Öncelikle bugün burada yargılanmak durumunda bulunan yoldaşları; bizimle birlikte Alman emperyalizmine ve faşist gerici TC işbirliğine, hukuksuzluğa karşı bizlerle beraber olan avukatları en içten dileklerimle selamlıyorum.

Cezaevlerinde, mahkeme salonunda bizlere destek olan; mektuplarıyla, alkışlarıyla her zaman yanımızda bulunan, sesimize ses olan misafir yoldaşlara, arkadaşlara, canlara, dostlara selam olsun.

SAYIN BAŞKAN VE MAHKEME HEYETİ, SAYIN İDDİA MAKAMI

Öncelikle belirtmek isterim ki tutukluluk ve yargı süreci benim için öğretici olmuştur. En azından Avrupa Demokrasisi’nin ve Almanya’da demokrasi söylemlerinin balon olduğuna, bir kez daha yaşayarak tanıklık ettim. Avrupa ve Almanya Demokrasisi, sermayenin çıkarlarına uygun dizayn edilmiş olup, Yüce “Kutsal Devlet’in” ezen ve sömüren bir avuç elit kesimin devleti olduğu, emekçi ve işçilerin üzerinde bir baskı mekanizmasıdır. Dolaysıyla adalet, hukukun bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü söylemden öte bir şey ifade etmemektedir. 

Bu durumu beni şaşırtmasa da yaşararak bir kez daha tanıklık etmiş durumdayım.

Almanya’ya iade edildikten sonra yaşanılanlara ilişkin birkaç şeye değinmekte fayda var diye düşünüyorum.

14 Nisan 2015 tarihinde Yunanistan’da Europol tarafından tutuklandıktan dört buçuk ay sonra 8 Ağustos 2015 tarihinde Fransa’ya, daha sonra 13 Kasım 2015 Tarihinde Almanya’ya iade edildim. Bu durum benim açımdan iyi bir deneyim oldu. Başta Alman Emperyalizmi olmak üzere batılı emperyalist devletler ve onun yerel işbirlikçisi gerici faşist devletlerin, devrimcilere ve sosyalistlere yönelik nasıl bir iş birliğinde içerisinde olduklarına tanık oldum. 

Örneğin: Yunanistan’dan Fransa’ya iade edildiğim gün Paris Charles de Gaulle Havaalanının polis karakolunda çekilen fotoğrafım, üzerinden daha bir yıl geçmeden Türkiye İçişleri Bakanlığı’nın arananlar sitesinde yayınlandı. Ve hala sitede bulunmakta.

Alman anayasasının birinci maddesi: ‘İnsanın onuru dokunulmazdır’

Peki bizlerin yaşadıkları, genelde cezaevlerinin durumu bu maddeye ne kadar uygun. Karşılaştığımız memurların davranışları, bakışları bu maddeyle ne kadar uyumlu. 

Örneğin: Polis memuruna oturum kaçta devam edecek dediğimde (boyu benden uzun), bana tepeden bakarak alaycı ifadeyle güldü. Birkaç kez sorumu tekrarlamama rağmen, alaycı gülüşleriyle bana tepeden bakmaya devam etti.  Bende kendisine aptal dedim. Sonrasında polis memuru bana hakaretten dava açtı ve 300 Euro ceza ödedim. Mahkeme tutanaklarına geçti. Tabi ne de olsa tutukluyuz, mahkumuz.

Ben, aptal demekle doğru yaptığımı söylemiyorum ama bir memurun, her seferinde alaycı yaklaşımına bir tepki olacaktı. Poliste olsa, mahkum ile alay etme, onur kırıcı davranma hakkı yoktur.

München cezaevinde gardiyanın, açıktan siyahileri (Afrikalı)  sevmediğini söylediğine bire bir tanıklık ettim. Kalp hastası bir Bulgar vatandaşı, her sabah ilacını almak zorunda. Kapılar sadece yemek saatinde 15 dakikalığına açılır. Bu durumda gardiyanın sabah ilaçları koğuşa götürüp vermesi gerek. Ne var ki gardiyan ilacı vermediği gibi; mahkumun itirazına; gel de al diyecek kadar alaycı davranıyor. Mahkum kapalı koğuştan nasıl çıkacak, ilacını alacak. Bunun mantıklı açıklaması var mı? Şunu da belirtelim ki bütün gardiyanlar aynı tutum içerisinde değil. Buradaki sorun, dilekçelere rağmen iradenin sorumsuz duruşu. 

Burada İnsan hakları ağır şekilde ihlal edilmektedir. Ku ihlallerin alman cezaevlerinde bilinçli, planlı ve sistematik olarak uygulandığını düşünüyorum.

13 Kasım 2015 tarihinde Karlsruhe’de mahkemeye çıkarıldım. Straubing Cezaevi’ne gönderilmek üzere, tutukluluğumun devamına karar verildi. Bugün burada olduğu gibi, o gün, orada da sergilenenlerin tamamı tiyatrodan ibaretti. Çünkü iddia edilen şeyler polisiye filmlerinden kopya edilmiş, kötü bir senaryoydu. 

Straubing Cezaevi’ne gönderme kararına itiraz etmemize rağmen, Straubing Cezaevi’ne göndermede ısrar edilmesi manidardı. Başka imkan ve olanaklar olmasına rağmen, bütün alternatifler şiddetle red edilerek, ailemden 400-450 km uzaktaki cezaevine gönderildim. Amaç ailemden uzak, yüksek güvenlikli cezaevinde daha rahat tecrit edilebilmemdi.

Ardından, sözde haklarımı içeren A4 boyutunda birkaç sayfalık maddeler halinde hazırlanmış belgeyi verdiler. Ve sonrasında hakim; ”bu hakların benim dudaklarım arasında” diyerek, aslında her şeyin ne kadar sahte olduğunu ifade etmiştir. Fransa’da da benzer seyler yaşadığımdan, olanlar beni şaşırtmadı. Sonra ki süreçte verdiğim dilekçelere rağmen bu haklardan lehime olumlu yanıt alamadım.

Straubing Cezaevi’ne gelindiğinin ilk saatlerinde, işlemlerin tamamlanması için birkaç memurla muhatap oluyorsunuz. Her karşılaştığın memurdan ilk duyduğun (işaret parmağı havada) burası Straubing cevabını alıyorsun. İlk duyduğun da bu kelimeye anlam veremesen de aslında birçok şeyin sinyali.

Sonrasında hücreme gittim. 15-20 dakika geçmedi gardiyan beni çağırdı. Bir odaya girdik, karşımda masanın gerisinde 8-10 kişi (doktor, güvenlik, bölüm şefleri, müdür vs.) sıra halinde oturmuş. Bana da oturmam için yer gösterdiler. İçlerinden biri bana tek bir soru sordu; intihar etmek istermisin. Ben bu ne biçim soru dedim. Diğerlerine baktı, sorusu olan var mı dedi; kimseden ses çıkmayınca bana gidebilirsin dedi. Devam eden günlerde sürekli koğuş ve üst aramaları; sende şu var mı bu var mı sorgulamaları vs. daha ziyaretçim gelmemiş, 23 saat koğuştayım, ziyaretçimle görümem polis ve gardiyan eşliğinde cam bölmede gerçekleşiyor.

Mektupların aylarca bekletilmesi, bazen mektupların toplu verilmesi: Ailemin mektuplarda bana sordukları şeyler olurdu ve ben cevap olamazdım. Çünkü mektupların geç gelmesi, geç gitmesi çocukların sorularına cevap olmamı engelliyordu. Mektupların geç teslimine ilişkin soruma cevap ”tercümanların yetersizliği’ açıklaması idi. Bu açıklama bana gerçekçi ve samimi bir açıklama gelmiyordu. Devlet olmak tutuklamak demek değil, devlet olmak sorumluluk taşımaktır.

Avukat mektuplarının açılması.

Straubing Cezaevi’nde klinik olmasına rağmen, güvenlik görevlileri mahkumu, keyfi bir şekilde idrar kontrolü için bodrum katına götürüyor.

Mahkumlar tek sıra halinde koridora dizilerek, köpeklerle aramalar yapılıyor. Bu durum, Hitler faşizmini anlatan film karelerinde görülen şeylerdir.

Köpekleri hücrelere sokarak bütün eşyaların dağıtılması, yemek için yapmış olduğumuz alışverişlerin tek tek köpeklere koklatılması.

Mahkumların aileleriyle anadilde mektuplaşmasının yasaklanması ve anadilde gelen mektupların mahkumlara verilmemesi. Ki bu mahkumların aileleri geldikleri ülkelerde yaşıyor. Bundan başka dilde yazma şansı yok.

Keyfi bir şekilde disiplin cezası adı altında televizyonlara el konularak, haber alma özgürlüğü gasp ediliyor.

Sosyal danışman ve doktorların; bir gardiyan, güvenlik görevlisi davranışlarını aratmayan tutumları.

Örnek olması açısından: Fransa’da kaldığım dönemlerde, sosyal danışmanlarla diyalogum olmuştur. Sosyal danışmana gittiğinde önce seninle genel sohbet eder, sonra sorunları konuşarak çözüm arar.

Straubing’de sosyal danışmanla görüşmek için dilekçe verdim. Bir iki gün sonra gardiyan geldi, bana sosyal danışmanın beklediğini söyledi. Beraber bölüm şefi odasına gittik, masanın diğer tarafında oturmuş, geriye doğru yaslanmış, ayakları masanın üzerinde birisi. Ben gardiyana, bu mu sosyal danışman dedim. Gardiyan evet diye cevapladıktan sonra adam devreye girdi, ne istiyorsun dedi. Bende, senden isteğim yok diyerek koğuşa döndüm. 

Telefon haklarının keyfi bir şekilde engellenmesi: Örnek verecek olursam: Bütün aile fertleri Türkiye’de bulunan bir insana, gerekçen yeterli değil diye telefon hakkı engellene biliniyor. Diğer bir çarpıcı örnek; İtalyan bir mahkumun, hasta annesiyle yeterli bir gerekçen yok denilerek telefon hakkı gasp ediliyor. Şimdi soruyorum, bir insanın hasta olan annesiyle görüşmek için nasıl bir gerekçesi olmalı.

Bu durum yedi aylık bir süre zarfında yaşadıklarım ve tanık olduğum durumdur. Hiçbir nedenle bu ve benzeri hakların gaspına gerekçe gösterilemez. O durumda özgürlükler, demokrasi ve insan hakları söylemleri tartışılır duruma gelir. Cezaevi sınırları içerisinde bütün bölümlerin giriş çıkışında X-Ray cihazları mevcut. Bütün bölümlere gardiyan eşliğinde, denetiminde gidip geliniyor. Alışverişler cezaevinin anlaştığı, çalıştığı ve gardiyanların denetiminde yapılmakta. Kısacası, güvenlik zaafı varsa o zaman cezaevi personelinin, yönetiminin sorunudur. Güvenlik sorununu bahane etmek, işkenceye meşruluk kazandırmak demektir. Ki bu durum açık net ortadadır. Amaç mahkumu yıldırmak, yalnızlaştırmak, itibarsızlaştırmak ve teslim almaktır. Bu durum tamamıyla bilinçli, sistematik olarak uygulanan devlet politikası. Bu durum, insan hakları beyannamesine göre başlı başına işkence.

