Sayın Mahkeme Heyeti

Türkiye’deki güncel gelişmelere ilişkin aşağıdaki açıklamayı zorunlu görüyorum. HDP Eş Genel Başkanı sayın Selahattin DEMİRTAŞ ve sayın Figen YÜKSEKDAĞ’ın yanısıra 8 Milletvekili’de tutuklanmış durumdadır. Sayın Figen YÜKSEKDAĞ aynı zamanda duruşmalarımızı izlemek için buraya gelen milletvekillerinden biridir.

Müslüm ELMA
SAYIN MAHKEME HEYETİ
Duruşmalara çıktığımız andan itibaren her fırsatta şu gerçekleri dile getirdik. Bu dava hukuki değil, siyasidir. Devlet terörüne karşı direnmek bir haktır. Haksızlığa , hukuksuzluğa, her türlü ahlaksızlığa baş vurmayı devlet politikası haline getiren bir sisteme karşı mücadele etmek, insan olmanın, insanlığın ilerici-devrimci değerlerini sahiplenmenin bir gereği olduğunu ifade ettik.

Bugün faşist Türk Devletine karşı mücadele eden başta Kürt halkı olmak üzere, devrimciler-sosyalistler, aydınlar, alevi mezhebine mensup olan halkımız, kısacası tüm ezilenler bu tarihsel sorumluluğun bilinciyle hareket ediyorlar.

Bu haklı ve meşru mücadelenin tarihi yeni değildir. Çünkü TC kurulduğundan beri ezilen uluslara, azınlık milliyetlere, suni islam dışındaki dinlere-mezheplere hayat hakkı tanımamıştır. Tek vatan, tek dil, tek millet, tek bayrak, tek din Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin ta kendisidir. Şimdi tüm bu teklere birde çeteci devletin başı Erdoğan’ı eklemeye çalışıyorlar. Çetebaşı diyoruz; çünkü Türk Devleti artık en geri bir burjuva devleti olma niteliğinden de uzaklaşmıştır. Göstermelik Türk Parlamentosu daha da işlevsiz hale gelmiştir. Halkın iradesiyle seçilen ve milyonlarca oy alan HDP’li vekiller çeteci devletin başı olan Erdoğan’ın talimatıyla gözaltına alınıp tutuklanıyorlar. Yargı kurumu dünde bağımsız değildi. Ama bugün tamamen sarayda oturan çetebaşının oyuncağı haline gelmiştir.

Türk Devletinin kuruluşu Türkiye coğrafyasında yaşayan Kürtlerin inkar tarihiyle eşittir. Biz varız, ulusal demokratik haklarımızı kullanmamız bizim en doğal hakkımızdır diyen Kürtler ya kurşunlara hedef oldu, yada hapishanelere konuldu. Özet olarak; TC kurulduğundan beri, Kürdü yok saydı, yok sayılmaya itiraz edeni de yok etti, sindirmeye çalıştı. Bu tarihsel süreç içinde dünyanın gözleri önünde onbinlerce Kürt katledildi. Yerleşim alanları yakılarak, göçe zorlandılar, sürgünlere tabi tutuldular.

Türk Devleti genel manada demokratik alanda, yani legal bir zeminde faaliyet yürüten ilerici-devrimci yasal partilere, kitle örgütlerine karşı tam bir devlet terörü estirdi, estirmeye de devam ediyor. 7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerin hem öncesinde hem de sonrasında Halkların Demokratik Partisi’nin onlarca üyesi saldırılara, tutuklanmalara maruz kaldı. Emekten, özgürlüklerden yana olan farklı seslere asla tahamülü olmayan Erdoğan’ın talimatıyla Halkların Demokratik Partisinin Eş Genel Başkanları Sayın Figen YÜKSEKDAĞ, Sayın Selahattin DEMİRTAŞ ve diğer HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına yol açan süreç, on yılların ürünü olan sistemleşmiş devlet terörünün yeni bir halkasıdır. Ağırlıklı olarak Kürt seçmenlerinin oylarıyla Parlamentoya giren Kürt vekillerinin tutuklanması da ilk değildir. 1994 yılında da bazı Kürt vekiller Parlamentoda gözaltına alınarak tutuklanmıştı. Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde zorbalıklar benzer nitelikte bir tekrarı içeriyor. Aradan yıllar da geçse zorbalığa kilitlenmiş faşist zihniyet uygulamalarını tekrarlayıp duruyor.

Tüm bu saldırılara karşı HDP Eşbaşkanları Figen YÜKSEKDAĞ ve Selahattin DEMİRTAŞ ile milletvekilleri ortak savunma yaptı. Sayın vekillerin neden hedef haline getirdiklerini doğru bir temelde anlayabilmek için onların kaleminden çıkan ortak savunmadan belli bölümleri burada sunmakta yarar görüyoruz.

