumda mahkemelerin yargılama biçimi ve kapsamı, düşmanla mücadele hukuku çerçevesinde şekillenir. Bu, temelde, polis/yürütme tarafından belirlenmiş bir çerçevedir. Anti-terör mahkemelerinin, polisiye faaliyetin bir parçası olarak işlev görmesi iki yönlü gerçekleşir: Birincisi, mahkemeler, polis/yürütme tarafından belirlenen bir temelde ve bu çerçeveyi esas alarak yargılama faaliyeti yürütürler. Yargılama öncesi safhada, ‘’düşman’’ tanımlanmış olur, daha doğrusu ‘’suçlu’’ bir ‘’düşman tasarımı’’ olarak yaratılır ve yargılamanın konusu haline getirilir. Bir başka ifadeyle, yargılama konusu haline getirilmiş düşman, tamamlanmış ve yaratılmış bir düşmandır. Yargılama faaliyeti de bu bağlamda polisiye faaliyetin bir parçası olarak gerçekleşir. İkincisi, polisiye faaliyet, yaratılmış düşman tasarımının cezalandırılmasına uygun suç tipi temelinde ve polisiye yargılama yöntemleri kullanılarak, yargılama safhasında yeniden üretilir. Polisiye bir faaliyetin ürünü olarak oluşturulmuş ve suç tipi ile tahkim edilmiş bir ‘’düşman’ tasarımına dayalı yargılama fonksiyonu, politik süreçlerle belirlenmiş ve ‘’politikleşmiş bir ceza muhakemesi’’ anlamındadır. Burada, polis erki, düzenin düşmanlarına yönelik sürekli bir savaş faaliyeti olarak işlev görür ve hukuk da bu savaş için vardır. Bir başka ifadeyle, bu düzenekte, bütün bir ceza hukuku sistemi, siyasetin ve onun icra kuvvetinin elinde araçsallaşmış olur’’.

Terörle mücadele anlayışı somut karşılığı olan düşman yaratma ve bunun hukuksal alandaki biçimlenmesi olan terörle mücadele yasaları ile engizisyon süreci benzer özellikler taşımaktadır. Egemen sistemin ve egemen güçlerin kendi varlıklarına meşruiyet kazandırmak ve bu egemenlik yapısına karşı tehlike oluşturabileceğini düşündükleri kesimleri baskı altında tutmak, korkutmak, sindirmek ve yok etmek için uyguladıkları yöntemler neredeyse birebir aynıdır. Daha doğru bir ifadeyle, temel hareket noktası ve hedeflenen sonuç aynı olduğu için, biçimsel değişiklikler dışında aynı amaca hizmet eden araçların biçimsel değişimi söz konusudur. Engizisyon süreci ve engizisyon mahkemelerine kabaca bakıldığında karşımıza iki ana egemen güç çıktığını görmekteyiz: Birincisi, kral-prens ve toprak sahipleri, ikincisi ise, dini kurumlar, yani kilise. Bu sistemde kilise çok önemli ve ikili bir işleve sahiptir. Kilise hem ekonomik bir güçtür hem de ideolojik hegemonyanın kendisidir. Toplumu tanrının yasaları doğrultusunda yönetir, yönlendirir, şekillendirir ve böylece egemen yapıya, verili sınıf ilişkilerine meşruiyet kazandırır. Engizisyon sürecinin, egemen feodal alt-yapının etkisini giderek yitirme sürecine girdiği ve buna bağlı olarak yeni üretim biçimlerinin etkinliğini artırmaya başladığı bir süreçte devreye sokulması tam da verili egemenlik yapısının, gelişen alt-yapı ile kilisenin ana parçalarından olduğu üst-yapı arasındaki çatışmanın daha baştan engellenmesi amaçlıdır. Feodal sınıflar ve kilise gelişen yeni süreçle tartışılmaz ve tanrıdan kendilerine lütfedilmiş olduklarına inandıkları yüksek otoritelerinin itibar yitirmesine engel olmanın çözüm yollarından biri olarak engizisyon mahkemelerini yaşama geçirmişlerdir. İçinde bulunduğumuz süreçle temel benzerliği, kapitalist sistemin neredeyse içinden çıkılmaz ekonomik, siyasal krizlerle varlığını devam ettiriyor olmasıdır. 

Günbegün büyüyen açlık ve yoksulluk, doğanın vahşi kapitalizmin daha fazla kar uğruna tahrip edilmesi, bitmek tükenmek bitmeyen savaşlar hem açlık, hem de savaşların tetiklediği iç ve dış göçler, derinleşen sınıf çelişkilerinin yarattığı sosyal patlamalar…göstermektedir ki, tüm demagojilere rağmen kapitalist sistem giderek daha fazla çürümektedir. Çöküş sürecine girmiş vahşi kapitalizmin egemen güçleri, varlıklarını devam ettirebilmek için kitlelerin algılarını yönetmek, onları gerçek sorunlardan ve sorunların gerçek nedenlerinden uzaklaştırmak zorundadırlar. Bunun için ‘’terör’’ ve ‘’terörle mücadele’’ argümanı kullanıma oldukça uygun bir malzeme olarak piyasaya sunulmuştur. Bir taraftan kitleler korku sarmalı içine hapsedilecek, diğer taraftan da bu korku sarmalında kendilerini güvensizlik ortamında hissedecek olan kitlelerin desteği ve aktif katılımı sağlanacak. Plan böyle işlemektedir. Engizisyon sürecinde şeytan ve şeytanın hizmetinde olan ‘’kadınlar’’ üzerinden bu plan hayata geçirildi, zamanımızda ise komünistler, devrimciler, kapitalizm karşıtları ve kapitalistlerin beslemeleri dinci gericiler üzerinden kurgulanmaktadır. Bizzat egemen sistem sahipleri tarafından büyütülüp beslenen dinci gericilik istenilen malzemeyi efendilerine sunmakta tereddüt etmediği için, yaratılmak istenen manipülasyon oldukça etkili olmaktadır.