FRANSA SÜRECİ:

Dört seneyi aşkın süreçte en çok bahsi geçen ‘DVD Pektaş’ cümlesi olmuştur. O kadar çok alıntı yapıldı, o kadar önemsendi ki dolaysıyla birkaç şeyde ben söyleme ihtiyacı duydum.

Burada mahkeme heyetine ve iddia makamına şunun altını çizerek söylemek isterim. Belki dikkate almayacak, biz bunları çok duyduk diyerek dinlemek istemeyeceksiniz. Ama ben yine de söyleyeceğim. 

İddia makamı bir an bile tereddüt etmeden DVD Pektaş’a sım sıkı sarılıyor. O DVD de nasıl hazırlandı. Fransa’da yargı sistemi nasıl işliyor, soruşturma hangi koşullarda yapılıyor diye düşünmüyor, incelemiyor. Çünkü Fransa Demokratik bir ülkedir ve bu DVD de Fransız makamlarınca hazırlanmıştır. 

Devlet olmak her zaman her şeyi doğru ve kurallarına göre yaptığı anlamına gelmez.  Söz konusu emeğin gasp edildiği, devletin hakim sınıflar lehine dizayn edildiği sistemde adil ve objektif olmak oldukça zor. Eğer öyle olsaydı bugüne kadar yapılan yanlışların, haksızlıkların bir açıklaması olurdu. Bu durumda Türkiye de ‘Pardon’ diyorlar. Fransa da ‘je suis desolée’ diyorlar.

Örnek: özet olarak Fransa da bir kasaba da tecavüz olayında iddia makamı altı kişiyi tutukluyor ve mahkeme yapılıyor dört ile altı yıl arası yatıyor insanlar. Altı yıl sonra haksızlık fark ediliyor ve İddia makamı Parlamento da ‘ben sadece polislerin tutanak ve bilgileri dikkate almıştım özür diledim dedi’ ve mağdurlara tazminat ödendi. Bu olay Fransız televizyonunda yayınlandı.

Hemen aynı dönem Anti terör baş yargıç Burger Juge un oğlu motorsiklet hırsızlığından yakalandı. Burger Juge oğlu yakalandıktan sonra 24 saat dolmadan serbest bırakıldı. Onu yakalayan polis başka yere sürgün gitti. O süreçte televizyonlarda FR3 de açık oturuma katılan kadın yargıç Fransız yargısına güvenmediğini söyledi. Bu tartışmalar üzerine 2006 yılında Fransız kamuoyu ciddi tartımalar yürüttü. Devam eden süreçte Fransa başkanı Sarkozy cezaevinde bulunanlar ‘insan değil’ diyerek açıklama yaptı.

Tabi bu sadece Fransız devleti için bahsetmiyorum bütün devletlerin özel yetenekleridir. Devletlerin arşivine girildiğinde entrikaların, hilelerin, manipülasyonların çokça örneklerini görmek mümkün. Türkiye’de karanlık güçlerin yaptığı kirli işleri, işledikleri cinayetler, katliamlar yargıya intikal edince belgeler kayboluyor, kamara görüntüleri ya siliniyor ya kayboluyor. AKP İstanbul Milletvekili Emekli General Şirin Ünal’ın evinde çalışan Özbek asıllı Nadira Kadirova ölü bulunuyor delil yok. 

Söz konusu devrimci, ilerici, yurtseverler söz konusu olunca bütün görgü tanıkları, kamere görüntüleri, belgeler eksiksiz tam oluyor. Sözüm ona bozuk kameralar dakik çalışıyor. Ne ilginçtir ki bu davada da kamera çekimi kayboluyor. İddia makamı bu konuda yeterli ikna edici açıklama yapamıyor. Tesadüfe bakın ki NSU davasında da belgeler kayboldu, hem de mahkeme kararıyla polis tutanaklarında kayıtlı olan belgeler buharlaştı. NSU davasının birinci derecede sanık Beate Zschäpe Anneannesini ziyaret için München”den Köln”e götürülüyor ve yolda Beate Zschäpe polislerle birlikte Kafede oturup kahve içebiliyor. (alıntı ZDF info dan) Sinan Aydın Yengesini kaybediyor ama güvenlik den Sinan Aydın’ın cenaze merasimine katılmasına izin verilmiyor. 

Devlet ve kurumların çalışmaları düşünüş tarzları ne kadarda birbirine benziyor.

Fransa’da sanıklardan biri olan Cemile Çiftçi’nin, bizlerin tutuklanmasından yıllar önce Türkiye’den Fransa’ya dönerken havaalanında deklere etmiş olduğu paranın faturasını soruşturma hakimi Franyoli, Türkiye’ye gönderilen paranın faturası olarak dosyaya eklemiştir. Mahkemenin birinci gününde itirazımız üzerine dosyadan çıkarılmıştır. 

Birincisi; Fransa’da 12 kişi yargılandı. Bunlardan 10 kişinin Türkiye’li olmasından konuştukları dil Türkçe. Diğer 2 kişi, mahkemenin ilk günü salonda gördüğümüz doğu blok ülkelerinden insanlardı.

Bu kişileri, sanıklardan Kemal Çiftçi tanıyor onlarda Kemal’i tanıyordu.

Mahkemeden bir ay önce 250 sayfalık iddianameyi, Fransızca olarak verdiler. Türkçesi verilmemişti. Ki 5 sene devam eden dava sürecinde hiçbir belge tercümesi yapılmadı. Sonrasında, 10 gün sürecek mahkeme için iki tercüman tayin edilmişti. Birisi Türk kökenli. Diğeri Ermeni asıllı Türk tercümandı.

Mahkemenin ilk gününde misafir dostlardan biri, Türk kökenli tercümanı tanıyordu ve bizi uyardı. Bu tercümanın, Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) kadrolu elemanı olduğunu söyledi. Bizde avukatlar aracılığı ile mahkeme başkanına dilekçe verdik. Mahkeme başkanı tercümanı kürsüye çağırdı ve tercümana MİT elemanı mısınız? MİT için mi çalışıyorsunuz diye sordu.  Tercümanda, kendisinin MİT’in kadrolu elamanı olduğunu kabul etti. Mahkeme başkanı tercümanı görevden men etti.

Önemle dikkatinizi çekmek isterim ki bu şahıs, mesleği gereği konsolosluk veya başka bir Türk kurumuyla ücret karşılığı çalışan birisi değil. Mahkeme başkanınada beyanında söylediği gibi, Türk Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Fransa’da görevlendirdiği Türk polisi.

Ama göz ardı edilen, bu tercümanın benim 7-8 sorguma katılmış olması. Bu insan MİT elemanı, çalışanı olduğu bilinmesine rağmen, Savcı Franyoli tarafından benim sorgularıma tercüman olarak getirilmiştir. Hemen burada parantez açmak gerekirse; Paris’te PKK’lı 3 kadının; Zakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şeylamaz MİT tarafından katledildiği ve ne tesadüf ki olay yeri kameralar çalışmaz durumda çıktı.

Mahkemenin devam eden günlerinde on sanık bir tercüman devam etti. Salonda sadece bir mikrofon buluyordu. Tercüman, savcı ve hakimi dinliyor, bize sadece özetini yapıyordu. Biz yapılan tercümeyi anlamak için, her üç dört dakikada ayağa kalkıp tercümanın etrafında kümeleniyorduk. Salondaki halimiz sirki andırıyordu.

Bilmem biliyormusunuz, Fransa da TKP/ML ye yönelik herhangi bir kovuşturma, soruşturma yok. Polis şüpheli Kemal Çiftci’yi tutuklamak için Kemalin evine baskın yapıyor. Bende o gece evde olmamdan dolayı tutukladılar. Çünkü Kemalın iş ortağı Kemali kendisini alı koymaktan şikayet etmiş, kemalin kendisinden para istediğini söylemiş. İki gün önce kemalin çalışanlarından iki kişiyi tutuklamışlar. Kemali ise arıyorlarmış.

Ben 4 Ekim 2005 tarihinde Paris bir arkadaşı ziyarete gitmiştim Kemalle de görüştük ve beraber kemalin evine gittim. O gece orada kaldım sabah ben çıktım giderken polis baskın yaptı kemali ve beni tutukladı. Tam dört gün sorguda kaldım Kemali şikayet eden ortağı yüzleşmede beni tanımadığını, hiç görmediğini defalarca söyledi. Şaka gibi ama şikâyetçi yanımda duran sivil polisi iki kez ısrarla kemalin ortağı diye teşhis etti.

Verilen karar daha ilginç ‘’Belki bugün organize değilsiniz ama gelecekte organize olmayacağınızın garantisi yok”.

Şu anda elinizde bulunan DVD Pektaş, böylesi bir maceranın sonucu derlenmiş sanırım.

TUTUKLAMA KARARINDAN:

1 Nisan 2015 tarihli tutuklama kararı (Almancası 46, Türkçesi 41 sayfa, yargıtay hakimi Cirener imzalı) Alman Hukuku ve Ceza Kanun’da tarihi bir belge olarak yerini alacak niteliktedir. Hatta hukuk fakültesinde öğrencilere, bir hukuk nasıl katledilir diye sunulabilir.

İlginçtir gerek Yunanistan’da, gerek Fransa’da hakimlerin, belgenin hukuki olarak ciddi yanlışlar içerdiğini ve okurken kendilerini gülmekten alıkoyamadıklarını gördüm. Prosedür gereği de olsa, Almanya’ya iade edilmemi reddetmem üzerine, kendilerinin hakkımda dava açacakları tehtidinde bulunmaktan kaçınmamışlardır. 

Evet bu tutuklama kararı tamamıyla ısmarlama hazırlanmış ve baştan karar verilmiş. Ne kadar bunun ısmarlama olduğu kabul edilmese de faşist TC Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan, Alman ARD televizyon kanalına verdiği röportajda itiraf etti. Bu belge bugün görülmekte olan mahkemenin de tamamıyla göstermelik, tiyatrodan ibaret olduğunun ifadesidir. Burada yapılan şey aslında yargısız infazın yasalara uygun hale getirilmesi, uyarlanması.

Bu tutuklama kararını okuyup analiz etmek için çok hukukçu olmaya, araştırma yapmaya gerek yok. Her satırında ısmarlama ve kasıkları zorlayan iddialar mevcut olduğu görülmektedir. Kullanılan ifadeler özenle seçilmiş, gerek mahkeme heyetini, gerek kamuoyunu yönlendirmek amaçlıdır. Bu tutuklama kararı aldatıcı, yönlendirici ifadeler içermektedir.

Bildiğim kadarıyla adaleti aldatmak ve yanıltmak suçtur. Federal Savcılık bu suçu defalarca işlemekte sakınca görmemektedir. Tutuklama kararı içerisinde bizlere yönelik suçlamalarda, öylesine kullanılan ifadeler, tanımlamalar aslında önceden verilmiş karar niteliğinde. Ve diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin katliamlarını, işkencelerini, devlet terörünü kutsamaktadır.