“Partimiz Halkların Demokratik Partisi (HDP), 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde 6 milyondan fazla oy alarak ve yüzde onluk seçim barajını aşarak 80 milletvekiliyle Parlamentoya girmiştir. Demokratik siyaset yoluyla ve sandık iradesiyle AKP’nin tek başına iktidar olmasını ve tek başına Anayasa yapmasını engellemiştir. Ülkede ‘tek adam’ rejimi inşa etmek isteyen ve bunun için her türlü hukuksuzluğu yapmaktan çekinmeyen Recep Tayyip Erdoğan seçim sonuçlarına saygı duymamış ve koalisyon hükümetleri kurulmasına engel olarak ülkeyi erken seçime götürmüştür….

Parlamento yok sayıldı

Recep Tayyip Erdoğan 7 Haziran seçim sonuçlarını gördükten sonra büyük bir panik ve telaşla parlamentoyu ve hükümeti yok sayarak, yargıyı önemli ölçüde denetim altına alarak, medyayı tümüyle kendisine bağlayarak ülkede bir darbe gerçekleştirmiştir. Anayasayı tanımadığını fiili olarak rejimi değiştirdiğini, hatta Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile tanımadığını açıkça ifade edecek kadar fütursuzlaşmış ve devlete el koyduğunu açıkça ilan etmiştir.

Hakkında ciddi suçlamalar var

Hakkında Başbakanlığı döneminde işlendiği iddia edilen rüşvet, hırsızlık, kara para aklama, İran’a uygulanan uluslararası ambargonun kırılmasına yönelik altın ticaretine bağlı gelişen yasadışı faaliyetler; Suriye’de terörist gruplara yasadışı silah gönderilmesi dahil birçok ciddi suçlamala vardır. Bu soruşturmaları da yargı üzerinde kurduğu baskı ve kontrol sayesinde şimdilik örtbas etmeyi başarmaktadır.

Şimdilik örtbas ettiği bu soruşturmalardan kalıcı olarak kurtulmanın biricik yolunun bütün yetkileri kendisinde toplamak olduğunun farkındadır. Bu uğurda yapamayacağı hiç bir çılgınlığının olmadığı da artık aşikardır. Ülkeyi kan gölüne çevirip, her gün ülkenin dört bir köşesine gönderdiği cenazelerle milliyetçi ve şöven duyguları, ırkçı nefret söylemini kabartmayı başarmış, ‘ülke bölünme tehditi altındadır’ yalanıyla etrafına biriktirdiği halk yığınları ile kendi kişisel emellerine hizmet edecek şekilde adım adım hedefine doğru ilerlemektedir.

Yeni darbe süreci

Bizlerin dokunulmazlığını kaldıran AKP Hükümeti vakit kaybetmeden orduya dokunulmazlık zırhı giydirmiş, akrelerin özellikle son bir yılda Kürt kentlerinde işledikleri suçları yargıdan kaçırmanın peşine düşmüştür. Dokunulmazlık zırhına 14 Temmuz 2016’da kavuşan ordu 15 Temmuz 2016’da Darbe Girişiminde bulunmuştur. Meclisi bombalayacak kadar gözü dönmüş darbecilerin elini güçlendirenler yine 7 Haziran’dan bu yana çatışma siyasetini dayatan, demokratik siyaseti dışlayarak savaş politikalarını devreye koyan AKP Hükümeti olmuştur. Başarısız Darbe Girişiminden sonra demokratik ilkeler ışığında bir uzlaşma ile büyük bir toplumsal barışı sağlamak mümkünken, Erdoğan ve AKP Hükümeti Olağanüstü Hal Rejmine geçme kararı almış ve tüm ülke Bakanlar Kurulunun çıkardığı KHK’larla yönetilmeye başlanmıştır. Bir darbe girişiminden demokrasi devşirilmesi gerekirken, yeni bir darbe sürecine geçiş yapılmıştır. Seçilmiş belediyelere kayyum atanması, binlerce öğretmenin açığa alınması, KHK’larla yeni bir darbe rejimi örüldüğünün en somut göstergeleridir…

