Sayın Mahkeme heyeti,

Özgeçmişime dair hazırladığım metni sunmak istiyorum.

11.06.1965 tarihinde Kürdistan’ın Kiği ilçesinde doğdum. Kürt bir ailenin mensubu olarak, 1972 den 1980 yılına dek ilk ve orta okulu bu ilçede okudum. Babamda bu ilçede öğretmen olarak çalıştığı için 15 yaşıma kadar Kürdistan’ın Kigi ilçesinde yaşadım. Çocukluğumun geçtiği bu çoğrafyada devletin baskısını bire bir yaşadım. Çünkü çocukluk ve gençlik yıllarımın önemli bir bölümü olağanüstü ve sıkıyönetim rejimleri altında geçti. Türkiye Cumhuriyetinde olağanüstü hal rejim koşulları bir istisna değil, sürekli bir durum olmuştur.

Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından beri olmak üzere 1987 yılına kadar geçen 64 yılın 26 yılında Türkiye’de sıkıyönetim askeri rejimi uygulanmıştır. Yine 1987 yılında ilan edilen olağanüstü hal rejimi de 15 yıl sürmüş ve 15 Temmuz 2016 sonrasını da eklediğimizde Türkiye Cumhuriyetinin 95 yılının 43 yılı olağanüstü hal rejimleri altında geçmiştir.

Bu nedenle geçmiş tarihe baktığımızda, gerek 1961 Anayasasında gerekse de 12 Eylül 1982 Anayasasında Türkiye Cumhuriyeti devletini her ne kadar demokratik gösterseler de ancak göstermelik bir demokrasiden öteye geçmemiştir. Askeri faşist cuntalar Türkiye halklarının adeta kaderi olmuştur.

Bu anlamda Türk ordusu sürekli mevcut sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşlukların bulunmasını hep arzulamıştır. Devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği gelenek içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürüp özgürlüklerin ve hakların yok edildiği Askeri faşist rejimlerle devam edegelmiştir.

Oysa demokratik bir devlet anlayışında olması gereken ‘Devlet toplum içindir’ özdeyişi tersine çevrilerek ‘Toplum devlet içindir’ anlayışı esas olmuştur.

Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir.

Bu bakımdan geçmişten günümüze kadar, Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından yapılan saldırı ve katliamlar bu anlayışın bir ürünü olarak tezahür etmiştir.

Bu olağanüstü hal ve sıkıyönetim döneminde benim çocukluk ve gençlik yıllarımı kapsayan ve aynı zamanda da politik düşüncelerimin oluşmasında etkili olan bazı olayları – kısacada olsa – vurgulamak istiyorum. Zaten bu olaylara kısmi olarak da bilirkişi sayın Neumann da değinmişti.

1977 yılında Taksim meydanında 1 Mayısı kutlamak içini 500 bin kışinin katıldığı gösteriye açılan ateş sonucu 34 kişi hayatını kaybetti. Yüzlercesi de yaralandı. Ve bu tarihte ben 12 yaşındaydım. O dönem evimizde televizyon olmadığı için, radio haberlerinde günlerce bu saldırı olaylarını dinledim.

Daha sonraki zamanda, dönemin DISK (Devrimci işçi sendikası) başkanı Kemal Türkler’in eşi Sabahat Türkler bir gazeteye verdiği demecinde katliamı şöyle anlatıyor:

‘Saldırıyı gözlerimle gördüm. İki üç kişiydi. Çünkü herkes o tarafa bakıyordu. Bunu gördüm. Panzerler altında insanlar can veriyordu. Kurşunlardan çok panzerlerin altında kaldı insanlar. Kıyma makinesi gibi adeta panzer paletlerinin arasında insan etleri çıkıyordu. Korkunç bir olaydı.”

Yine dönemin CHP Genel başkanı Bülent Ecevit de demecinde şöyle anlatıyor:

‘Daha ilk günde karşımıza duvar çıkmaya başladı. Yani ateş açıp halkı paniğe kaptırıp 30’un üzerinde insanın ölümüne neden olanlar belli. Yani emniyet onların mutlaka filmini çekmiş olmalıydı. Ona rağmen hiçbir bilgi alamadık.’

Fakat daha sonra olayın araştırma neticesinde bu saldırı Gladionun Türkiye’deki özel kuvvetleriyle gerçekleştirildiği bir çok kesim tarafından ortaya konuldu.

 

Ve aradan geçen 1 yıl sonra 16 Mart katliamı gerçekleşti.