Hatırlanacağı gibi mahkemenin ikinci yılında Türkiye’deki gelişmelerden endişe duyan sokaktaki insanlar, neler oluyor, Türkiye’de diktatörlük var; Tayip Erdoğan diktatör derken Alman TV’lerinde bu tartışmalar yaşanırken; iddia makamının Türkiye özgürlükler ve demokrasi ülkesi demesi ilginçtir. Ancak iddia makamı, özgürlükler ve demokrasi dendiğinde tek adam diktatörlüğü anlıyorsa, diyecek bir şey yok elbette. 

Tutuklama kararının İkinci sayfasının ikinci parağrafında; ”Kaypakkaya bir yıl sonra Türkiye’de bir cezaevinde vefat etmiştir” denilmekte. Bir işkence, bir katliam ancak bu kadar kutsana bilir; bu kadar masumlaştırılabilir; bu kadar sahiplenile bilir. 

Evet İbrahim Kaypakkaya, Marksist-Leninist-Maoist bilimsel öğretisini benimsemiş, özümsemiş, yüce idealleri olan bir komünist. Bunu hiçbir zaman saklamamış, her fırsatta, her yerde açık ifade etmiştir. Kaypakkaya emperyalizme göbekten bağımlı yarı feodal, yarı sömürge durumu tasfiye ederek, onun faşist devlet yapısını al aşağı etmek, demokratik halk devrimini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Bu yönlü çalışmalar yapmış, örgütlemeler yürütmüştür. Bu durum devrimci, sosyalist kamuoyuna ve Türkiye’de dost ve düşman herkese deklere edilmiştir. Bunun teminatıda kurucusu olduğu Türkiye Komünist Partisi- Marksist, Leninst (TKP/ML) dir.

Bundandır ki Kaypakkaya sınıf düşmanlarının hedefi haline gelmiştir. Düşmana esir düşen Kaypakkaya tam 90 gün süren işkenceden sonra, Diyarbakır zindanlarında 18 Mayıs 1973’de ölümsüzleşmiştir. Yoğun işkence sonrası vücudunda ezilmemiş, çürümemiş yer kalmamıştır. Kaypakkaya’nın cenazesini almaya gelen babası Ali Kaypakkaya’ya bir çuval içerisinde parçalanmış, bütün kemikleri kırılmış, bütün ayak tırnakları kesilmiş ceset teslim edilmiştir.

Onu katledenler zafer çığlığı atarken, Kaypakkaya o gün orada toprağa düşen tohum misali ardıllarının ve mazlum Türkiye halklarının elinde kurtuluşun meşalesi oldu. Onu halkımız ağıtlarında, ozanlarımız türkülerinde, şairlerimiz şiirlerinde her zaman andı, anıyor.

Devrimci, demokrat, ilerici Türkiye ezilen halkların bildiği bu vahşi katliamı, ‘Kaypakkaya vefat etmiştir’ demek aslında Türkiye’de ki devrimci, sosyalist, yurtseverlerin, cezaevlerinde işkencelerde, sokaklarda polis kurşunuyla gerçekleşen katliamlarını hafife almak demektir.  

Tutuklama kararının 2. sayfasının 1. parağrafında şöyle yazmakta; ”amaçları veya faaliyeti cinayet işlemeye (CK 211) veya adam öldürmeye (CK 212) yönelik olan yurt dışında bir örgüte üye olarak katılmış olmaktan ağır zanlıdır”. Federal savcılığın bu cümleyi belgenin ilk satırlarına koyması manidar. Amaç çok açık, mesaj çok net. Yargısız infaza zemin hazırlamak, bir yerlerin verdiği kararı uygulanır göstermek. Federal Savcılık mahkeme heyetini ve kamuoyunu etkilemek, yönlendirmek çabası içindedir. İddia makamı hukuken objektif olmak durumunda, hakkında soruşturma yürüttüğü kişi, grupları araştırmalı. Bugün burada yargılanan insanların; TKP/ML’ nin; Almanya’da veya Avrupa’nın herhangi coğrafyasında ‘Cinayet işlemeye, adam öldürmeye’ yönelik teşebbüsü, bir fiili mevcut mudur. Tek bir kanıt, tanık, belge var mıdır? 

Tutuklama kararının 16. sayfasının, ikinci parağrafında; ”ATİK adı altında faal olup yürüyüşlerde ve diğer siyasi amaçlı toplantılarda alenen boy gösteren TKP/ML ile bağdaştırılan paravan örgütlerin olduğu bilinmektedir”. Her şeyden önce ATİK Demokratik Kitle Örgütüdür. Paravan bir örgüt olarak nitelemek beyhude bir çaba. Demokratik Kitle Örgütlerini yerli göçmen devrimci, sosyalist, demokrat kamuoyu iyi tanımaktadır. Demokratik Kitle Örgütleri başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ekonomik, demokratik eksenli mücadele yürüten, anti emperyalist, anti faşist herkesin yer alabileceği kadar şeffaf, Demokratik Kitle Örgütleridir.

Demokratik Kitle Örgütleri ler özgürlükler ve Demokratik ülkelerde (sistemlerde) iktidarı denetlemede önemli sac ayaklarından biridir. Ne kadar dernekler yasasına kayıtlı olsalar da özerk ve bağımsız olmak durumunda. Hükümetin veya devletin atamaları, tayin etmesi Demokratik Kitle Örgütlerinin niteliğini tartıştırır. O zaman Demokratik Kitle Örgütlerinden bahsedemeyiz. O artık devletin herhangi bir kurumudur. 

Demokratik Kitle Örgütleri ve bunlara bağlı federasyonlar bulundukları ülkelerin dernekler masasına kayıtlı. Kendi içerisinde hiyararşik işleyişi olan, seçimle göreve gelen, çalışanları kayıtlı bulundukları dernekler masasına bildirilmektedir. Demokratik Kitle Örgütleri ve bunlara bağlı federasyonlar hakkında gerek Almanya, gerek Avrupanın diğer ülkelerinde olumsuz anlamda tek bir mahkeme kararı mevcut değil.

Emperyalizmin, devletlerin işçi sınıfına yönelik hak gasplarının, ayrımcı, ötkileştirici, yabancı düşmanlığı politikalarına karşı bu gibi demokratik platformlar haktır. Nasıl ki egemen güçler sömürüyü artırmak, kar oranını yükseltmek için çeşitli örgütlenmelere gidiyor ise ezilenlerinde örgütlenmesi, örgütünü oluşturması olağandır. Bu gibi oluşumlara üye olmak, içerisinde yer alıp çalışmak bireyin hür iradesidir. Anti emperyalist anti faşist tüzüğü onaylayan her insan, üye olabilir çalışabilir. 

Demokratik Kitle Örgütleri, işçi sınıfının ekonomik, demokratik hak gasplarına karşı çıkar, mücadele eder.

Demokratik Kitle Örgütleri, sendikal örgütlenmeyi meşru görür, teşvik eder. Bu anlamda grevlerde, boykotlarda, yürüyüşlerde dayanışma içinde olur.

Demokratik Kitle Örgütleri, öğrenci gençliğin akademik mücadelesini önemser, destekler, örgütler.

Demokratik Kitle Örgütleri, göçmenlere yönelik faşist saldırılara karşı Alman ve göçmenlerin dayanışma içerisinde mücadelesini öngörür.

Demokratik Kitle Örgütleri, emperyalist devletlerin tekçi, gerici, asimile politikalarına karşı halkaların kültürlerini, dillerini, geleneklerini, sanatlarını ve bütün zenginlikleri yaşamayı öngörür.

Demokratik Kitle Örgütleri, karakteri gereği dünyanın her karış coğrafyasında emperyalist savaşlara karşı çıkar, teşhir eder. Savaşların yarattığı felaketlere, katliamlara, açlığa mahkum edilen halklarla dayanışmayı önemser.  Emperyalist savaşlara karşı özgürlük direnişçilerini destekler ve dayanışma içinde olur.

Demokratik Kitle Örgütleri, doğal afetler karşısında halkların yanında olmayı, dayanışmayı görev bilir.

Bütün çalışmaları, etkinlikleri yasal zeminde bulunduğu alanda, bölgede, belediye veya polisten gerekli izin alınarak yapılır. Her yürüttüğü faaliyeti gerek internet sitesinde, gerek çıkarmış olduğu yayın organı ve bildirilerle kamuoyuna deklere etmiştir.

Demokratik hakları budayan, her çıkardığı yasalarla sömürü sistemini kökleştiren, emperyalist devletlerin ATİK ve benzeri örgütlere övgüler dizmesini beklemiyorum. Bu anlaşılır bir durum, çünkü farklı sınıfların iki farklı temsilcisi; farklı sınıfların farklı çıkarların arasındaki iki sınıfın mücadelesi.

Bu anlamda Federal Savcılığın ”paravan” nitelemesi gerçekçi olmadığı gibi, devrimci demokrat kamuoyunda da hiçbir şey ifade etmiyor. ATİK ve benzeri örgütlerin dernekler masasına kayıtlı olması, devletin kurumu anlamına gelmez. Ki o durumda demokratik kitle örgütü olma özelliğini kaybeder. Demokratik Kitle Örgütleri programını, politikasını kendi özgür iradesiyle tayın eder. Kendi iradesinden yoksun, kendi geleceğini tayın etme yetisi olmayan devletin şakşakçısı bir örgütlenmenin, demokratik olma durumu tartışılır. Kendi iradesinden yoksun, demokratik işlerlikten uzak kitle örgütleri diktacı, totaliter ve faşist devletlerde bulunur.  

Şahsıma yönelik 20. sayfasında şöyle denmektedir; ”Fransa Devleti bölgesinde kesin ikamet yasağına çarptırılmış, infazı henüz tamamlanmamış olan oradaki cezadan 16 ay 12 gün açık bulunmaktadır.” ”zanlı Fransa’da hüküm giydikten sonra oradaki cezasını çekmeden kaçmış ve kendisi için iade engeli bulunmayan Federal Almanya Cumhuriyeti’ne geri dönmüştür.” Yine aynı belgenin 44. sayfasında ”Fransa’da önceden hüküm giydiği cezanın infazından kaçmıştır.”

Böylesine bir iddiadan sonra Fransa sürecine dönecek olursak:

Eğer o süreç samimi ve adil bir şekilde incelenirse, ben ve aylar sonra sadece bana yardımcı oldukları için, arkadaşların hiçbir şekilde delil olmadan keyfi bir şekilde tutuklandıkları görülecektir. Ve sonuçta verilen karar ortadadır. 5 yıl süren soruşturmadan sonra TKP/ML’ nin faaliyetlerini yasaklayan bir karar çıkmamıştır. Şahsıma ve arkadaşlara verilen ceza tamamı ile yargısız infazı perdelemek için verilen karardır.

Bütün anti demokratik yöntemler ve hukuksuzluklarla devam eden mahkeme 10 duruşma günü sonra, kararın açıklanması için takriben 2,5 ay sonrasına ertelendi.