‘’…Engizisyon usulü, yargılama tekniklerinde önemli bir tarihsel dönüşümü işaret etmekte, adaleti sağlamayı değil, önceden inşa edilmiş bir hakikati ‘’suçlu’’ya itiraf ettirmeye odaklanmaktadır. Bu tekniklerin kullanımı, kilise doktrinine göre, sapkın (herodic) ilan edilmiş inanç gruplarına karşı uygulanmaya başlanmış ve asıl olarak politik bir hakikati onlar aracılığıyla inşa etmeye yönelmiştir. Engizisyon, Latince ‘’inquisitionem’’- soruşturma anlamına gelmektedir. Bu soruşturma tekniği Avrupa’ da uzun süre egemen olmuş bir yargılama tekniğidir. Tarihsel Engizisyon Kurumu Faucault’ nun ‘’Hakikat ve Hukuksal Bilimler’’ makalesindeki ‘’soruşturma momenti’’ olarak adlandırdığı momente denk düşer. Faucault, bu momentte ortaya çıkan soruşturma tekniğinin karakteristik özelliklerini, a) Yukardan dayatılan bir adalet (hakikat), b) Savcının yeni bir kişilik olarak ortaya çıkması (soruşturmacı- inquisiteur), c) Yasaya aykırı davranışın bir kişiye yapılan haksızlığın yerini alması (günah, hata, sapkınlık), d) Devletin icadı (kurumsal yapısıyla bir hakikate karar veren kutsal engizisyon makamı) olarak sayılmaktadır. Adalet ve hakikat arasındaki ilişkinin statüsü, engizisyon yargılama usulünün temel mantığına dayanmaktadır. Adalet kavramı gerek siyaset felsefesinin gerekse de hukuk düşüncesinin temelinde yer almaktadır. Arapçadan Türkçeye geçmiş kavram, denklik, ölçülülük, hak gözetme anlamlarını taşımaktadır. Adalet Yunancada ‘’Dike’’, Latincede ‘’iustitia’’, herkese hakkının verilmesi bağlamında Platon ve Aristotales tarafından siyaset felsefesinin merkezine taşınmıştır. Hakikat kavramının (Latince Veritas) hukuk ve siyaset geleneklerinde adaletle ilişkisini kuran, kavramın ikili anlama sahip olmasıdır. Kavramın birinci anlamı, epistemolojik bir düzeye işaret eder ve gerçekliğin doğru bilgisine ilişkindir. İkinci anlamı ise, ontolojik bağlamda gerçekliğin bizahiti kendisi ile ilgilidir. Adil olanın doğru olduğunu söylemek, doğrudan doğruya gerçeklikle ontolojik düzeyde bir bağı işaret eder. İşte tam da bu anlamda, her siyasal kuruluşun dayandığı hukuk düzeni, kendi gerçekliğine ilişkin bir ‘’doğru’’ inşa etmek durumundadır. Adalette bu ‘’doğru’’ya dayanacaktır’’.  Engizisyon, adalet ve hakikat ilişkisinin statüsünün nasıl belirlediğini de, dönemin siyasal topluluğunun gerçekliği içinde aranmaktadır. Engizisyoncu sanığa neden burada olduğunu sorarak başlar soruşturmaya. Çünkü, ihtiyacı, kendi hakikatini, kilisenin ‘’doğrusu’’ nu sorgulanan kişide yeniden kurmak, itiraf mekanizmasıyla onu toplumsal olarak yeniden inşa etmektir. Engizisyonun ceza adaleti, suçun ortaya çıkarılması ve ‘’adil’’ cezanın verilmesine değil, ‘’hakikat’’e dair bir itiraf alınmasına dayanır. Adaletin sağlanması, hakikate ilişkin bu itirafın alınmasıdır.

Tarihten tekrar günümüze geri geldiğimizde ‘’terör’’ yargılamalarında da egemen sınıfların ‘’hakikatlerinin’’ bu yargılama süreçleriyle yeniden inşa edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Günümüzde Tanrının yerini devlet/hükümet, engizisyoncuların yerini de polis/savcılık ve nihayetinde mahkemeler almıştır. Egemen sınıfların ‘’gerçekliği’’ yargı süreçleriyle yeniden kurulmaya çalışılmaktadır. Hakikatin sahibi ve temsilcisi kimdir? Tabii ki, ‘’hikmetinden sual olunmayan’’ devlet/hükümettir! ‘’Kutsal Tanrı’’ ve ‘’kutsal metinler’’ yerini ‘’kutsal devlet’’ ve ‘’kutsal yasalara’’ bırakmıştır. Hakikat tekeli oluşmuştur. 

Bu tarz Ceza Hukuku anlayışı çerçevesi devlet odaklı bir bakış açısının ürünü olduğu için devlet gücünün sınırlandırılması fikrine de yabancıdır. Kimin düşman olacağına devletin karar vermesi, devlet için muazzam bir güç kaynağı yaratmaktadır. 

Devletin güvenliği üzerinden bir meşruiyet ve yapılanın haklılığı zemini işletildiğinde devlette kontrolü elinde bulunduran hangi güçse onun çıkarları devletin çıkarlarıdır ve buna karşı bir pozisyonda yer almak hukuk karşısında ‘’suçlu sandalyesi’’nde oturmaktır. Sınıfların ve devletin olduğu bir sistemde, saf bir yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından bahsetmek abesle iştigal olur. Ancak, göreli de olsa, ezilenlerin mücadelesi ile insan hakları hukukunun kazanımları sonucu, mümkün olduğu kadar bu ütopyaya doğru göreli bir kıvrılma yaşanabilir. Kıvrılma mümkün müdür? Hümaniter ve özgürlükçü hukukçular bu soruya kuşkusuz ‘’evet’’ derler. Ancak şartlı olarak…Eğer hukuk düşmanla savaş hukuku çerçevesinde işlemeye başlarsa yargı kesin taraftır, egemenin silahıdır, devlete tam bağımlıdır. Sanık düşmandır ve hakları olmaz ya da en alt sınırdadır. ‘’Suçsuzluk karinesi’’ yerini ‘’suçluluk karinesi’’ne bırakmıştır. Kuşkudan sanık değil, devlet yararlanacaktır. Bulunduğu hiçbir konumdan memnun olmayan iktidar, mahiyeti itibarıyla sürekli mutlak, sınırsız olmaya doğru evrilir. Modern devlet bu iktidarın sınırlanmasının koşullarını belirleyen bir devlet olarak ortaya çıkar. Ancak, modern devlette de iktidarın, görünürde bir nedene dayanarak bu genel sistemin dışında gedik açma çabası devam eder.Terörle mücadele yasaları bu olanağı sağlar. Carl Schmitt’in dediği gibi, ‘’Amacı hukuku zincirlerinden kurtarmak…’’ olan durum gerçekleşmiştir. Amaç siyasal düzenin bekası, hukuk ise yürürlükteki normlardır. Bir başka değişle, karşımızda duran olgu, istisna halinin çeşitli hukuki yöntemlerle olağanlaştırılmasıdır.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Yürütmenin-politik iktidarın yargının iplerini alenen eline alması burjuva anlamda ‘’hukuk devleti’’nden ‘’devletin hukuku’’na geçişin somutlanmasıdır: ‘’…Terörle mücadele mevzuatı yargıyı terörizm soruşturmalarının dışına çıkarmış, güvenlik faaliyetlerini önleyici, istihbarat temelli bir faaliyete dönüştürmüş, gözaltı ile suç şüphelisi birbirinden ayrışmış, cezai hükmün hukuka aykırılıkla ilgisi kalmamış ve terörle mücadele bağlamındaki suç belirsiz, açık uçlu ve taraflı düzenlemeler biçiminde tamamlanmıştır. Bütün bu kapsam, hukuku, siyasal amaçları ileri taşıyacak basit bir araca dönüştürür. Bu araç, artık, geniş ve merkezi bir polislik aygıtının sorumluluğunu da tek başına üstlenen yürütmenin kontrolündedir. Muğlak ve tam tanımlanmamış yasal hükümler, yürütmenin hedefleri seçip tam bir takdir yetkisiyle hareket edebilmesine ve düşmanla ilgili özel bir sınıflandırma yaparak suçluyu tanımlayacağı, hukuk dışı gözaltı, yargılama ve cezalandırma rejimi oluşturacağı ve seçtiği bireyleri ortadan kaldıracak bir düzenek kurar. Suç tanımının iştirak açısından genişletilmesiyle yalnızca cezalandırma cezai eylemden ayrılmaz, aynı zamanda başbakan ya da adalet bakanının kararına göre oldukça geniş bir toplumsal kapsam ceza soruşturması alanına dahil olur. Yürütmenin ‘’suçlu’’yu tanımlayacağı, hukuk dışı gözaltı, yargılama ve cezalandırma rejimi tertipleyebileceği ve seçtiği kişileri ortadan kaldırabileceği bir paralel hukuk sistemi ortaya çıkar. Terörle mücadele hukukuna yönelik bu eleştiriler, düşman ceza hukuku anlayışının önemli bir yönünü açığa çıkarmaktadır. Özelde düşmanın belirlenmesi, genelde de bütün bir yargı sürecinin yürütme tarafından araçsallaştırılması, Schmitt’çi anlamda ‘’karar’’ın, tam olarak hukuk düzeni içerisine taşınması anlamındadır. Carl Schmitt’e göre karar alma ayrıcalığı ‘’egemen’’dedir ve egemenin eylemi hukuk temelinde değil, cebir temelinde ekseninde belirir’’. Bu yeniden üretim, bütünüyle yürütmenin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir ‘’düşman’’ kategorisi yaratmaktadır. ‘’Düşman’’ın hukuksal tanım ve ölçülerle tanımlanamaz olan kimliği ve içeriği, siyasal alanın tercihiyle/yapısıyla/pozisyonuyla belirlenen, izafi, politik karakterli bir ‘’düşman’’ tasarımı ile sonuçlanır.