16 Mart 1978 günü sol görüşlü öğrenciler İstanbul üniversitesinin Beyazıt meydanına açılan kapısında dışarıya çıkarlarken öğrencilerin üzerine ateş edilmiş ve bir el bombası öğrencilerin üzerine atılmıştı. Yapılan saldırıda 7 öğrenci hayatını kaybetti. 50 den fazla öğrenci de yaralandı. Bir süre sonra bombayı atan Zülküf İsot ismli kişi katliamı ailesine itiraf ediyor. Ve ablası Remziye Akyol’a yaptığı itirafta şöyle diyor:  ‘üniversiteye polis aracı ile gittiklerini, polislerin de kendilerine yardım ettiğini, bombayı kendisine attırdıklarını o anda insanların feryatlarını, bağırmalarını gördüğünü anlatmıştır. Ve Zülfü İsot yaptığı bu itiraftan kısa bir süre sonra öldürüldü. Katili de kendisi gibi bir ülkücü faşist olan Latif Aktıy’dı. Bundan dolayı 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu konuda asıl önemli olan açıklamayı ise ülkücü Ali Yurtaslan yapmıştır. Öğrencilerin üzerine atılan bombayı ülkü ocaklarının ikinci başkanı Abdullah Çatlı’nın temin ettiğini söylemiştir. Ali Yurtaslan’a göre Abdullah Çatlı orduda görev yapan bir yüzbaşından bir miktar patlayıcı temin etmiş, bir bölümü Istanbul’da bir bölümünü ise Ankara’daki saldırılarda kullanmış. Bu olaylada kontragerilla elemanı Abdullah Çatlı’nın ismi de ilk defa kamuoyuna duyurulmuş oluyordu.

Yine aynı yıl içerisinde, 3-4 Eylül 1978 günlerinde Sivas’ta Alevi-Sünni kışkırtması neticesinde iki kesim arasında çatışmalar çıkmıs. İlk çatışma anında iki alevi kadın katledilmişti. İki gün süren olaylarda da 10 kişi hayatını kaybetmiş yüzlercesi de yaralanmıştır. 351 işyeri ve 97 konut da ateşe verilerek tahrip edilmiştir. Olaylar anında sunni kesimin başını çeken ve liderlik edenlerin şu sloganları attıkları dönemin medyasında çıkmıştır. ‘Kanımız aksa da zafer islamındır. Milliyetçi Türkiye, Müslüman Türkiye. Komünistlere ölüm. Komünistler Moskovaya’ şeklinde atmışlardı.

Daha sonraki dönemde bu olayların yargılanmasını yapan mahkemenin tespitleri şöyle olmuştur:

‘Bazı güvenlik güçlerinin beyanında Sivas’a dışardan toplulukların getirildiği belirlenmiş, Sivas’a gelen kişilerin Alevi vatandaşlarına ait işyerleri, evleri, arabaları ve sokak kapı numaralarını kırmızı boya ile işaretledikleri görülmüştür.’ (Kaynak: Sıkıyönetim komutanlığı, 2. Nolu Askeri mahkemesi, 7 Temmuz 1981 tarihli kararı Sayfa 50-51)

 

Bu yıllarda devrimcilere, sosyalistlere, Kürtlere ve Alevilere dönük saldırılar hız kesmeden şehir şehir sıraya konularak devam ediyordu. Bu defa da sıra Kahramanmaraş’a gelmişti.

Ve 1978 yılının Aralık ayının ikinci haftasında Kahramanmaraş sokaklarında ilginç bir hareketlilik yaşanır. Nüfus memuru olduklarını belirten görevliler Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahalle ve semtlerde sözde yeni Nüfus sayımı için evlere numaralandırma yapıyorlardı. Gidilen evlerin kapısı kırmızı boya ile boyanıyordu. Fakat bu planın nedeni bir hafta sonra anlaşılacaktı.

19 Aralık günü kalabalık bir grup Ülkücü faşişt önce CHP il merkezini, PTT ve TÖB-DER (Tüm öğretmenler birleşme ve dayanışma derneği) binalarını işgal ederler. Çıkan çatışmalarda sol görüşlü Mustafa Yüzbaşıoğlu ve Naci Çolak isimli iki öğretmen faşist ülkücüler tarafından katledildiler.