Böylesine aleni hukuksuzlukların, adaletsizliğin yapıldığı bir mahkeme meşruiyetini kaybetmişti. Bu mahkemeden doğru ve adil bir sonucun çıkması mümkün değildi. Bundan dolayı ben karar günü mahkemeye gitmedim. Amacım kararı öğrendikten sonra hukuk mücadelesi vermekti. Ama ne yazık ki avukatım beni yarı yolda bıraktı.

Birincisi ben kaçmadım; ben cezaevinden çıktıktan sonra karar gereği 16 ay adli kontrol da kaldım ve her hafta imza verdim. 16 ay sonrasında Almanya’ya dönmek için dilekçe yazdım ve dilekçem kabul edildikten sonra Almanya’ya döndüm. Kısacası burada bir kaçma söz konusu değil.

İkincisi, karardan bir müddet sonra Darmstadt Federal Savcılığı beni davet etti. Tarihini tam hatırlamıyorum ama verilen tarihte, avukatımla beraber Darmstadt’da mahkemeye gittik. Mahkemede Fransa’nın iade talebini okudular ve bana Alman vatandaşı olmamdan dolayı, benim onayım olmadan iade edemeyeceklerini söylediler. Bizde kendilerinden, iki hafta kadar durumu değerlendirmek için müsaade istedik. Benim iki hafta müsaade istememe olumlu yaklaşan mahkeme heyeti, birkaç gün sonra mektup göndererek iade etmeyeceklerini açıkladılar.

Bir bütün süreci değerlendirdiğimde, bende güvensizlik gelişti. Teslim olmam durumunda, hukuk mücadelesi imkansızdı. Cezaevinde olmak, insanın elini kolunu bağlıyor ve çaresiz sadece bekliyorsun. O süreçte ailevi sorunlardan dolayı da çocuklarımın yanında olmam gerektiğini düşündüğümden, gidip teslim olmadım.

İddia makamının araştırmadan, incelemeden şahsıma yönelik ”cezasını çekmekten kaçmış” iddiası koca bir manipülasyon ve yönlendirmeden ibarettir.

Aynı belgenin 44. sayfasında ”…. uzun zamandan beri kendisi hakkında tahkikat yapıldığını biliyor. Zanlının bunu bilmesine rağmen kaçmamış olması, kaçma tehlikesinin var olduğunu ortadan kaldırmaz.” diye devam ediyor. Kendi içerisinde bir dizi çelişkiler barındıran, kasıkları zorlayan bakış açısı.

Ne zaman hakkımda, tahkikat yapıldığına dair bir bilgilendirme yapılmıştır. Bu durum benim açımdan bir merak konusu. Hangi yöntem, hangi araçla sahsıma bilgilendirme yapılmış. Mektup ile mi E-mail ile mi, Telefon ile mi Polis aracılığı ile mi ? Ya da Savcılığa davet edildim de bilgilendirildim mi? Ben müneccim değilim, gaipten haber alır yeteneğimde yok, nasıl oluyor da haberim oluyor.

Zurnanın zırt dediği yerde burası. Madem ki iddia makamının iddia ettiği gibi; yabancı bir terör örgütüne üye olmak ve onu desteklemek amaçlı yasak bir faaliyet içindeyim ve deliller mevcut, neden müdahale etmiyor; beni suça teşvik ediyor. Federal Savcılık tüketiciyi koruma hissiyatı ile hareket etmemiş, suça ortak olmuştur.

Yine Federal Savcılığın hazırladığı tutuklama kararı ve burada devam eden mahkemeye sunulan iddianame, tamamı ile faşist TC nin kurumlarından Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Teşkilatı ve Cumhuriyet Savcılığının raporları esas alınarak hazırlanıyor. Bu raporu hazırlayan Savcı Fikret Seçen ve İl Emniyet Müdürleri Ömer Köse, Yurt Atayün firari durumda olup FTÖ terör örgütü üyesi olmaktan aranıyorlar. Türk İstihbaratına göre, savcının Almanya’ya sığındığı iddia ediliyor. 

15 Temmuz’la beraber ortaya dökülen bütün kirli ilişkilerden, entrikalardan, hilelerden, ayak oyunlarından ve daha nice kirlenmişliklerin sorumlularının hazırladığı belgeler ısrarla dikkate alınıyor. Düne kadar iktidarda kol kola yürüdükleri, iktidarı paylaştıkları insanlara hilede entrikada sınır tanımayan bu şahısların, devrimci, sosyalist ve yurtseverler için hazırladıkları tutanakların, raporların da güvenilir olduğunu düşünmek mümkün değildir. 

Başta da belirttiğim gibi bağımsız yargı ve polis teşkilatı Türkiye ve Fransa’dan çok farklı yöntemlere sahip olduğunu düşünmüyorum. Yukarıdan gelen talimatı sorgulamadan görevini yapmak olunca objektif olmak, tarafsızlık ilkesi mümkün olmuyor. Sadece verilen görevi veya talimatın yerine getirilmesi için her yöntem, her araç mübah oluyor. Ki bu durumda Hukuk sahibinin (egemen sınıfların) elinde ezilenler, sömürülen halk yığınları üzerinde Demoklesinin kılıcı oluyor.   

DEVRİMCİ MÜCADELE

Devrimcilik, Devrimci Mücadele suç değil. Devrimci mücadele meşrudur, yargılanamaz. Bugün burada yapılan mahkeme hukuki dayanağı olmayan ısmarlama yargılamadır. Bu yargılamanın Alman Emperyalizmi ile Faşist Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi, ekonomik, askeri, kirli ilişkilerin bedeli olduğunu düşünüyorum. Kirli dedim çünkü halkaların çıkarına olmayan, halkaların geleceğini gözetmeyen tehdit eden salt egemen güçlerin çıkarını gözeten ilişkileridir. Bu ilişki imparatorluk döneminden günümüze yüz yılardır devam ede gelen ilişki.

Yüz yıl önce Ermeni ve Kürt katliamların da Osmanlı çetelerini Alman subaylar eğitiyordu. Bugün Türkiye Kürdistan’ında ve Irak – Suriye de Türk ordusunun tank ve silahları alman menşeli. İktidarlar değişse de, iktidarlar değişse de katledilenler aynı katledenler aynı.  

Kabul etmek ne kadar zor olsada gerçek balçıkla sıvanmıyor. 15. Temmuz 2016 tarihinde Faşist Erdoğan Alman Birinci televizyonu ARD ye verdiği röportajda itiraf etti. Erdoğan şöyle diyor ”ben sayın Merkel’e 4000 isim ve dosya verdim. Sorduğumda soruşturmalar sürüyor diyor. Ve şimdi 500 dosya daha var” Buradan da anlaşılacağı üzere her iki devlet arasında devrimci, sosyalist ve Kürt politikacılar her zaman pazarlık aracı durumunda. Bu itiraf başlangıç olup, Faşist Erdoğanın yapılan daha başka pazarlıkları gelecekte ifşa edeceğinin göstergesi. Bu potansiyel Erdoğan da mevcuttur. Faşist Karakteri, şantajcı ve yalancı olması olarak her fırsatta açık edecektir. Buna emin olabilirsiniz.

Bu pazarlığın sonucudur ki Alman Emperyalizmi Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında yapılan toplu katliamlara, soykırıma sessiz kalmaktadır. Bundandır ki akademisyenlere, gazetecilere, demokrasi güçlerine yönelik saldırılara, tutuklamalara, görevden almalara, linç kampanyalarına sessiz kalmakta. Bundandır ki Türkiye Kürdistan’ı dağlarını, köylerini, derelerini, tarihi ve kültürel dokusunu havadan, karadan en ağır silahlarla, bombalarla yakıp yıkmasına katletmesine sessiz kalmaktadır.

Bu ilişkiler öylesine şuursuzlaşmıştırki nerede duracağını, nelerin feda edileceği bilinmemektedir. 

Örnek: ZDF çalışanı komedyen 31 Mar 2016 tarihinde Jan Böhmermann hakkında dava açabilmekte. Ki Erdoğan ve etrafındaki çevreler bu türden davaları her gün sanatçılar, aydınlar, politikacılar hakkında her gün dava açmakta. Hatta denilebilirki bir grup savcı ve avukat Erdoğanın bu işleriyle birebir ilgilenmekte. 

Yine 2016 yılında Afrikadan dönerken Erdoğan uçakta şu açıklamayı yapıyor. Sevim Dağdelen ve Cem Özdemir için ‚kansız, soysuz‘ diyor. 

Peki Sevim Dağdelen ve Cem Özdemir kimdir? Sevim Dağdelen ve Cem Özdemir Alman vatandaşı olup uzun dönemden beri Alman parlamentosunda görev yapan milletvekili olan insanlar. Yine aynı dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve dışişleri başkanı Çavuşoğlu yaptıkları açıklamalarda hitlerin ruhu yaşatılıyor, faşist Almanya açıklamaları mevcut.

Alman parlementosuna ve kimliğine yönelik açıktan böylesine üst perdeden yapılan saldırılara Almanyadan tepkinin olmaması hatta bunlara rağmen Başbakan Merkelen Erdoğan’a destek için üç kez anayasa oylaması, yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğanı ziyaret ederek desteği en üst perdeden sunmuştur.

Recep Tayyip Erdoğan başbakan ken danışmanlarından biri olan Muhammed Taha Gergerlioğlu, Ahmet Duran Y. ve Göksel G. hakkında Türkiye için istihbarat toplamak suçlamasıyla Koblenz de dava açılmıştı. Almanya’da bir Türk istihbaratı adına, Kürtler, Aleviler ve Fethullah Gülen Cemaati başta olmak üzere Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP muhalifleri hakkında istihbarat topladıkları iddiasıyla yargılanan üç kişinin davası takipsizlik kararı ile sona ermişti. Alman Emperyalizmi uşağına olan bağlılığını korumalığını böylece göstermiş oluyor.

Bu durum beni şaşırtmamıştır. Çünkü menfaat ve çıkar üzerine kurulu ilişkiler bunlar.

Konumuza dönecek olursak. Sınıfların ortaya çıkışıyla beraber Egemen sömürgeci, sınıfla üreten, ama sömürülenler arasındaki kıyasıya mücadeledir. 

Sınıflar var olduğu müddetçe isteyelim, istemeyelim, sevelim, sevmeyelim, kabul edelim etmeyelim bu mücadele ta ki sınıflar ortadan kalkıncaya kadar devam edecektir. 

Bu mücadele kendi seyri içerisinde kendi örgütlenmesini yaratacak, öncülerini yaratacaktır. Tutuklayarak, katlederek, işkence ve sansürlerle Devrimci, Sosyalist, Komünistlerin çıkışı engellenemez. Sınıf mücadelesi isteğe göre iradi bir durum değil, sınıfları yaratan Ekonomik, siyasi koşullardır. Bu koşulların değişmesi, sınıflı toplumun ortadan kalkması Devrim sorunudur.

Devrim niteliğini, karakterini O ülkenin ekonomik, siyasi koşulları belirler. Öncelikle olmazsa olmazı MLM (Marksist, Leninist, Maoist) ideoloji ile donanmış komünist partisinin varlığı. Ve komünist kadrolara ihtiyaç vardır. Komünist parti ve komünist kadroları sınıf mücadelesi yaratır.  TKP/ML yi ve Komünist önder Kaypakkay’ı sınıf mücadelesi yaratmıştır. Düşmanın her türlü engellemesine karşın Kaypakkaya’nın ardılları bayrağı taşıyor. Düşenlerin ardın dan birileri sürekli ayağa kalkıyor.