Bu açıdan terörle mücadele hukuku, esasen yönetenlerin egemenlik altındaki sınıflara yönelttiği bir cezalandırma politikası iken, siyasal kararlara, süreçlere ve krizlere bağlı kırılgan yapısıyla, aynı zamanda egemen blok bileşenlerinin de birbirlerine yöneltebilecekleri bir cezalandırma aracına dönüşür (Türkiye’de Ergenekon davası ve Erdoğan-Fethullah kavgası örneklerinde olduğu gibi). 

Bu ceza hukuku anlayışı tümüyle ideolojik bir karakter taşır ve egemen yapının/ egemen sınıfların verili düzeninin korunmasını esas alır. Bir başka ifadeyle, aynı ideolojik eksende, kendisinden önceki çeşitli kaynaklardan beslenmekte ve bu kaynaklarla birlikte oluşturduğu bütünün bir parçası olarak anlam kazanabilmektedir. 

Bu ceza hukuk yaklaşımının, kendisini dayandırdığı kaynaklarla oluşturduğu ideolojik bağlam, hem egemen toplumsal sisteme, hem de öngörülen hukuksal düzenin işleyişine ‘’rıza üretmek’’ olarak ifade edilebilir. Ortaklaştırılan söylem, bu biçimdeki bir ‘’rıza üretiminin bir aracı olduğu kadar, toplumsal iktidarın hukuksal-söylemsel alanda da yeniden üretimini de sağlayarak belirli bir bilinç biçimi yaratmaya yöneliktir. Güvenlik söylemi burada hem rıza üretmede hem de anlayışın hukuksal kabulünü sağlamada önemli/kilit rol oynar. 

Düzen karşıtlarına uygulanan hukuk ve düzen karşıtlarıyla mücadele düşüncesi, eski tarihsel dönemlerden bu yana geçerlilik bulan ve sürekliliğini bugüne değin devam ettiren bir düşünce biçimidir. Dost ve düşman ayrımına dayalı yaklaşım anlayışın temelini oluşturur. Bu ceza hukuku anlayışının, bağ kurduğu toplumsal-tarihsel formlarla ilişkisi ve bu ilişkinin derinliğinin ve sürekliliğinin izinin en açık biçimde izlenebileceği düşünsel çizgilerden birisi de, ‘’düşmana uygulanan hukuk’’ ve ‘’düşmanla mücadele’’ düşüncesidir. Bu çizgi, eski devirlerden bu yana sürekliliği en açık bir biçimde gözlenebilen ve bu anlayışın siyasal-hukuksal özünü ve ideolojik içeriğini gösteren- belirleyen bir çizgidir. 

20.yüzyıl, hemen tüm siyasal rejim biçimleri açısından düzene düşman ilan edilenlere karşı bu hukuk-cezalandırma çizgisinin hakim anlayış olarak yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu yüzyılda, burjuva devletin tüm biçimlerinde  bu açıkça görülebilir. Liberal devletlerde siyasal nitelikli birçok suça öngörülen cezalar ağırlaştırılmış, tehlike hali ve sonuç doğurmasalar dahi, basit hazırlık hareketlerini cezalandıran bir cezalandırma rejimi öngörülmüştür. Faşizm/Nazizm dönemlerinde ideolojik dayanaklarıyla uyumlu bir biçimde, düşmanla mücadele anlayışı en sert biçiminde uygulanmıştır. Siyasal suçlular için olağanüstü yargı makamları kurulmuş ve bu makamlar yargıçların atanması, yargılama biçimi ve yargı yolları açısından olağan yargı sisteminden tamamen ayrılmıştır. Bu rejimlerde, siyasal suçlunun ‘’onurunu kaybetmiş ve toplumla bütün bağları kesilmiş bir düşman’’ olarak nitelendirilerek toplum dışına atılacağı ve ölümle cezalandırılacağı öngörülmüştür. Bu hukuk anlayışının bütün imkanlarıyla ve karşısına aldığıyla en erken biçimde savaşmak ve cezalandırılabilirliğin hazırlık aşamasına kadar genişletilmesi, Nasyonal Sosyalist rejimin en temel sloganlarından biridir.

Tarihsel gelişimde, 1960’lı yılların sonundan başlayan dönem özellikle önemlidir. Bu dönemde, Almanya’da Kızıl Ordu örgütüne yönelik alınan tedbirler, sonraki yıllarda da etkinliğini artırarak devam ettirmiştir. İtalya, İspanya ve İngiltere de de benzer bir süreç yaşanmıştır. ‘’Ceza muhakemesi tedbirlerinin özellikle terörizm alanında ağırlaştırılması’’ biçiminde beliren bu ilk dalga, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren organize suçları de içine alacak biçimde genişletilmiştir. 

Bu hukuk anlayışının ‘’tarihsel cezalandırma geleneğinin ve pratiğinin’’ takipçisi olduğu noktasında herhangi bir duraksama olmaması gerekir. Eski çağlardan bu yana ‘’düşman’’ın tanımına ve toplumsal/toplum dışı statüsüne, sert cezalandırma yöntemlerine, basit hazırlık hareketlerinin ve hatta failin niyetinin cezalandırılabilmesine ve düşman için olağan yargı sisteminden ayrı bir yargı alanı tanımlamasına ilişkin tüm pratikler, kimi yerlerde aynen, kimi yerlerde de değişik versiyonlarla  kendisine yer bulmuştur.