20 Aralıkta ise bu kez Alevilerin gittiği Akın kahvehanesi ülkücüler tarafından bombalanır. Bu saldırılardan güç alan devlet destekli diğer aşırı dinci, fanatik, bağnaz ve milliyetçi kesimler harekete geçerek silahlı ve sopalı gruplar halinde Kahramanmaraşın Alevi mahallelerine saldırmaya başlarlar. Günlerce süren saldırı ve çatışmalarda 105 kişi hayatını kaybeder. 176’sı da ağır yaralanır. Alevilere ait 210 ev 70 işyeri yakılarak talan edilir. Birçok Alevi kadını ülkücü faşistler tarafından tecavüze uğrar.

19-26 Aralık 1978 tarihindeki bu olayların yoğun olarak devam ettiği üç gün boyunca devletin hiçbir güvenlik gücünün müdahale etmediği olayların görgü tanıklarınca bize ifade edilmiştir. Gazeteci Mehmet Ali Birand da hazırladığı 12 Eylül belgeselinde bu gerçeği vurgulamaktadır. Olayların görgü tanığı Mehmet Kaplan isimli şahıs şöyle anlatıyor:

‘Ben böyle bir hikmet bir alamet görmedim. Önde gelenlerin hepsi yüzü maskeliydi. Arkada gelenlerin kiminin elinde balta, kimisinin de elinde kılıç ‘Allah, Allah’ diye geliyorlardı.

Yine Kahramanmaraş katliamında bizzat yer alan MHP’li Ökkeş Şendiller daha sonraki dönemde yargılandığı davada verdiği ifadesinde, Kahramanmaraş olaylarını dönemin sıkıyönetim komutanı general Tayyar’ın bilgisi dahilinde gerçekleştirdiklerini ortaya koymuştur. Özellikle de bu konuya ilişkin Yavuz Donalt’in Vitrininden kitaplar serisinde daha geniş bilgiye ulaşılabilir. Bu olayların ardından 26 Aralık 1978 tarihinde Istanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve Şanlıurfa olmak üzere toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi.

Ve bu saldırılarda dökülen kanlar daha kurumadan 27 Mayıs 1980 tarhinde ortaya konulan sistematik saldırı planları bu kez Çorum’da devreye sokuldu. Kentin Alevi ve Solcu mahallelerine saldırılar yapıldı. İlk saldırılarda 4 kişi hayatını kaybetti. 100’den fazla ev ve işyeri yakıldı. Faşist güruhların kin ve nefreti, Alevi ve solculara dönük o kadar derinleşmişki çıkardıkları yangınları söndürmeye gelen itfaiye araçlarının su hortumlarını keserek müdahaleyi etkisizleştirmişler. Bu olaylardan sonra ölü sayısı 33’e çıkmış ve bir çoğu işkenceyle öldürülmüştür.

Olayı bizzat yaşayan tanık Sadık Erdal bu konuda şöyle söylemiştir.

‘Bizi bir semte götürdüler. O semtte bizi minibüsten indirdiler. Kadın erkek ve aramızda yaşlılar da vardı. Çivi çakılmış sopalarla dövdüler bizi. Benimle beraber işkence gören isanlardan üç kişi gördüğü işkenceye dayanamayarak olaydan çok kısa süre sonra hayatını kaybetti.’

Yine faşist ülkücü Adnan Baran verdiği ifadesinde şöyle demektedir:

‘Bizimkiler bir yerlerden silah bulmuştu. Kendisini ülkücü olarak tanıtan bazı subaylar bize silah ve patlayıcı verdiler ve böylece işimizi görmüş olduk.’

Evet tarihe kayıtlı olan bu olaylar daha da çoğaltılabilir. Ben 15 yaşına kadar bu olayların içinde büyüdüm ve bu saldırılara karşı yapılan protesto gösteri ve etkinliklere bulunduğum alanda katılıyordum. Yine 13 Eylül 1980 sabahı Askeri faşist cuntanın askeri güçleri yine evimizin kapısına dayanmışlardı. Evimiz kuşatma altına alınarak baskın yapıldı. Bu baskın sırasında henüz 15 yaşındaydım. Diğer kardeşlerim benden küçüktü. Askerler eve girdiğinde annemi ayrı bir odaya, beni ve kardeşlerimi de ayrı bir odada yüzümüz duvara çevriltilerek onlarca silahlı Asker namlularını bize doğrultarak bizim öylece kalmamızı istediler. Oturma odasındada babamla yüksek sesle ve azarlayarak konuşuyorlardı. Diğer yandanda evimizi arıyorlardı.