Emperyalist, Kapitalist ve himayesindeki Gerici, Faşist kukla devletlerin bekasının devamı durumunda, sömürünün, talanın, haksız savaşların, katliamların, soykırımların, demokratik hak gasplarının derinleşerek devam eden süreçte devrimci olmak, devrimci mücadele ivedilikle tarihi bir görev sorumluluktur. Devrimci mücadele, devrimci görev şereftir, onurdur. 

İçinde bulunduğumuz siyasi ve politik ortamda. Türk devletinin İnkarcı, katliamcı, ötekileştirici, soykırımcı, tekçi politikalarıyla her fırsatta Kürt halkı diğer ulus ve mezhep den halkları ayrıştıran. Demokrasi mücadelesine vahşice saldıran, şiddet ve kan üzerinden kendini var eden bir coğrafyada Devrimci olmak meşrudur ve bir o kadarda tarihi görevdir.

Savaşların, katliamların, Faili Meçhul Cinayetlerin, yaşandığı coğrafyada devrimci mücadele insanlık onurudur.

Ötekileştirmenin, kutuplaştırmanın, devlet politikası kabul gördüğü coğrafya da devrimci mücadele meşrudur.

Ulusal kimlikleri, Dilleri, Kültürleri, mezhepsel inançların yok sayılan bir coğrafyada devrimci mücadele aslı olandır.

İşte bu nedenlerden ki, halkların geleceğini tehdit eden, doğayı yaşamı tehdit eden, Emperyalist, Kapitalist ve gerici Faşist devletler miadını doldurmuştur. Bu çürümüş sistemi tasfiye etmek yeniyi, güzeli inşa etmek tarihi bir zorunluluktur.

Devrimciliği ve Devrimci Mücadeleyi ‘terörizm’ le ilişkilendirmek, algı yaratmak devrimci, demokrat kamuoyunda karşılığı olmayan demagojiden başka bir şey değil. Bu yaklaşım Emperyalist Kapitalist sömürü sistemini, Emperyalist Savaşları, Devlet terörünü sömürü sistemini meşrulaştırmaktır. Ezilen dünya halkları bu söylemlerin, demagojik olduğunu Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da Ortadoğu’nun birçok coğrafyasında gördü, görüyor. Emperyalistlerin ve gerici yerel dayanaklarının barış demokrasi zılgıtlarıyla gittikleri coğrafyalarda kan, göz yaşı, sefaletten başka bir şey bırakmadığı alenen ortada. Gittikleri coğrafyada geride savaş, yıkım, ölümler bırakmış insanları bilmedikleri maceraya sürgünlere zorlamıştır.

Ölümden, savaştan, sefaleten, açlıktan kaçarak Avrupa’ya gelmeye çalışan insanlar yollarda katledilmiş, beraberinde getirdikleri varlıkları talan edilmiş. Akdeniz sürgünde halkaların mezarlığı moldu. Aylin bebek Akdeniz’den ülkesini bombalayan haydutların gözlerinin içine bakıyor. TC ve Faşist Erdoğan bağırıyor biz şu kadar masraf ettik, biz bu kadar mülteci barındırıyoruz. Peki gerçekler nasıl. Londra Suriye gözlem komitesi Milyarlarca dolar Suriyeli işverenlerin Türkiye’de yatırım yaptığını rapor ediyor. Türkiye’de Suriyeli yüz binler ucuz işgücü, sigortasız çalıştırılmakta. 

Mülteci kamlarında İSİS çetelerinin aileleri barındırarak, çocukların ellerine silah verilip bu kamplarda DAEŞ’e militan yetiştiriyor. Yaralı DAEŞ çete elamanları buralarda bakım yapılıyor, korunuyor.

Suriye’den getirilen insanları Alevi ve Kürt köylerine yerleştirilerek demografik yapıyı bozmak istiyor. Faşist TC ve Erdoğan Kürt ve Alevi köylerindeki demografik ne kadar bozulursa kendi Türk İslam sentezinde başarılı olacağını düşünmekte.

Faşist Türkiye Cumhuriyeti ve Faşist AKP şurakası Sur’da, Ankara’da, Cizre’de, Şırnak’da, Hakkari’de Devrimci, sosyalist yurtseverleri katlediyor, katletmeye devam ediyor.

Evrensel insan haklarını sahiplenmek, Dünya halkların kardeşliğini ve Proleter Enternasyonalizmi haykırmak devrimci görevdir. Haklı olan, meşru olan her türden gericiliğe, Faşizme ve Emperyalist Kapitalist çıkar odaklı savaşlara, katliamlara, soykırıma, sömürüye, talana karşı mücadele etmek devrimci mücadeledir. Devrimcilik suç değil, Devrimci mücadele yargılanamaz.

TKP/ML TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİLDİR

Halkların, Ulusların, Mezheplerin, Kadınların, LGBT lilerin özgürleşmesi Doğanın tahribatının son bulması EMEĞİN özgürleşmesiyle mümkün.

Burada komünist partisi olmazsa olmaz önemli tarihi dinamiktir. Enternasyonal proletaryanın Türkiye temsilcisi yegane gücü TKP/ML dir. 47 yıllık mücadele tarihinde bunu defalarca ispatlamış siyasi hareket, siyasi partidir. Parti olmanın gerekleri ve sorumluluğuyla hareket etmiş politikasında, hedeflerinde, devrim perspektifinde şeffaftır.

Şeffaflığı, kabul görür politikalarıyla kitlelerde karşılık bulmuş, kitlelerle bütünleşmiştir. Aksi durumda 47 aşkın mücadele tarihinden bahsedilemizdi diye düşünüyorum.  

”Terör ve Terörle mücadele” algısı kimlerin hangi perspektifle baktığıyla ilintilidir. Bir siyasi parti veya örgütün o ülkede yasaklı olması o parti veya örgütün ‘terör’ örgütü olduğu anlamına gelmez. Böylesi yasaklı durum o ülkede özgürlükler ve demokrasinin tartışılır anlamına gelir. Türkiye’de demokrasiden bahsetmek el yordamıyla yürümek gibi. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze Faşist karakterde devam etmiştir.  

Kaypakkaya Kemalizm eşittir faşist belirlemesiyle Bilumum farklı siyasal akımlarla arasında kalın çizgilerle ayrışmıştır. Günümüz Türkiyesi Kaypakkaya’nın tezlerini kanıtlar durumda. 

Nasıl ki herhangi bir siyasi oluşum kendini var edebiliyor örgütlenmesini yapabiliyorsa, komünist partisi de kendisini var eden koşullar üzerinden kendisini örgütleme hakkına sahip. Bunun için şartlar, koşullar oluşmuşsa başkasından icazet alması gerekmiyor.

Komünist partisi diğer Burjuva partilerinden temelden farklılıklarla ayrılmaktadır. Doğal olarak program ve hedefleri açısından farklı yerlerde durmaktadır. Komünist partisinin varlığı hem kendi hem de burjuva partilerinin yok oluşunun başlangıcı demektir. Komünist partisi Demokrasi mücadelesinde sınıfın ve devrimin çıkarlarına mücadele güçleriyle beraber mücadele eder. Komünist partisi esasta Ülkenin sınıfsız, sömürüsüz, Emperyalizmle bütün askeri, ekonomik, siyasi bağımsızlığı için mücadele eder. 

Komünist partisi bütün mücadele yöntemlerine açık olmakla beraber. Esas mücadele biçimiyle tali mücadele arasında ülkenin sosyo-ekonomik yapısının bilimsel analizini yaparak belirler. Ki Türkiye

yarı feodal yarı sömürge ülkede, gerici faşist devlet yapısının sürekliliği çelişkileri derinleştirmektedir. Bu duruma ilişkin savunmamın bütünü içerisinde onlarca örnek mevcuttur.

TKP/ML 1972 lerde komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve dönemim komünist kadroları tarafından kurulmuştur. Masist-Leninist-Maoist bilimi esasları üzerinde uluslararası Enternasyonal Proletaryanın Türkiye temsilcisidir. Kuruluşuyla beraber hedef ve programını kamuoyuna deklere etmiştir. Sınıf mücadelesinin her aşamasında siyasi ve taktik politikalarını Türkiye ve Uluslararası devrimci, sosyalist, demokrat kamuoyu ile paylaşmıştır.

TKP/ML’ nin esaslı hedefleri arasında çürümüş, kirlenmiş, miadını doldurmuş olan Faşist TürkiyeCumhuriyetini devrimci şiddetle tasfiye etmek Demokratik Halk İktidarını kurmaktır. Bu durum Emperyalist, Kapitalistlerin sömürü sisteminin Türkiye’de halkasının koparılması olduğu gibi Enternasyonal görevin tamamlanmasıdır.

Erdoğan ve Alman adalet bakanlığı talimatı Federal savcılık ve polis teşkilatı TKP/ML yi ”terörist” ilan ederek operasyon başlatmıştır. Daha önce de dediğim gibi terörist nitelemesinin demokrat, devrimci kamuoyunda karşılığı yok asla da olmayacak. Hiçbir algı operasyonu TKP/ML nin devrimci, demokrat ve Enternasyonal devrimci hareketi içerisindeki edinmiş olduğu saygınlığı, örnek mücadele geleneğini yıpratamaz. Alman Emperyalizminin devrimci, sosyalist ve Kürt devrimcilere yönelik itibarsızlaştırma, kiriminalize etme çabaları geniş Alman kamuoyunda karşılık bulmayacaktır. Bu kirli ilişkilerin bir parçası durumunda olan Federal savcılık ve yargı sistemi bu tutumuyla Alman kamuoyu vicdanında mahkum olacaktır.

Cumhuriyetten günümüze tekçi anlayış, özgürlüklere, demokrasi güçlerine, devrimci ve sosyalistlere kırmızıyı görmüş boğa gibi saldırmaktadır. Faili meçhul cinayetleri, katliamları düşündüğümüzde devrimci ve komünistlerin örgütsel konumunu koruması elbette zorunluluktur. Komünist partisi diğer burjuva partiler gibi alenen kadrolarını ve aktivistlerini düşman ve sivil faşist saldırısından korumak zorundadır.

Mustafa Kemal’in 1923 de TKP’nin kurucularına suikast hazırlayarak Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını Karadenizin dalgalarında katletmesi. Yine komünist önder Ibrahim Kaypakkaya’nın işkencede katledilmesi. Türkiye Devrimci Hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı ulusal hareketin önder kadrolarından Mazlum Doğan, Haki Karer gibi daha saymak bitmeyecek olan binlerce kadroların katledilmesi. Yüz binlercesinin işkence tezgahlarında sakat bırakılması devrimciler ve komünistler açısından fiziki korunmayı zorunlu kılmaktadır.