Bu anlamıyla bu teoriler yeni değildir. Tarihsel ve toplumsal/siyasal süreçler incelendiğinde egemen sınıfların egemenliği altındaki sınıflara veya egemenlik mücadelesi veren bir başka kesime karşı sürekli ve sistemli bir biçimde uygulanan bir yöntem ve anlayıştır.

Düşman ilanı,‘’tayin edici bir duruma ilişkin karar alma yetkisinin’’kullanımı anlamına gelir. Bu ‘’karar’’la birlikte, ‘’düşmanla mücadele’’nin fiili boyutu dahi ‘’hukuki düzen’’ içinde anlamlanır. Çünkü, tüm düzenler gibi hukuki düzende bir norma değil karara dayanır ve böylece düşman ilanı, düşmanla mücadele için kullanılacak tüm araçları da hukuk düzeni içinde ve hukuk düzenine uygun hale getirir. Bu, düşmanla mücadelede normatif hukuku reddetmeyen, dahası hukuk normlarını bu savaşım içinde işlevlendiren ve fakat gerektiğinde ‘’fiili’’ mücadele biçimlerini de meşru gören, aslında bu mücadeleyi her durumda ‘’hukuki’’ ve ‘’hukuk düzeni’’ içinde tanımlayan bir anlayıştır. Bu anlayış kendisini ‘’olması gereken zorunluluk’’ haline getirirken istisna ve olağanüstü hal kavramlarında somutlanan ve devleti ‘’her şeyin merkezinde’’, ‘’belirleyici’’, ‘’muktedir’’, ‘’tek yetkili’’, ‘’üstün aklın kristalize olduğu ilahi bir varlık’’ olarak ‘’yüceleştiren’’ bir mantık dizgesiyle soruna yaklaşır. Egemen ve egemenlik kutsaldır, dolayısıyla da egemen olağanüstü hale karar verendir! 

Anti-terör yasalarının oluşumu ve gelişimi üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, genelde izlenen yöntemler hemen hemen birbirinin benzeridir: Öncelikle olağanüstü bir durumun yarattığı özel sorunların çözülmesine ihtiyaç duyulduğu kanısı yaygınlaştırılır, ardından olağanüstü durum ve olaylara bağlı ve onlara bitişik olarak bu yasaların da geçici olduğu izlenimi yaratılır ve en son olağanüstü bu duruma ilişkin olağanüstü cezalandırma koşulları gerçekleştirilir. Bu, sonu gelmez bir olağanüstü ve geçici yasalar dizisinin, giderek kalıcı çözümler olarak yasal sistemde yer edinme sürecidir. Ancak, olağanüstü yasalar bir kez kalıcı hale geldikten sonra, artık olağanlaşmış ve genel kabul gören asli yasalar olarak hukuk sistemindeki yerlerini alırlar. Böylece ‘’hukuk devleti’’, içeriği her türlü keyfiliğe göre belirlenebilecek olan hukuk normlarının oluşturduğu bir yasa devletine indirgenmiş olur.

Bu kendi içinde ‘’yeni bir hukuk düzeni’’ oluşturmak demektir. Genelde emperyalist kapitalist sistemin kendi içinde yaşadığı değişim ve dönüşümler, artan çelişkiler, ya da çelişkilerin yeni biçimler alması, özelde her devletin gerek kendi ülke sınırlarında gerekse de uluslararası alanda yaşanan değişimler, ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlama veya gelişen yeni trendin bir parçası olma durumu, hukuksal alanda kendini yeniden tanımlamayı getirmiştir.

Anti-terör yasaları ve bahsedilen tarzda ceza hukuku düzenlemeleri, yürürlükteki hukukun sürekli, kalıcı ve geçerli bir parçası haline gelmiştir. İstisnai görülen önlemler normalleştirilmiş ve sistemin bir parçası haline gelmiştir.

‘’Hindistan’da anti-terör yasalarının oluşumu ve gelişimi üzerine yapılan bir inceleme, terörle mücadele yasalarının yapılma sürecini ve hukuka etkilerini konu edinmektedir. Buna göre öncelikle olağanüstü bir durumun yarattığı özel sorunların çözülmesine ihtiyaç duyulduğu kanısı yaygınlaştırılır, ardından olağanüstü durum ve olaylara bağlı ve onlara bitişik olarak bu yasaların da geçici olduğu izlenimi yaratılır ve en son olağanüstü bu duruma ilişkin olağanüstü cezalandırma koşulları gerçekleştirilir. Bu, sonu gelmez bir olağanüstü ve geçici yasalar dizisinin, giderek kalıcı çözümler olarak yasal sistemde yer edinme sürecidir. Ancak, olağanüstü yasalar bir kez kalıcı hale geldikten sonra, artık olağan hukukun yanında fakat ondan bağımsız bir hukuk sistemi oluşturmaz’’.

Dünya üzerinde yaşananları, ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları çözümlemek ve çözüm üretebilmek için hukuksal bakış açısı doğru bir yöntem midir? Hukuk ‘’kendinden menkul’’ bir alan mıdır? Sorusuna yanıtlar arayarak devam edelim:

‘’Her üretim biçimi, kendine özgü hukuki ilişkileri ve kendine özgü hükümet/ rejim/ iktidar biçimi yaratır…Tarihte, toplumun ve devletin bütün ilişkileri, bütün dini ve hukuki sistemler, ortaya atılan bütün teorik görüşler, ancak bütün bunlara denk düşen çağların maddi yaşam koşulları tarafından belirlendiğinde ve maddi yaşam koşullarından tümdengelim yoluyla türetildiğinde kavranabilir’’

Soruna bu çerçeveden bakmak verili durumun anlaşılması açısından önemlidir. Çünkü, insanların, toplumların, ekonominin, siyasetin, kültürün, gelenek ve göreneklerin, alışkanlıkların, bilimin, yasaların, hukuk anlayışının … yani aklımıza gelen her şeyin devinimi, gelişimi, değişimi, farklılaşması yaşanmış, yaşanmaktadır. Dünün kutsalları, bugün tarihin çöplüğündedir. Demek ki, her şey değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişim ve gelişimin gerek altyapı da gerekse de üstyapı gerçekleşmesini sağlayan temel gerçek ise maddi hayatın yeniden üretimidir. Hukuk ve yasalar da bu diyalektik bağdan, farklılaşmadan bağımsız değildir. Bu diyalektik bağ kurulmak zorundadır; çünkü, hukuksal normlar üzerinden yaşamı ve çelişkileri açıklama çabası kapitalist üretim modeline, yerleşik üretim sistemine uygun düşeni, sermayenin işine geleni meşru kılarken, bunun tersinin soruşturulmasına, irdelenmesine asla izin vermemektedir. Tıpkı, burjuva ekonomi politiğinin ‘’değer ve artı-değer’’ kavramlarını peçelemesi gibi, egemen anlayış devletin ve hukukun maddi kökenini, sınıfsal içeriğini maskelenmektedir. Dolayısıyla, mevcut, ‘’hukuk anlayışı, baştan aşağı dogmatiktir ve romantiktir. Çünkü, ezeli ve ebedi saydığı, sözde mutlak, sözde evrensel değerlere (eşitlik, özgürlük, adalet, hukuki işlem, mülkiyet vb. ilke ve amaçlara) kesintisiz ve eleştirisiz körü körüne bağlanmakta, bu saplantıların karanlığında somut yaşam gerçeğini görememektedir.