Mücadelemiz kararlılıkla sürecek

Bizler ülkemizde çoğulcu demokratik bir rejim inşa edilip, barış ve huzur sağlanıncaya kadar siyasi mücadelemize kararlılıkla devam edeceğiz. Toplumsal kutuplaşma ve kamplaşmaya karşı eşit ve birlikte yaşamı, şiddete karşı demokratik siyasi mücadeleyi, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, faşizme karşı demokrasiyi, mezhepçi-ırkçı politikalara karşı inanç ve vicdan özgürlüğünü, ayrımcılığa ve nefret söylemine karşı eşitliği ve elbette Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı bütün haklarını, Alevi toplumunun eşit yurttaşlık talebini, dini azınlıkların inanç özgürlüklerini, kadınların toplumsal, sosyal, siyasal, ekonomik yaşama eşit katılımını, kapitalist tahribata karşı çevre ve ekolojinin korunmasını, sermayenin kör hırsına karşı emeğin, çalışanların haklarını savunmaya, korumaya devam edeceğiz. Parlamentoda da olsak, cezaevinde de olsak bu düşüncelerimizi savunmaktan ve bunlar uğruna mücadele etmekten bizi alıkoyamayacaksınız.” (Yeni Özgür Politika 5-6 Kasım 2016)

HDP milletvekilleri tutuklanmadan önce Amed (Diyarbakır) Eş Belediye Başkanları Gülten KIŞANAK, Fırat ANLI ve eski milletvekilleri Ayla Ata AKAD tutuklanmışlardı. Dahası tutuklanma furyası devam ediyor. Erdoğan ve çetesi sınırlı olan hakkı-hukuku ve özgürlükleri giderek sıfırladı. Yaşam ve iş güvencesini yok etmeye devam ediyor. Gözaltı ve tutuklamaların, iş yerlerinden atılmaların giderek yoğunluk kazanması bunun en somut ifadesidir. Tüm bunların arkasında yargısız infazların, gözaltında kaybedilmelerin gündeme gelmesi hiçte şaşırtıcı olmayacaktır.

Türk Devleti legal, barışçıl olan her türlü demokratik faaliyete düşmandır. Türkiye’de illegal faaliyetlerin gündeme gelmesi, bu yasakçı zihniyetin doğal sonucudur. Düşünce özgürlüğüne düşman olan bir devlet, duyduğu her farklı sese karşı yargı kurumlarını harekete geçirmekte geçikmemektedir.

Son dönemlerde başta yurtsever Kürt basını olmak üzere, tüm muhalif basın bir kuşatma altındadır. TV’lerin, radyoların, yazılı basın kuruluşlarının kapılarına kilitler vurulmaktadır. Kemalist bir çizgide yayınını sürdüren Cumhuriyet Gazetesinin dokuz yönetici ve yazarıda DAİŞ ve PKK propagandasını yapma gerekçeleriyle tutuklanmışlardır. Bu iddialar üzerinde durmak ve tartışmak dahi gereksiz ve anlamsızdır. Ama “terörist” tanımlamaları, “teröre” yardım iddiaları emperyalistler ve Erdoğan gibi ahlaksız uşaklarının saldırıları için vazgeçilmeyen yalanlardır.

Türk Devleti kurulduğundan itibaren Suni İslam dinini esas almıştır. Diğer dinlere ve inançlara karşı düşmanca davranmıştır. Sözgelimi; farklı bir mezhep ve inanca sahip olan Aleviler Türk Devletinin baskılarından-zulmünden hiç kurtulamamışlardır. Çeteci Türk Devletinin başı olan Erdoğan, ulusal-dinsel-mezhepsel temelde çelişkileri kaşıma, bu eksenli çatışmaları derinleştirme politikasını ortadoğu’ya, yani bölgesel çapta bir alana taşıma çabası içindedir.

Türk Devleti, uyguladığı tüm bu baskılar, yıllardan beridir dağbaşlarında, sokaklarda, hapishanelerde sürdürdüğü cinayetler yetmiyormuş gibi, şimdi de çeteci devletin başı Erdoğan’ın talimatıyla yeniden idam cezasını gündemleştirme çabası içindedir. Erdoğan’ın katılmış olduğu miting alanlarında “idam istiyoruz” sloganları yükselmektedir. Bunun teşvik edicisi olan Erdoğan, Türk Parlamentosunda da önemli oranda destek almış durumdadır.

Tüm bu yaşananlar Batı Avrupa merkezlerine ve sokaklarına nasıl yansıyor? Hiç şüphesiz ilerici-devrimci ve duyarlı olan tüm güçler bu gelişmelerden kaygı duyuyor. Soruna insani değerler değil, emperyalist çıkarlar açısından bakan devletler ise; sözde kamuoyunda oluşan bu kaygıları paylaşır nitelikte açıklamalar yapsalarda, özde bu çeteci devletin bir dizi suçuna ortaktırlar. Faşist Türk Devletinin saldırılarına karşı direnme hakkını kullanan devrimcilerin-sosyalistlerin Alman mahkemelerinde yargılanmalarının başka bir açıklaması olabilir mi? Erdoğan’ın bu konudaki şu itirafları gerçek durumun en net halidir.