Faşist Türk devleti MİT sivil faşistler eşliğinde Avrupa nın çeşitli merkezlerinde, devrimcilere, sosyalistlere, Kürt siyasilere yönelik saldırı ve katliamlarını gerçekleştirmiştir. Bu katliamlar Alman ve Avrupa polisinin de arşivinde yer almaktadır. Üstün yetenekli, becerikli teknik donanımlı polis teşkilatı devrimciler, sosyalistler, Kürt siyasiler olunca bütün hünerlerini kaybediyor.

TKP/ML aktivistlerinden Katip Saltan 1981 yılında Almanya’nın Achen kentinde, 1982 yılında Nubar Yalım Hollanda’nın Amsterdam kentinde MİT ve sivil faşistler tarafından katledilmiştir. 2001 yılında Almanya’nın Köln kentin de MLKP’ taraftarı sivil faşistler tarafından katledildi.

Yine 9 Ocak 2013 tarihinde Paris’te PKK kurucularından Sakine Cansız ve aktivistlerinden Fidan Doğan, Leyla Şaylemez Türk MİT’i ve işbirlikçi çeteleri tarafından katledildi. Bu katliamın başta Fransız polisi olmak üzere Avrupa polisinin bildiği ama çözemediği veya çözmek istemediği durum.

Binlerce kilometre uzaktaki ülkeleri bombalayan, bilindik bilinmedik en vay çeşit silah, füze, roket üreterek yaşlısından gencine, kadınından çocuğuna insanların üzerine ölüm yağdıranlara; Ülkelerini savaştan, zulümden, açlıktan terk ederek sürgünlerde Akdenizin derinliklerinde ölüme terk edenlere; demokrasi, ekmek, özgürlük diyenlere ölüm kusanlara; devrimci, sosyalist, yurtseverleri katledenlere; mezheplerinden inançlarından dolayı insanları linç eden ler en büyük teröristtir. Bütün bunlara karşı yaşana bilecek bir Dünyanın olduğunu bunun için mücadele eden Komünistler ve TKP/ML terörist değildir.

TÜRKİYE’DE SİYASET VE İKTİDAR OLMAK

Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuna oradan günümüze kadar Türkiye’de siyasetin parametresine kısa bir bakış Türk demokrasini, Devlet anlayışını, Türkiye de hukuku, adaleti algılamada yardımcı olacaktır.

Osmanlıda iktidar olma, iktidar mücadelesi kardeşin kardeşi katlettiği, babanın oğlunu boğdurtarak katlettiği hile, entrikaların alenen yapıldığı hanedanlık dönemidir. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlının genlerinden kendisini arındırması bir kenara Osmanlının genleriyle kodlanmış tır. Tek bayrak, tek dil, tek devlet, tek din esasına uyarlanmaya çalışılarak günümüze kadar Türkiye’nin mozaik yapısı, gerçekliği inkar edilmiş. Buna uygun Devlet şekillendirilmeye, buna uygun politikalar yapılmıştır.

Ekonomik olarak üretmeden esasta halkın sırtından vergilendirme ve at sırtında işgaller, talanlar yaparak kendini var etmeye çalışmıştır.

Bu durum tabi olarak fay hatlarının çatlamasını beraberinde getirmiş. Fayhatlarını Osmanlının son sürecinde esas olarak Kürt sorunu, Alevi sorunu Ermeni, Rumlar ve yok olmak la karşı karşıya olan gayri Müslüm halklar oluşturuyordu. 1968-1970 lere gelindiğinde bu fay hatları artık devrimci, sosyalist hareketle tanıştı bütünleşti.

Daha cumhuriyetin ilk yıllarında sözde parlamenter demokrasinin ilanını meşru kılmak, çok partili sistem adına sahte parti kurulurken bir taraftan muhaliflerini katletmiş. Yine Mustafa Suphi öncülüğünde kurulan Türkiye Komünist Partisinin Baküde bulunan kadrolarını (gelip Türkiyede çalışmalarınızı yapın diyerek) çağıran Mustafa Kemal ve çeteleri Mustafa Suphi ve on dört yoldaşını Karadenizde alçakça katletmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun ilk yıllarında yaptığı siyasi cinayetleriyle ne kadar Demokrasi ve Hukuk devleti olduğunu göstermiş.

Mustafa Kemal topal Osman adında çete unsurunu yanına alarak Cumhuriyetin ilk ve muhalif milletvekillerine yönelik suikastler düzenlemiştir.

Bu durum sonrasında onlarca yıl nasıl bir demokrasi, nasıl bir hukuk devleti olacağının işaretinin göstergesi. Türkiye Cumhuriyeti sonrası Türk Ordusu günümüze kadar sürekli operasyon halinde devan ede gelmiştir. Bir ülkede Milli Savunmadan birinci derecede sorumlu Asker – ordu eğer kendi vatandaşıyla çatışma halindeyse burada demokrasiden bahsetmek, hukukdan, adeletten bahsetmek koca bir yalandır. Asker ve ordu ülke işgaline, ülkeye dıştan gelebilecek saldırılara değil kendi vatandaşına karşı savaş halinde koca bir yüz yılı geride geri de bıraktı.

Bu süreç TürkiyeCumhuriyetinin sancılı, kavgalı, baskıcı ve faşist zora dayalı sürecin başlangıcı olmuştur. Sürekli bir yönetememe hali, sürekli bir istikrarsızlık hali.

1920’de kurulan birinci meclis yerelden örgütlenmelerin inisiyatifini de içeren ve TC tarihinde demokratik kırıntıları olan bir meclis olma özelliğine sahiptir.  Bu bağlamda farklı siyasi yaklaşımlara söz hakkının verildiği, örgütlenme ve mücadele olanaklarının olduğu bir yapıya sahiptir. Çok kısa süre sonra örgütlenen 2. Meclis ile birlikte Mustafa Kemal savaş gerekçesiyle Meclis Başkanlığı yetkilerini genişletmiş, büyük toprak ağaları ve komprador burjuvazinin çıkarını savunan siyasi unsurlar dışındaki kesimleri tasfiyeye girişmiştir. Bu eksende sosyalist, komünist örgütlenmeler baskıya uğramıştır. Bunun dışında milli burjuvazinin temsilcisi olan liberal dünya görüşünü savunan kesimlerde bu saldırılardan nasibini almıştır. İkinci meclis ile burjuva demokratik kırıntılar tümüyle ortadan kalkmıştır. Büyük toprak ağaları ve komprador burjuvazi tekçi bir siyasi egemenliği esasta Mustafa kemal şahsında inşa etmiştir. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 anayasası ile bu tekçi, faşist yapı yerli yerine oturtulmuştur.

1924 anayasası ile bu durum ters yüz ettirildi. Yerel meclisler Lav edildiği gibi ”Büyük” millet meclisi de yürütmenin basit bir uzantısı haline getirildi. Cumhurbaşkanı da, başbakanda hükümeti atamaya başladı. Cumhur başkanı aynı zamanda parti üyesi olabiliyordu. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü cumhurbaşkanı oldukları dönemde aynı zamanda CHP üyesi idiler. Her ikisi de istedikleri zaman başbakanı görevden alabiliyor veya istifa ettirebiliyordu.

1923 Cumhuriyetin kuruluşundan 1946 ye kadar tek adam, tek şef, tek lider, tek parti dönemidir. 1946′ da Demokrat Partinin seçimlere katılarak çok partili sürecin başladığı olmuştur. İktidarda Demokrat Partisi ve Adnan Menderesin başbakan olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın mitinglere katıldığı, stratejik kararlar söz konusu olduğunda partinin gerçek lideri Celal Bayar olmuştur.

1960 anayasası Cumhurbaşkanın partiden istifa zorunluluğunu getirdi. Bu, pratikte asker kökenli cumhurbaşkanları döneminin başlangıcı oldu. 1984 de Özal hükümeti dönemine kadar sürekli Asker kökenli cumhurbaşkanı seçildi. 1988’e kadar yedi kez cumhurbaşkanı asker kökenli generallerden seçildi.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan 1946 ya kadar tek adam, tek lider, tek partili yönetildi. 1946’dan sonraki süreçte ne kadar çok partili olsa da askeri vesayet denetiminde yönetime sahip oldu.

Türkiye tarihi 1946’dan 2016 yılına kadar üç askeri darbe ve defalarca muhtıralara tanıklık yaptı. 15 Temmuz 2016 darbe karşıtı darbeyle beraber dört askeri darbe olmuştur. Her darbede (15 Temmuz hariç) parlamento fes edilmiş, özgürlükler ve demokrasi yıllarca askıya alınmış. Sivil kitle örgütleri, sendikalar, barolar, demokratik kurumlar vs dağıtılmış yöneticileri tutuklanmış, işkencelere maruz kalmıştır. 1980 askeri darbesinin bir numaralı generali eli kanlı Faşist Kenan Evren ”asmayalımda besleyelim mi” diyerek Sosyalistleri, komünistleri işkence tezgahlarında katletmiş, sakat bırakmış ve yaşı tutmayan devrimci (Erdal Eren) yaşı büyütülerek idam edilmiş. Yüzbinlerce insanlar sorgudan geçmiş milyonlarca insan fişlenmiştir.

15 Temmuz darbesi sonrası parlamento fes edilmedi ama sonrası süreç Türkiye halkına 1980 darbesinden daha ağır bedeller ödetti. Hala 15 Temmuz sonrası olağan üstü hal devam etmekte ve ülke kanun hakkında kararnamelerle yönetiliyor. Milyonlarca insan fişlenmiş, yüzbinlerce insan işinden mesleğinden uzaklaştırılmış binlerce aydın, gazeteci, akademisyen, sanatçı vs tutuklanmış. On binlerce devrimci, yurtsever tutuklanmış. Cezaevleri 220 bin kapasitesinin üzeri insan tutuklanınca adalet bakanı yeni cezaevleri yaptırmak için ihaleler yapıyor.

Türkiye’de siyasette asker, ordu at başı beraber olmuştur. MGK (beş üyesi asker, bir üyesi MİT müsteşarı olmak üzere sivillerin yer aldığı kurum, Milli Güvenlik Konseyi) hükümetler ve siyaset askeri vesayetin denetimi ve kontrolünde olmuştur. Sözde 1984 faşist anayasasının sivilleştirilmesi adına yamalar yapılsa da esas olarak korunmakta. Milli Güvenlik Konseyi, Milli Güvenlik Kurulu olarak değiştirilirken görev ve sorumluluklar aynı kalmış. MGK siyasette esas tayin edici, belirleyen güç olmuştur.

Türkiye’de milli güvenlik yapılanmasının ilk adımı, 1933 yılında bir kararname ile kurulan ve temel görevi milli seferberlik olarak belirlenen Yüksek Müdafaa Meclisi ile atılmıştır. Bahse konu yapılanma, güvenlik anlayışının gelişimine paralel bir değişimden geçmiş ve son olarak 1982 Anayasası ile Milli Güvenlik Kurulu teşkil edilmiştir

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu 6 Kasım 1981 de Prof. Dr İhsan Doğramacı’nın başkanlığında kurularak Üniversite kampusları askeri kışlalara çevrildi. 