Bu hukuk anlayışı, tepeden tırnağa metafiziktir. Çünkü, koskoca bir tarihsel süreci dondurmakta, toplumsal değişim ve dönüşümleri yadsımakta ve toplumdaki sınıflar arası çelişkilerin dinamiğini yok saymakta, geçerli üretim ilişkilerine denk düşen hukuki kategorileri, sanki bunlar tılsımlı değerlermiş, tarih üstü yasalarmış gibi putlaştırmakta, ekonomik altyapıdan, maddi temelden tümüyle soyutlamaktadır. Bu hukuk anlayışı idealisttir, çünkü, hukuk biliminin nesnel, toplumsal yasalarını, hukuki olgular ve kurumlar ile maddi-ekonomik yaşam arasındaki diyalektikbağlantıyı yok sayarak bütün hukuku insan bilincine indirgemektedir. 

‘’Hukukçuyu hukukun nedeni değil de neyin hukuk olduğu ilgilendirir. Her hukuk kuralının varlık ve yürürlük nedeni, yasa içi ve yasa ötesi bir başka hukuk kuralının, hukuk ilkesinin yürürlüğüdür. Hukukun bütün sorunları, hukukun içinde aranmalı ve hukukun içinde çözümlenmelidir. Sözgelimi, bir sanığın mahkumiyeti yargıç hükmüne, yargıcın hükmü yasa kurallarına, yasa kuralları da normlar hiyerarşisine (Anayasa ve Anayasa üstü yüce hukuki değerlere) uygun düştükçe sorun yoktur! Yürürlükteki (pozitif) hukuk, neyin niçin adaletli olduğunu doğrudan doğruya kendisi saptar. Şekli olarak hukuka uygun olarak kurumsallaşmış olmak kaydıyla, her hüküm bağlayıcıdır. Yürürlükteki hukuk, tereddütsüz, eleştirisiz, olduğu gibi kabullenilmeli ve uygulanmalıdır. Yasal kuralların eleştirisi, olsa olsa ‘’delege ferenda) (olması gereken hukuk, yapılması gereke yasa açısından) değer taşıyabilecek salt ‘’teorik’’, ‘’politik’’ değer yargılarıdırlar: geleceğe ilişkin özlemlerdir, temennilerdir’’.

Dikkat edilirse, burjuva ideolojisindeki bütün yabancılaşmaların ve karartmaların tümü, en çarpıcı görünümleriyle karşımızdadır bu çarpık tabloda. Bu hukukçulukta, bütün toplumsal gerçeklikler, bütün toplumsal üretim ilişkileri başka bir gezegene taşınmışlardır sanki. İçinde yaşanılan dünya, bir hukuki kurallar, kurumlar ve kavramlar alemi olmuş çıkmıştır. Öyle ki, hani nerdeyse, bu dünyanın insanları, salt hukuk sayesinde bir arada yaşayabilmekte, üretim faaliyetinde bulunup, ürettiklerini kendi aralarında adaletli bir biçimde bölüşmektedirler. 

Sözün özü, bu hukuk anlayışı bilim dışıdır. Çünkü, somut sosyo-ekonomik gerçekleri ve sınıfsal çıkarları, görmezden gelir. Sözde nesneldir, ama nesnelliği düzmecedir. Sözde pozitivisttir, ama aslında pozitivist hiçbir yanı yoktur. Tersliği, çarpıklığı pozitif bir şeymiş gibi gösterir…Asıl önemlisi ve tehlikelisi: Bu hukuk anlayışı, toplumda geçerli sınıf ilişkileri doğal ve sonsuz bir düzenmiş gibi göstermek suretiyle yerleşik düzenin ‘’meşruluk teorisi’’ olmakta, düpedüz egemen ideolojinin sözcülüğünü yapmaktadır. 

‘’Bu dogmatik, metafizik, idealist ve ideolojik ‘’meşruluk teorisi’’ çerçevesinde, hukukun toplumsal gelişmenin belirli ve geçici bir aşamasında, toplumun ilkel komünal üretim biçiminden, ortaklaşa mülkiyet düzeninden çıkarak özel mülkiyet düzenine geçtiği ve bu yüzden de sınıflara bölündüğü bir evrede ortaya çıktığı, genel-yapısal düzlemde meta üretimini, mal değiş tokuşunu, tarihsel düzlemde, belirli ve geçici bir toplumsal üretim, mülk edinme ve sömürü ilişkisini yansıtan ‘’soyut bir biçim’’ olduğu, toplumsal egemenlik ilişkilerini koruyup geliştirdiği ve nihayet ideolojik düzlemde, toplumsal bilincin üstyapıdaki bir görünümü olarak belirdiği gerçekliklerinin tümü örtbas edilmiş, kitlelerin bilincinden kaçırılmıştır. Hukuk, öznel-sınıfsal irade, nesnel gereksinimler, nesnel çıkarlar ve toplumsal üretim ilişkileri arasındaki zincirleme bağlantı, anti diyalektik, idealist burjuva ideolojisinin prizmasında kırılıp gitmiştir…’’

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti, 

Hukuktan bahsederken maddi yaşamın yeniden, yeniden üretiminden ve bu alanda yaşanan sınıf ilişkilerinden ve de bu ilişkilerin devletin bir üstyapı kurumu olan hukuk alanına yansımasından, egemen sınıfın verili egemenlik ilişkisini resmileştirmesinden ve bu resmileştirmenin kabul görmesini sağlamaktaki yerinden bahsetmek gerekir. Yasa maddesinde yukarıda da aktardığım bölüm diyor ki, ‘’dış politik çıkarlar’’ referans alınmaktadır ve hukuk sistemi de buna uygun biçimlenmelidir. Yani, diyor ki, hukuk dediğimiz olgu devletin çıkarlarıdır ve hukukçular esasa bu çıkarları almalıdırlar. Genel anlamda hukuk ve özelde de yasalar buna uygun biçimlenmeli ve hukukçularda buna uygun davranmalıdırlar. Dolayısıyla zorunlu olarak başka bir ilişkiye, başka bir gerçekliğe yönelmek durumunda kalıyoruz. Bu ‘’başka gerçeklik’’ ve başka ilişki’’ bize verili sistemi ve egemen anlayışı sorgulamayı getiriyor. Buradaki sorgulama devleti, egemen sınıfları ve mevcut ekonomiyi, politik düzeni değerlendirmeyi zorunlu kılar. Eğer bunu yapmazsak hukuk alanında yaşanan değişimlerin zeminini ve nedenlerini doğru tanımlayamayız. Eğer bunu yapmazsak, köleci dönemde köleliği doğru gören, feodal dönemde köleliğin bir başka biçimi olan serfliği hukuka uygun gören bir hukuk anlayışı varken, kapitalizmin gelişimi ile birlikte neden eşitliğin, özgürlüğün doğru olarak savunulduğunu ve neden köleliğin, serfliğin mahkum edildiğini anlayamayız.  