Tarihi 4 Kasım 2016. Kaynak Hürriyet Gazetesi. Haberin özeti şu: Sarayda oturan çetebaşı şöyle diyor: “…Alman Bakan, terör örgütlerini destekleyen gazetelere yönelik operasyonları kastederek, ‘gelişmeleri kaygıyla izliyoruz’ demiş. Şimdi bizde Almanya’nın bu yaklaşımını, onun ürünü olan uygulamaları kaygıyla, hatta dehşetle izliyorz. Eyy Almanya, Sayın Merkel’e 4 bin dosya verdik. Daha sonra İstanbul’daki son görüşmemizde ‘Sayın Şansölye ben size dört bin dosya vermiştim, bu teröristlerle alakalı, bunların akibeti ne oldu?’dedim. Bana verdiği cevap enteresandı, ‘O dosyaların sayısı 4 bin 500 oldu’ dedi.

Hatırlanacağı gibi baştan itibaren bu operasyonların Faşist Türk Devleti ve Alman Devletinin ortak yapımı olduğunu söylemiştik. İşte itiraf. Tüm bunlar yaşanırken hala kimi Alman Devletinin politikacıları biz Türkiye’deki gelişmelerden kaygı duyuyoruz. diyor. Diğer yandan kaygıların kaynağı olan devlet terörüne karşı mücadele eden Türkiye devrimcileri-sosyalistleri tutukluyorlar. Doğrusu merak ediyoruz. Bizlerin dosyası çete başının verdiği dosyalar arasındamıydı, yoksa Merkel’in vermiş olduğu hediyelik dosyanın içindemiydik? bunu açıklama görevi de iddia makamına düşüyor. Artık Erdoğan’ın açıklamalarının da davayla bir ilgisi yoktur, deme şansınız yoktur. Bu davanın ta kendisi. Çünkü senaryonun hazırlık sürecine tekabül ediyor.

Bu süreç içinde davamızla da bağlantılı olduğunu düşündüğümüz bir başka gelişmede Belçika’da yaşandı. Burada sözünü ettiğimiz bağlantı, mücadelemizin haklılığı-meşrululuğu anlamındadır. Tarih 4 Kasım 2016. Kaynak Yeni Özgür Politika Gazetesi. Habere göre “Belçika’da Kürt siyasetçiler ve Kürt kurumları hakkında ‘terörizm’ suçlamasıyla açılan dava düşmüş. Belçika yargısı “Türkiye’deki durum silahlı mücadele kapsamındadır. Belçika’daki terör yasaları kapsamında yargılama yapılamaz” demiş.

“Brüksel Mahkemesi Kürt televizyonlarına yönelik ‘terör örgütü kurumu’ iddialarını da kabul etmeyerek, Kürt basın kurumları hakkındaki iddiaların yargılama konusu yapılmasının ifade özgürlüğünü ihlal anlamına geleceğini belirtti.”

Bu kararın özü; direnme hakkının kabulüdür. Karşı devrimci şiddetin devrimci direnişi zorunlu kıldığı gerçeğinin anlaşılmasıdır. Geçte olsa, hatta bundan sonra bu kararla ciddi itirazlarda olsa, Avrupa coğrafyasında bir mahkemede böyle bir kararın çıkması, karanlığın içinde zayıfta olsa bir ışığın görülmesi anlamına gelir. Nitekim faşist Türk Devletinin sözcüleri, ortaya çıkan bu cılız ışığı, yaslandıkları karanlığın gücüyle saldırdılar. Türkiye’de güdümlerinde olan yargı kurumun verdiği kararları “Bağımsız Yargının Kararıdır” saygı gösterin” diyen bu Ortaçağ zihniyetin temsilcileri, bir anda Belçika Mahkemesinin vermiş olduğu karara savaş açtılar.

Direnme hakkını yok sayanlar, karşı devrimci şiddetin devrimci direnişi zorunlu kıldığı gerçeğini görmeyecek kadar problemli bir bakış açısına sahip olanlara söyleyeceğimiz tek söz; sizin varlığınız tüm dikta rejimlerinin biraz daha uzun ömürlü olmasına katkı sunuyor. Dolayısıyla bu suç ortaklığına son veriniz.

Sonuç olarak; HDP Eş Başkanları Sayın Figen YÜKSEKDAĞ ve Selahattin DEMİRTAŞ başta olmak üzere diğer sayın HDP’li milletvekillerine, Belediye Eş Başkanlarına, partilere yapılan saldırıları-tutuklamaları kınıyoruz. Faşist Türk Devletine karşı direnmek bir haktır. Asla “terörizm” değildir. Gün yakınma, sızlanma günü değildir. Gün ezilenlerin haklı ve meşru mücadelesine omuz verme günüdür. Gün egemenlerin haydutlar hukukuna, zindancı politikalarına karşı sonuna kadar direniş şiarıyla yürüme günüdür.

7 Kasım 2016