YÖK kanunu daha parlamentodan geçmeden, 1982 Anayasası’yla güvenceye alındı ve uygulamaya konuldu. Bilimsel özgür eğitimi dışlayarak milli his ve duyguları güçlü dini bütün tek tip gelecek hedeflenmekte. Faşizm düşünen, sorgulayan, üreten genç dinamiklerden tarih boyu korkmuş ve tekçi eğitim sistemini dayatmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu 1923 den günümüze 94 yıllık tarihinde 67 hükümet değişmiş. Bu her bir buçuk seneye bir hükümet anlamına gelir. Genel hatlarıyla Türkiye’de siyasetin ne kadar kurumsal ve istikrarsız olduğunun göstergesi.

Türkiye cumhuriyetinin 1924’de hazırlamış olduğu anayasada bırakalım sol parti ve sendikaları işçi kelimesi bile yasaklanmıştır. İşçi derneği bile kurulamaz denilmiştir. Kemalizmin ”imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi işçi sınıfının köleleştirilmesi, hak ve özgürlüklerin budanmasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ulus devlet yönetimi bir özel savaş rejimi durumunda olmuş hep Türk Devletini, Türk Dilini, Türk Bayrağını ve Türk Kültürünü esas almış. Bunun için sürekli düşman üretip tutuklamalar, işkenceler, sürgünler, idamlar, fiziki kültürel katliamlar, asimilasyon ve soykırımlar geliştirmiş durumda olmuştur.

Geçmiş bugünün aynasıdır. Farklı din ve inançlar sapkınlık olarak sunuldu. Kürtler, Aleviler, Araplar, Lazlar, Çerkezler, Ermeniler, Rumlar sürekli ötekileştirildi. Lanetlendi, horlandı, kimlikleri inkar edildi asimileye zorlandı. Asimile olanları asimile etiler, ehlişenleri ehlileştirdiler. İnkara, asimileye, yok sayılmaya direnenler İşkence tezgahlarında, direniş alanlarında katledildi sürgünlere gönderildi. Bu durum günümüzde de tüm hızıyla devam etmekte.

24 Nisan 1915 de Dahiliye Nasırı Mehmet Talat ”Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, elebaşlarının tutuklanması ve her türlü belgelerine el konulması 24 Nisan 1915 kararlarını alır.” 24 Nisan 1915’de bir genelge ile İstanbul da 235 Ermeni komite üyesi tutuklanır ve Anadolu’ya gönderilir ardından 2500 Ermeni siyasetçi, yazar, aydın, şair, din adamı, iş adamı tutuklanır ve katledilir. Bu durum Ermeni, Süryani gayri Müslüm halklarının soykırıma uğratılmasının başlangıcı olur. Bir buçuk milyon Ermeni, Süryani gayri Müslümler katledilirken taşınmaz gayri menkulleri, malları, varlıkları talan edilir.

Siyasi cinayetler serisi dur durak bilmiyor. 1936 da TKP’li Salih Boz Işık, 1949’da Sabahtin Ali’yi kaybederek katletti. Bu fili durum 1994’li yıllara kadar sürecek olan faili meçhul cinayetlerde on yedi bin civarında Kürt siyasetçi, sanatçı, gazeteci, halk ozanı, yazar, sosyalist, devrimci, komünistlerin göz altında kaybetmeler zirve yaptı.

Devletin ”suçlu-hain” ilan ettiği grup ve kişiler ortak düşmana katli vacip hedeflere dönüşüyor. 6-7 Eylül 1955’de İstanbul başta olmak üzere birçok şehir de Rum, Ermeni ve gayri müslimler tekbirler eşliğinde, allah allah nidalarıyla linç ve talan uğratılmış. Gayrimenkulleri, malları yağmalanmıştır.

1978′ Maraş’ta, 1980’de Çorum’da 1993 Sivas’ta ve İstanbul Gazi’e Alevilere yönelik Devlet destekli sivil faşistler ve gerici yobaz çeteler tarafından katliamlar gerçekleşti. Bu katliamlar aylar önceden görülmesine rağmen hiç bir önlem alınmadan, müdahale yapılmadan katliamlara destek verildi. Maraş’ta katliam öncesi Alevilerin evleri günler öncesi işaretlenerek hedef gösterildi. Sivas’ta aylar öncesinden madımak otelinde ozanların, şairlerin, Alevilerin toplanacağı biliniyor ve başta Sivas belediyesi Alevilerin toplanmasını ne pahasına olursa olsun engelleneceğini ilan ediyor ve hazırlıklarını haftalar öncesi yapıyor.

Madımak Oteli Alevilerin toplandığı gün tekbirler eşliğinde, allah allah nidalarıyla ateşe veriliyor. Otel ordunun, emniyetin gözleri önünde yakılarak sanatçı, yazar, alevi katlediliyor. Dönemin hükümetine telefonla ulaşan yangın mağdurları bütün çabalarına rağmen hükümetin sessiz kalması somut delillerle mevcut. Yine yangın mağdurları buldukları fırsatlarda dışarı çıkmak isterken gerici çeteler ve faşist parti Büyük Birlik Partisi mensupları tarafından otelden çıkması engelleniyor.

İddia makamına ve mahkeme heyetine sormak isterim. Yakılarak katledilen insanların nasıl bir travmaya sebeb olur bilir misiniz. Katledilirken askerin, devletin yerel kurumlarının izlemesinin nasıl bir duygudur bilir misin.

Bu duygu ve acıyı Hitler zulmüne uğrayan gaz odalarında alçakça katledilen, dişleri sökülen tırnakları çekilen Yahudi vatandaşı bilir. Berline anıt mezar değil altından heykel diksende bu acıyı hafifletmez.

Türkiye cumhuriyetinin açmazlarından en önemlileri Kürt meselesi ve Demokratikleşme sorunu olmuştur. Her fırsatta Kürt siyasiler, devrimciler, sosyalistler devletin hedefi olmuştur.

Türk Devleti, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bu güne kendinden olmayan muhaliflere komünistlere, sosyalistlere ve Kürtlere yönelik sürek avı içinde olmuş. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katlederek başlayan faşizm 1970’lere gelindiğinde Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan darağacına göndermiş, İbrahim Kypakkaya’yı işkencede katletmiş, Kızıldere Mahir Çayanı ve yoldaşlarını yüzlerce devrimciyi katletmiştir.

İşçi sınıfının birlik ve dayanışma günü 1 Mayıs, Dünya emekçi kadınlar günü 8 Mart’lar kah yasaklandı kah resmi bayram edildi, kutlamalarına izin verilmedi. Olmadı dünya emekçilerinin kazanımları inkar edildi. Yasaklara rağmen Türkiye ve çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı bu değerlere sahip çıktı. Faşist TC her seferinde bu etkinliklere saldırmış, provakasyon yaparak sivil faşist çetelerin eşliğinde linç kampanyaları yürütmüştür. 1977’de İstanbul Taksim’de beş yüz bin işçinin katıldığı 1 Mayıs etkinliğine önceden yüksek binaların üzerine yerleştirilen polis ve kontgerilla çeteleri tarafından ateş edilerek 35 insan katledilmiş ve yüzlerce insan yaralanmış sakat bırakılmış. Devamında  çeşitli dönemlerde onlarca kişi 1 Mayıs alanlarında katledilmiş ve sakat bırakılmıştır.

Dünya emekçilerinin kazanımları, değerleri 1 Mayıs’lar, 8 Mart’lar kah yasaklanmış, kah serbest bırakılarak sürekli kirmanilize edilmiştir.

İşçi sınıfının hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli yer tutan olmazsa olmazı sendikal örgütlenmeleri yasaklarla baskılanmış. Kontrol, altına aldıklarını yanlarına tutarak denetim altına alamadıklarını kapatmış ve mal varlıklarına el koymuş çalışanlarını tutuklamış.  İşyerlerinde işveren polis ve sivil çeteler aracılığıyla işçiler üzerinde baskı oluşturarak sendikal çalışmalar ve üyelikler engellenmiş.

 Türkiye Cumhuriyeti tarihi işçi katliamları tarihidir. İş güvenliği, güvenli çalışma şartlarının olmamasından gerekli önlemlerinin alınmamasından dolayı her sene yüzlerce işçi katledilmekte. Somada maden ocağında yaşanan katliam somut örnek. Ucuz ve emniyetsiz koşullardan dolayı 301 maden işçisi katledilmiştir. Yine birçok işçi inşatlarda düşen asansörlerde ölürken tersanelerde, fabrikalarda yaşanan iş kazalarında senede yüzlerce işçi katledilmiş veya sakat bırakılmıştır.

Çok az maliyete daha fazla daha fazla kar hırsı iş kazalarına sebep olmaktadır. Gün geçmiyorki iş kazası olmasın, gün geçmiyor ki işçi ölümü olmasın.

Katledilen ve sakat kalan işçilerin, mağdurların hak arayışı, mücadelesi polis ve jandarmanın baskısı ile engelleniyor. Veya savcılar tarafından deliller ve belgeler karartılıyor. Bu katliamlar karşısında Devlet ve Hükümet yetkililerin ” kader, allahın hikmeti, Kaderin önüne geçilmez” türünden açıklamaları ayrı ibretlik durum. Ne ilginçtirki iş kazalarının yaşandığı işyerleri iktidarın yakın çevresi ve ilişkisi. Bundan dolayı dava açmak davayı takip etmek daha bir zorlaşıyor.

Somada katledilen insanların hak arayışı ‘’hukuk’’ mücadelesi 6-7 seye olmuş bir gelişme sonuç elde edlilememiş durumda. Aileler hukuk mücadelesinde mahkeme giderlerini karşılayamaz durumda.  

İşçi katliamında birinciliği elinde tutan Türkiye Cumhuriyeti kadın ve çocukların ölümlerinde de liderliğe sımsıkı sarılmış kimseye vermiyor. İnsanın değeri olmadığından ölümlerde kanıksanıyor. Erkek egemen bakış açısına sahip Faşist Türk devleti kadın katliamlarında bayağı yetenekli. Yılda 500 civarında kadın çeşitli vesilelerle katledilmekte. Devlet ve kurumları önlem almak yerine ölümleri teşvik eden açıklamalar yapa biliyor. Örnek: Balıkesir’de ve Samsun’da belediye başkanları dağıttığı broşürde kadının kaba etlerine vurulabileceğini söyleye biliyor. Kadınlar giyim tarzından, gecenin kaçıncı saatinden sonra sokağa çıkması haram. Malatya belediyesi kadınların bine bileceği pembe otobüs hattı oluşturabiliyor.

15 Temmuz Türk devletinin ve ordusunun geldiği sonu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Hükümet bu durumun sorumlusu olarak ne kadar Fetullah Gülen’ne mal etmeye çalışsa da. Yandaş medya ne kadar FTÖ üzerinden manipülasyon yaparak gündemi kotarmaya çalışsada gerçekler balçıkla sıvanmıyor. 

Kuruluşundan günümüze şiddeti, baskıyı, zulmü bir çözüm aracı görmüş Türkiye halklarıyla kavgalı durumda varolmuş bir ordu. Milli müdafaa ve dış tehditlere karşı oluşturulan ordu ne yazık ki sürekli kendi halkına karşı taarruz durumunda olmuştur. Bu durum elbette kendi içerisinde tepeden aşağı bir kirlenmeyi, çürümeyi beraberinde getirmiştir. Kendi halkına silah doğrultan ordu, polis teşkilatı çürümek, kirlenmekten kaçamaz. 