Ya da akıllı birileri çıkıyor ve yanlışları gösteriyor ve bu doğrular kabul görüyor, yasalara dönüşüyor gibi insan aklıyla alay eden demagojik, hurafelerle sorunu anlaşılır kıldığımızı düşünürüz.  

Oysa gerçek olan şudur ki; toplumun tarihinden bağımsız bir tarihi olmayan hukuk, tüm topluma dayatılan ve uymayanların bunun karşılığında çeşitli maddi ve manevi karşılıklarla cezalandırılmasına hizmet eden tüm yasalar, yalnızca sınıf egemenliğine ve sınıf sömürüsüne dayalı toplumsal ilişkileri korumuşlardır: ‘’Toplumsal gelişmenin belirli, çok ilkel bir aşamasında, günbegün yenilenen toplumsal üretimi, üretilen ürünlerin paylaşımını ve değiş tokuşunu ortak bir düzene bağlama gereksinimi doğar; bireyin kendisini üretimin ve değiş-tokuşun ortak kurallarına bağımlı kılması zorunluluğu belirir. Önceleri bir ‘’gelenek’’ durumunda olan kurallar dizisi, kısa bir süre sonra yasa haline gelir. Yasanın yanı sıra, onu ayakta tutmaya yarayacak organlar, kamu otoritesi, yani ‘’devlet’’ de zorunlu olarak ortaya çıkar. Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuki sistem, varoluşunun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda değil de değil de kendi iç mantığında ya da isterseniz ‘’irade kavramı’’nda bulan bağımsız bir öge olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı, hayvanlardan türemiş olduklarını unuttukları gibi, hukuklarının da kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar. Hukuk sisteminin karmaşık ve geniş kapsamlı bir bütün haline gelmesiyle, yeni bir toplumsal iş bölümü zorunluluğu doğar; bir profesyonel hukukçular zümresi oluşur ve onlarla birlikte hukuk bilimi ortaya çıkar. Bu bilim, sonraki gelişmesinde, değişik toplulukların ve çağların hukuk sistemlerini, belirli ekonomik ilişkilerin bir anlatımı değil de, varoluş nedenlerini kendi bünyelerinde taşıyan sistemler olarak karşılaştırır. Bu karşılaştırma, bütün hukuk sistemlerinde az çok ortak yanlar bulunduğunu varsayar. Hukukçular da, bütün bu hukuk sistemlerinde ortak olan ögeyi ‘’tabii hukuk’’ adı altında toplarlar. Bununla birlikte, neyin ‘’tabii hukuk’’ olup neyin ‘’tabii hukuk’’ olmadığının ölçütü, hukukun en soyut anlatımı olan adalet değerinde aranır. Bu nedenle, artık hukukçulara ve onlara gözü kapalı inananlara göre, hukukun gelişimi, hukuki deyimleri kullanacak olursak, insanlığa özgü koşulları, adalet ülküsü ve ebedi adalet ile daha iyi bağdaştırmak için yürütülen bir savaşa indirgenmiş olur. Oysa, burada söz konusu olan adalet, varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji katına çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir’’.Toplumlar tarihi de bunu gösterir; ’Yunanlıların ve Romalıların adalet anlayışı, köleliği adaletli buluyordu. 1789’un burjuva adalet anlayışı ise feodalizmi adaletli bulmuyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Prusyalı Junker’in (toprak sahibi/ağası) gözünde o miskin Kreisordnung (toprak reformu) bile ebedi adalete aykırı bir şeydi. Şimdi, ‘’ebedi adalet’’ kavramı yalnızca zamana ve yere göre değil, fakat aynı zamanda insanlara göre de değişen ve herkesin başka türlü anladığı kavramlardan biridir’’. 

Bir üstyapı kurumu olan hukuk, ekonomi-politik ilişkiler tarafından kurulan, dönemin hakim toplumsal/siyasal formasyonunu yansıtan ve bu yapıyı da koruma görevini üstlenen bir alandır. Bu anlamda, ceza hukuku başta olmak üzere hukuk alanının tamamı, bütün tarihsel süreçler boyunca bir anlamda ‘’politik’’ süreçlere bağlı olarak belirlenmiş, hakim sosyal/siyasal yapıyı meşrulaştırma ve yeniden üretimini sağlama zemini olarak işlev görmüştür.

‘’Toplum yasaya dayanmaz. Tersi bir görüş, hukuki bir kuruntu, bir safsata olur. Gerçek olan şudur ki, tam tersine, içinde yaşanılan dönemin maddi üretim biçiminden kaynaklanan ortak çıkarlarının ve gereksinmelerinin, münferit bireysel çıkarlara karşı bir korunağı olmalıdır. Burada elimde tutmakta olduğum ‘’Code Napoleon’’ (Fransız Medeni Kanunu) modern burjuva toplumu yaratmış değildir. Tersine, 18. yy.da oluşan ve 19’uncu yy.da gelişen burjuva toplumu, bu Kod’da salt yasal anlamını bulmaktadır. Toplumsal ilişkilere ayak uyduramadığı anda, salt bir kağıt parçası olarak değer taşıyacaktır. Eski yasalar, eski toplumsal durumları yaratmamışlardır. Siz de eski yasaları toplumsal gelişmelerin kaynağı haline getiremezsiniz. Onlar, eski durumlardan kaynaklanmışlardır ve eski durumlarla birlikte batmaları da kaçınılmazdır. Değişen yaşam ilişkileriyle birlikte yasalar da ister istemez değişir’’.

Ceza mevzuatındaki değişimler toplumla devlet arasındaki ilişkilerin değişiminin bir aynasıdır. Ceza hukuku, bu ilişkilerdeki değişimi resmileştirir ve değişimin ayrıcalıklı bir aracı olarak kullanılır. Ceza hukukunun değişimiyle yapılmak istenen şey, halkın egemenliği ile devletin egemenliği arasındaki ilişkilerin tersine çevrilmesidir. Emperyalist kapitalist sistemin iç çelişkilerine paralel rejimler gerek ülkesel gerekse de küresel düzeyde yeniden düzenlenmekte, yeniden örgütlenmektedir. Terörle mücadele yasaları bu noktada kurucu bir işleve sahip olmuşlardır. Bir taraftan hukukun usulüleştirilmesi, diğer taraftan da verili hukukun askıya alınarak olağanüstü durumun kalıcılaştırılması nitelikleriyle birincil rol üstlenirler. Terörle mücadele yasaları, düşman ile suçlu arasındaki ayrımları yok eder ve düşman, bir suçlu olarak yaratılır. ‘’Sürekli değişen bir düşman’’a karşı yapılan uzun soluklu savaş, bu savaşla biçimlenen kalıcı bir hükümet tipi yaratır. Yeni siyasal rejimin temeli, kalıcı bir olağanüstü hal durumudur ve bu aynı zamanda yeni bir hukuk düzeninin oluşturulmasının temelini yaratır.

Ceza politikalarını kapitalizmin tarihsel gelişimi ile içiçe almak gerekir. 11 Eylül sonrası meşruiyet kazandırılan yeni yasal düzenlemeleri görerek bundan önceki süreçlerde devletlerin/egemen yapının işleyişinin hukuksal alanda sorunsuz ve gerçek anlamıyla adil bir hukuk sistemine sahip olduklarını söylemek, sınıfsal egemenliğe dayalı devleti anlamamak, tüm bu düzenlemelerin gerçek nedenlerini görememektir. 11 Eylül 2001’den önceki yasal düzenlemelerde gerçek anlamıyla ‘’adil’’ ceza yasaları olduğu yanılsamasına kapı aralar. Kapitalist emperyalist sistem içerisinde yer alan tüm devletlerde ‘’olağanüstü yetkiler’’in kullanımı istisna veya anormal değil, hemen her durumda siyasal iktidarların ihtiyaçları doğrultusunda süreklilik arz eden bir uygulamadır. Dönem ve koşullar gereği bu uygulamalar sertleşmekte veya daha ‘’kabul edilebilir’’ seviyelere çekilmektedir. Bu yetkilerin kullanılması sorununu hukukun askıya alınması açısından eleştirmek, olağanlık durumu ile olağanüstü hali, hukuk ile devlet şiddetini birbirinin karşıtı olarak sunmak gibi hatlı bir bakış açısına yol açar. Bu, olağan ile olağanüstü durumu birbirinden ayrı tutan ve olağanüstü durumu istisnai bir yere yerleştiren; normalde kurallar tarafından yönetilen bir düzen olduğunu ve olağanüstü bu durumun istisna oluşturan bir sapma anlamına geldiğini savunan liberal paradigmanın bir eğilimidir. Hukuka bağımsız ve özerk bir gerçeklikmiş gibi davranmak, hukukun sınıfsal tahakküm ve sömürüde bulunan köklerini liberal bir ideolojik maske ardına gizlenmesi anlamına gelir. Terörle mücadele adı altındaki yasaların çoğu, son terörle mücadele dalgası öncesinde de hali hazırdaki düzenlemeler içerisinde mevcuttu. Bu süreç yalnızca, bu uygulamaları daha açık, daha sistemli ve daha pekişik hale getirdi. Bu yapılırken, mevcut hukuk düzeni bir kenara atılmamıştır. Kapitalizm bir  krizler sistemi ve bu krizlerin yönetimi olduğu için, tüm yasal düzenlemelerde bu gerçekliğin yarattığı gereksinimlere göre şekillenir. Kapitalist toplumlara içkin olan sürekli kriz halini yönetebilmek için, devletin ve dolayısıyla da hukuk sisteminin yeniden, yeniden yapılandırılması gerekir. Burada belirleyici olan toplumsal dinamiklerin nasıl bir rota izlediği ve sınıf çatışmalarının aldığı-alacağı tahmin edilen boyuttur. Siyasal iktidarın statik bir duruşu yoktur, sürekli kendisini yeniden biçimlendirmesi gerekir. Tarafsız devlet algısını yıkmamak adına da hukukun ‘’herkes için aynı işlediği’’ ve ‘’tarafsız’’, ‘’sınıflar üstü’’ olduğu yanılsaması eşliğinde yasal düzenlemeler gerçekleştirilir. Ceza yasalarında yaşanan görece değişimler zamanın ruhunu yansıtır, yansıtmak zorundadır. Eski ceza yasaları yeni toplumsal sınıf dinamiklerini denetim altına almakta yetersizleştiğinde hukuk da kendi içinde bir krize sürüklenir, çünkü, siyasal iktidarın ihtiyaçlarını yeterince karşılamıyordu. Bu nedenle, yeni cezalandırma/suçlulaştırma politikalarına bağımlı bir biçimde yani cezalandırma/suçlulaştırma yasal düzenlemeleri ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Terörle mücadele stratejisi, hemen her devletin şiddet geleneğinin etkin unsurlarının tümünü yeniden yapılandıran ve hem de egemen sistem karşıtı toplumsal ve siyasal hareketlerin bastırılması, cezalandırılmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri gerektirir. Bu strateji, eski ‘’suç’’ ve ‘’suçlu’’ kavramlarının sürüklendiği krizi, hukuksal görünümlü ama esas olarak politik nitelikteki yeni bir cezalandırma siyasetiyle aşmaya çalışan, aynı zamanda devlet iktidarının ve politik rejimin zor temelinde yeniden yapılandırılmasında etkin biçimde kullanılan bir iktidar aracıdır. Son cezalandırma süreçleri esasta var olanın devamı niteliğinde olsa da, sınıfların karşılıklı gelişimleri ve ilişkileri bağlamında kendi içinde niceliksel değişimler barındırmaktadır. Bugünün cezalandırma siyasetlerine yaptığım vurgular, hukukun geçmişte, nesnel ve sınıf ilişkilerinden bağımsız bir anlam ve bağlama sahip olduğu anlamına gelmez. Hukuk, sınıflı toplumlar tarihi boyunca egemen sınıfların bir baskı aracı olarak işlev görmüştür ve görmektedir. ‘’Yeni’’ ‘’eski’’nin devamıdır. Aralarındaki bağ diyalektik ve eşyanın özü gereğidir. ‘’Terörle Mücadele Yasaları’’nda sorun tek tek kişilerin cezalandırılması değildir. Her cezalandırma aynı zamanda ötekilere verilen bir gözdağıdır. Neoliberal politikaların ortalama son kırk yılda yaratığı eşitsizlik, sınıfsal uçurumlar ve ortaya çıkan toplumsal/siyasal karışıklıklardan duyulan korkunun ürünüdür. Sorunun bir yanı, egemen sınıflarca yüzyıllardan bu yana uygulanagelen ‘’düşmanla mücadele çizgisi’’ diğer yanı da hem bu geleneğin devamı olan ama aynı zamanda kendine özgü birçok öğe barındıran cezalandırma eğilimleri oluşturmaktadır. Son dönem cezalandırma pratikleri, gerçekleştiği siyasal/toplumsal koşullar bağlamında devletlerce oluşturulan egemen politik/pratik çizginin ceza hukukuna özgü karakterini sunmakta ve öte yandan da siyasal rejimlerin yeniden biçimlenişinin önemli bir parçası olarak işlev görmektedir. Böylece, bu yeni durum, değişimleri resmileştirip meşrulaştıran ve öte yandan da bu değişimlerin ayrıcalıklı bir aracı haline gelen, bir yeni ceza hukuku pratiği olarak ortaya çıkarmaktadır.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Sayfalar dolusu içinden geldiğimiz ve içinde bulunduğumuz durumlara ilişkin aktarımlarda bulundum. Savcı beyin mütalaasında doğru olarak işaret ettiği gibi hiçbir kişisel beklentimiz, hiçbir kişisel çıkarımız ve hiç kimseye kişisel düşmanlığımız olmadan insanlığın daha adil, daha eşit, daha onurlu bir yaşama kavuşması için çabalıyoruz. İçerisinde yaşadığımız dünyanın, bu dünyaya hükmeden egemen anlayışların insanlığın bütününe, doğaya hatta hayvanlara dahi verebileceği bir geleceği yoktur. Gözlerinizi Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerinden görece gelişkin demokrasilerinden dünyanın geri kalanlarına doğru çevirdiğinizde insanlığın ezici çoğunluğunun Orta çağ barbarlıklarını aratmayan koşullarda yaşamlarını sürdürmek zorunda olduklarını görebilirsiniz: Açlık, yoksulluk, bitmek tükenmek bilmeyen haksız savaşlar, her gün erkek egemen anlayış ve toplumsal kurallar nedeniyle katledilen kadınlar, temiz su içme olanağı dahi bulunmayan milyonlarca insan, daha insani bir yaşama kavuşmak için hayatlarını kaybetme pahasına mültecileşenler, doğru dürüst eğitimi bir kenara bırakalım yeterince beslenme olanağı bulamayan milyonlarca çocuk, Libya ve Suriye’de olduğu gibi bu çağda köle olarak alınıp satılanlar, fuhuş sektöründe çalıştırılan milyonlarca kadın, her saniye yağma edilen doğa…diğer tarafta ise tüm bu vahşetin, adaletsizliğin, vahşi sömürünün, harcanan alınterinin üzerinde kendi iktidarlarını inşa edenler ve sefahat içerisinde yaşayanlar. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda ise tüm bunlar daha katmerli bir biçimde yaşanmakta. Hala mezarlar yıkılmakta, hala insanlar kendi dillerini konuştukları için öldürülmekte, insanlar bırakalım daha iyi bir dünyayı yalnızca daha adil yargılanma hakkı için ölmek zorundadırlar. Korkunç bir Türk ırkçılığı ve şeriatçılık devletin temsilcileri tarafından her saniye topluma pompalanmakta, pedofilliği peygamberleri Muhammedin yaşamıyla meşrulaştırmaktadırlar. Kendi ülkelerinde yaptıkları tüm insanlık dışı, şeriatçı, faşist zihniyeti ve halklara düşmanlığı sınırları ötesine taşıyan, başka ülke halklarının kan ve gözyaşı içinde yaşamasına neden olan, ülkenin bütün zenginliklerini kızına, oğluna damadına ve çevresindeki asalak kesimlere aktaran kötülük ve saldırganlıkla dolu bir egemen yapıdır karşımızda duran. Tüm bunlarla bizim toplumumuz yaşamlarının her saniyesinde yüzyüzedirler. Ne bizim halkımız ne de dünyanın hiçbir halkı böyle bir düzende yaşamayı hak etmemektedir. Asıl terör ve insanlık için asıl tehlike budur ve yok edilmesi gereken kötülüğün kaynağı bunlardır. 