Siyasi cephede de tekçi zihniyet sorunları çözememiş izlediği dışlayıcı, inkarcı, ötekileştirici politikalar şiddeti tırmandırmıştır. Faşist diktatörlük Kürt meselesinde 2000’lerle birlikte barışçıl, uzlaşmaya dayalı çözüm arayışlarını da emperyalist politikaların ihtiyaçları doğrultusunda hayata geçirmiştir. Kürt hareketini teslim almak, Kürt ulusal haklarını kırıntı düzeyinde tutarak direnişi kırmak esas amaç olmuştur. Kürt sorununu çözme yeteneği bir yana tüm amaç ve hedef Kürt hareketinin direnişini çözmek amacı taşımıştır. Barış, uzlaşma, çözüm süreci derken Kürtler kitlesel şekilde tutuklanmış, belediyeleri gasp edilmiş, kurum çalışanları hapse atılmıştır. Bu eksende tüm legal siyaset olanakları daraltılmaya, baskılanmaya devam etmiştir. Bunun yanında “ateşkes, barış, uzlaşma” söylemlerine kapsamlı askeri operasyonlar eşlik etmiştir.  Her fırsatta  çözüm sürecini sabote etmiş, masayı devirerek şiddet de ısrar etmiş. Amaç devrimci yurtsever güçleri teslim almayı amaçlamıştır. 

1980 Askeri darbesinden günümüze devam edegelen adı konmamış savaş durumu mevcut. 1980 lerin ilk yarısından günümüze direnişi örgütleyen gerilla karşısında sürekli kayıplar veren, yenilgilere maruz kalan Türk ordusu Birleşmiş Milletler Savaş Kriterlerine de uymayarak kirli savaşı derinleştirmiştir. Ne yazıkki hiç bir yöntem, Türk ordusunun kirlenmesinin, çürümesinin önüne geçememiştir. 1990 ların başlarında Türk ordusu uğradığı bozgunu sindiremeyince katlettikleri gerillanın cesetlerine işkence yapmış, şehit gerillaların çeşitli uzuvlarını keserek kendisine tesbih yapmış, şehit gerillanın kafasının üzerine ayağını koyarak fotoğraf çekerek basın aracılığıyla kamuoyuna yayınlamış.

Şehit gerillasının uzuvlarını kesmek, tesbih yapmak, bedeninin üzerine basarak resim çektirmek nasıl bir ruh halidir. Bunu tarifi kolay olduğu kadar çok zor. İnsanı değerler açısından bunun tarifi yok zor. Ama kanla beslenen oyunu kurallarına göre oynamayan kirlenmişlik ruh hali. Bu ruh hali her doğan Kürt çocuğunda direnişçi ruhu, hesap sorma bilincini şekillendirdi.

15 Temmuz, darbeyle beraber ortaya çıkan Türk ordusunun gelmiş olduğu psikolojik ve ruhsal, durumu ibret verici. Gerek darbeci (FTÖ) gerek haraket eden, gerek İktidarın yanında yer alan ordu mensuplarının insanların üzerine ateş etmeleri, uçaklardan helikopterlerden roket ve füzeler fırlatmaları, tankların insanları üzerine üzerine sürülmesi, boğazlarını kesmeler tarifi zor bir durum. Bu ruh halinin insanı değerlerden yoksun barbarlık ve vahşiliğin ta kendisi. İlginçtir her iki tarafında karşılıklı olarak tekbirler eşliğinde bir birlerini boğazlamaya ve katletmeye çalışıyor. Allah allah diyerek tekbir çığlığı atmak islamda savaş narasıdır. ATV de yayınlanan bin başı Barış Dedeoğlunun röportajı bu ruh halini ve gerçeği çıplaklığıyla ortaya koymakta.

Kısacası Böylesine psikolojik ruh halinde bir ordunun düşman gördüğü devrimci, sosyalist, ulusal özgürlük savaşçılarına ve Kürt halkına neler yapacağı açısından çarpıcı örnek durumu. Türkiye Kürdistan’ı tarihiyle, kültürüyle, insanıyla; Almanya, ABD, Fransa vb emperyalist ülkele patentli bombaların, kurşunlarının hedefi olma durumunda. Birleşmiş Milletler, Avrupa birliği, Alman devleti Türkiye Kürdistan’ı bodrumlarından yükselen çığlığa duyarsız kalmaları, görmek istemeyerek Türkiye Cumhuriyetinin kirli savaşın, vahşetin ortağıdır.

Yine Cumhuriyet tarihinde devletin gayri meşru, çeteci, derin devlet örgütlenmerine defalarca rastlanmaktadır. Bunların en bariz örneklerinden 1996 Susurluk’ta kamyonun Mercedes marka bir arabaya çarpması sonucu açığa çıkan mafya-MİT-siyaset eksenli yapılanma. Bu kazada mafya babası Abdullah Çatlı: MHP gençlik kollarından yetişme, Ankarada yedi Türkiye İşçi Partisi (TİP) liyi evlerinde boğarak katletmek. Dönemin genel kurmay başkanı Faşist Kenen Evrenin Avrupaya gönderdiği ekibin içinde yer alan biri. Avrupada Ermeni Militanları ve Devrimci Sosyalistleri katletmek. 1981 de Hllanda da Nubar Yalımı Bu ekip katletti. Papa suikastini bunlar organize etti. Araba kazasında çıkan ikinci kişi O dönemin Emniyet genel müdürü Hüseyin Kocadağ. Üçüncüsü DYP Urfa milletvekili Sedat Bucak, üç PKK gerillasını yakalayıp diri diri patoza atıyor.

Bu ve benzeri yapılanmaları sürekli bir şekilde var ola geldi ifşa oluncada iktidarlar veya emniyet sözcüleri kimi zaman savundu, kimi zaman red ettiler. Sorun bunların neden, niçin örgütlendikleri değil. Önemli olan bu örgütlenmeler içerisinde yer alan kişilerin devletin emniyet teşkilatından, yargı kurumundan, ordu kurumundan, politik çevreden ve daha bir çok devlet kurumunda yer almaları. Ve bu çetelerin gayri meşru örgütlenmelerin devletin, hükümetin denetiminde başta devrimcilere, sosyalistlere, Kürt politikacılara, alevilere, aydınlara, gazetecilere, muhalif iş verenlere yönelik katliamları, cinayetleri, adam kaçırmaları, faili meçhul cinayetleri gerçekleştirmiş olmaları. 

Her dönem olduğu gibi 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Faşist Türkiye devleti ve hükümeti devrimcilere, sosyalistlere, Kürt politikacılara, alevilere, aydınlara, gazetecilere, muhalif iş verenlere yönelik gerçekleştirillen katliam ve cinayetlerin sorumlusu olarak FTÖ’yi göstermekte. Ne faşist AKP hükümeti ne öncesi Faşist iktidarlar bu katliamlardaki, cinayetlerdeki, köy yakmalardaki siyasi sorumluluklarını saklayamazlar. Nasıl ki 1938 de Dersimde, 6-7 Eylül 1950 Rumlara yönelik, Maraş katliamında, Sivas katliamında, Gazi katliamlarında devletin ve hükümetin birinci derecede siyasi sorumluluğu vardır.

 Suruç’ta, Ankara’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Hakkari’de, Diyarbakır’da, Van’da daha nice kasaba, mahallelerdeki katliamların, Bodrum katlarında yakılarak katledilen insanların yaşlısıyla genciyle, kadınıyla erkeğiyle katledilen sivillerin katili faşist AKP ve Tayip Erdoğandır.

Yine Ermeni gazeteci, yazar Hrant Dink, Diyarbakır İnsan hakları Tahir Elçi’nin katlinden Faşist AKP ve Tayip Erdoğan sorumludur.

7 Haziran 2015 tarihinde yüz de oniki-onüç oy oranıyla alarak yüzde on barajını araşarak parlamentoya giren HDP nin başarısını kabullenmeyen Faşist erdoğan hile ve katliamlarla 4 ay sonra 1 Kasım 2015 tarihinde tekrar seçime gitmiştir. Ne varki seçim sonuçlarını engellemek için AKP-MİT-DAİŞ işbirliğinde HDP mitingleri, büroları, seçim çalışmaları kanlı saldırıların hedefi olmuştur. Her türlü baskı, hile, saldırılara rağmen HDP barajı aşmayı başarmış parlementoda üçüncü büyük parti olmuştur. Bu durum Türkiyede devrimci, sosyalistlerin, Kürt siyasilerin, Alevilerin, Ezidilerin, Ermenilerin, Lazların vb Türkiye’nin demokrasi güçlerinin başarısıydı. Mecliste ve yerel seçimlerde elde edilen legal siyaset yapma hakkı son 5 yıldır devlet tarafından en pervasız biçimlerle gasp edilmektedir. Türk devleti için faşist yüzünü örtme aracı olan meclis artık hiçbir geçerliliği olmayan bir ahıra dönüşmüştür. Seçimle elde edilen siyasi olanaklar “buralar devletin hakkı” denilerek gasp edilmektedir. HDP’nin legal siyaset yapma hakkı artık tam anlamıyla gasp edilmiştir. Buna rağmen HDP’nin meclis ve seçimlerde ısrar etmesi sorunlu bir durumdur. Ancak asıl mesele bu hakkın faşist diktatörlük tarafından tarihten bugüne gasp edilmesi ve demokrasi güçleri için kullanılamaz hale getirilmesidir.

Ne varki tekçi zihniyet, çözüm masasını her fırsatta deviren faşist AKP ve Tayip Erdoğan Irkçı Faşist MHP ve Faşist CHP nin desteğiyle çıkardığı darbe yasalarıyla HDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırırken. Yakılan yıkılan köy ve kasabaların, borum katlarında katledilen sivillerin emrini veren asker, polis, siyasi sorumlularına dokunulmazlık yasaları getirilmiştir. Ve bu katliamlarda, cinayetlerde yer alan bütün katiller maddi ve mevki olarak ödüllendirilmişlerdir.

Böylesine bir ülkede, böylesine sistemde Devrimci mücadele zorunluluktur. Neden devrimci mücadele yapıyorsun değil neden mücadele etmiyorsun olmalı. Baskı ve zulmün kol gezdiği her yerde isyan meşrudur. Dünyayı yaşanılmaz kılan sömürü ve talan düzenine karşı mücadele meşrudur. Savaşlara ve işgallere karşı savaşmak meşrudur. 

Evet yaşanılacak bir dünya mümkün ve ezilen dünya halkları birleşin güzel bir dünya, iyi bir gelecek için tek alternatif sosyalizmdir.

Devrimciler ve devrimci mücadele yargılanamaz. Bu hukuksuzluktan, adaletsizlikten geri dönmeli dava düşürülmeli. Beratımı talep ediyorum.  

Bilir kişi Neumann’ın sözüyle konuşmamı tamamlıyorum: ‘’TKP/ML insan öldürmez ama Erdoğan öldürür..’’

Teşekkürler…