İnsanlık tarihi daha ileri ve insanı içinde yaşadığı yerkürenin tüm canlılarıyla merkeze alan, hayatın tüm ayrıntılarında varolan haksızlıklara, eşitsizliklere, adaletsizliklere çözüm üretmeye çalışan bir anlayış ve uygulama pratiği ortaya koyamamıştır. Bu niyetlerden bağımsızdır, sistemin işleyişi bunu zorunlu kılar. Çünkü, insanlar yaşadıkları koşulların ürünleridir ve bu koşullar insanları biçimlendirmektedir. Bu koşullar değiştirilmeden yerküremizde bu zamana kadar yaşananlar yaşanmaya devam edecektir. Emek ve sermaye çelişkisi üzerinde şekillenen tüm çelişkiler ancak bu çelişkiyi ortadan kaldıracak köklü bir müdahale gerçekleştiğinde çözülebilir. Çağımızda bu çelişkiye köklü müdahale etmenin diyalektik ve tarihsel materyalist biçimi Marksizm-Leninizm-Maoizm’dir. Marksizm-Leninizm-Maoizm insanlığın binlerce yıllık bir sürece dayanan sınıflar arası mücadele gerçekliğinin damıtılmış halidir. Proletarya ve ezilen emekçiler lehine bir dünya yaratma idealinin anahtarıdır. Bu bilimsel kavrayış ve uygulama pratiğinin anahtarını ülkemiz topraklarında TKP/ML elinde tutmaktadır. Komünist ideolojinin ülkemiz topraklarında vücut bulmuş halini kendisinde somutlayan TKP/ML MLM hattıyla köklü bir değişimi işçi sınıfı ve ezilen emekçiler lehine değiştirmeye muktedir yegane güçtür. Ve bunu yapacaktır, yapmak zorundadır. Çünkü, varlığının anlamı bu hedefi gerçekleştirmede somutlanır. Zor ancak zorla yıkılır sınıflar mücadelesi tarihinin yasası budur. Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve nihai hedef olan Komünizm yolculuğunu nihayete erdirmek ancak ve ancak karşı-devrimin zoruna devrimin zoruyla karşılık vermekle mümkündür. Bu bir tercih değil zorunluluktur. Proletarya ve proletarya partisi önderliğinde gerçekleşmek zorunda olan devrimci zoru reddeden, devrimci zoru ‘’olasılıklar ‘’ekseninde ele alan her türden anti-MLM sapkınlık tarafından üretilen zırvalar tarihin çöplüğüne atılmak zorundadır. Başkan Mao’nun ‘’Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur’’ muhteşem sentezi bu yasanın en açık dile getirilişidir.

Kökleri tarihin derinliklerinde oluşmuş, binlerce yıldır devam sınıflı toplum gerçekliği, aynı biçimde köklü ve kapsamlı bir değişimin olması gerektiğini bu zamana kadar yaşanmışlıklarıyla kendisi zorunlu kılmaktadır. Bu gerçekliğin farkına varmak insanların yaşamdaki pozisyonlarını belirlemektedir. Bu yüzden ısrarla diyoruz ki, ‘’Ya barbarlık içinde yokoluş ya sosyalizm’’. Sosyalizm seçeneği insanlık tarihi açısından çok kısa denilebilecek bir zaman aralığında yaşadı. Kara propagandaları bir kenara bırakırsak o kısa tarihsel süreçte insanlık açısından ciddi kazanımların yaşandığını görebiliriz. Yeterli miydi? Herşey olması gereken biçimde mi yapıldı diye sorduğumuzda yanıtımız hayır olacaktır. Fakat bunun bir ilk olduğunu görmemiz ve emperyalist kuşatma içinde tüm adımların atıldığını unutmamamız gerekir. Ve hepsinden de önemlisi insanın/toplumun değişimi uzun bir süreci almaktadır. Koşulları değiştirdiğinizde her şey bıçakla kesilmiş gibi farklı bir noktaya evrilmemektedir. Binlerce yıllık sınıflı toplum gerçekliğinin ölü yükünün atılması uzun bir zamanı gerektirmektedir. Başkan Mao tarafından formüle edilen ve pratiğe geçirilen BPKD bu çelişkiye müdahale olarak gerçekleşmiştir. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın TKP/ML’yi Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin bir ürünü olarak tanımlaması bu yüzdendir. Tüm bu deneyim ve yaşanmışlıklardan sonra daha ileri ve daha nitelikli adımlar atmak imkanı vardır. Biz bunun yapılabileceği konusunda iyimser ve umutluyuz. Bu iyimserlik ve umudun üzerinde yükselen değerler bütününün taşıyıcısı olmayı onurlu ve erdemli bir varoluş olarak tanımlıyoruz.  

Dinleyen herkese teşekkürler ediyorum.