Daha sonra babamı tutuklayıp birlikte götürdüler. Kiği askeri karakolunda bir akşam kaldıktan sonra, Elazığ’da işkenceleriyle ünlü binsekizyüz evler olarak bilinen hapishaneye koydular. Ve bu tutuklanmada öne sürülen gerekçeler

şunlardı: Babam öğretmen olduğu için TÖB-DER (Tüm oğretmenler Birleşme ve Dayanışma derneği)’ne olan üyeliği ile solcu ve kürt olması nedeniyle sakıncalı görülüp sıkıyönetim mahkemesi tarafından tutuklandı. Bu hapishanede kaldığı 8

ay süresince her ay otobüsle ziyaretine gidiyordum. Daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Ancak, 1402 sayılı kanun hükmünde kararnameyle görevinden alınarak memurluktan men edildi. Ve bu durum yalnızca bize yönelik bir saldıri değildi elbette. 12 Eylül askeri cuntasının baskısı tüm toplumu etkilemişti.

Toplumun önemli bir kesimine yönelik tutuklama, Işten çıkarma ve sürgün etme adeta olağan bir durum gibi uygulandı.

Bu anlamda 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası ile birlikte 650 bin kişi gözaltına alındı. Uzunca aylara varan gözaltı sürelerinde insanlar ağır işkenceler gördü. Bir milyon 683 bin kişi, komünist, kürt alevi ve muhalif denilerek fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 7 bin kişi için ölüm cezası istendi. 517 kişiye ölüm cezası verildi.  Bunlardan 124 kişinin ölüm cezası askeri yargıtay tarafından onaylandı. Haklarında ölüm cezası verilenlerden 50’si idam edildi ve yaşamlarına son verildi.  Ölüm cezası verilenlerin 259’unun dosyası parlamentoya gönderildi. 71 bin 500 kişi TCK’nın 141, 142 ve 163 üncü maddesinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçlamalarından dolayı yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı solcu ve  Kürt olduğu için işten atıldı.

18 bin 525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi mülteci olarak yurt dışına çıkmak zorunda kaldı.  366 kişi kuşkulu  bir şekilde hayatını kaybetti. Ve bunların ölüm sebebi bir türlü araştırılmadı. Cezaevlerindeki ağır işkenceler sonucu 299 kişi yaşamını yitirdi.  Bunlardan 171 nin işkenceden hayatını kaybettiği belgelendi. 12 Eylül cuntasını protesto etmek için de yapılan açlık grevlerinde 14 kişi yaşamını yitirdi. 937 film sakıncalı olduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin  faaliyetleri durdurularak kapaltıldı. Onlarca Siyasi parti ve sendika kapatıldı ve yasaklandı.

Babamın da içinde olduğu 3 bin 854 öğretmen  120 üniversite öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4000 yıl hapis cezası istendi. Ve gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezaları verildi. Gazetelere 300 gün yayın yasağı konuldu. 100 binlerce yayına el konuldu. Ve yakılarak imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 113 bin 607 kitap yakılarak imha edildi. (Kaynak, T.C. Ankara 10 uncu Ağır Ceza Mahkemesi Karar No. 2014/137).

Bu dönem içerisinde faşist Türk Devleti Kürdistan’da köyleri zorla boşaltıyor, evleri yakarak talan ediyordu. Yoksul kürt köylülerinin  ürünlerine zorla el koyarak, yıldırmaya ve teslim almaya çalışıyordu. Yine tarihini tam olarak hatırlamadığım bu yıllarda babamın köyünde ve babamın köydeki evi de olmak üzere beş tane ev T.C. askerleri tarafından yakılmıştı.

İçinde bulunduğumuz bu durumdan dolayı Kürdistan’dan İstanbul’a taşındık. Burada da babam işsiz olduğu için akrabalarımızın dayanışmasıyla bir kahvehane açtı. Ben de 1981’de liseye başladım. Boş zamanlarımda kahvede babama yardım ediyordum. Okuldaki arkadaş çevrem devrimci ve demokrat kesimlerden oluşuyordu. Bu dönem arkadaş grubumuz içinde ben ve birkaç arkadaşım TKP/ML’ye sempati duyuyorduk. Böylece bazen elimize geçen bildirileri çoğaltarak dağıtıyorduk. Bu çalışmalardan dolayı iki defa kısa süreli gözaltına alındım. Fakat fiziki olarak herhangi bir işkence görmedim. Sadece polislerin aşağlamalarına, küfürlerine ve tehditlerine maruz kaldım. Ancak bu yıllarda Ailemiz olarak, çok yoğun devlet baskısı altındaydık. Babam her hafta polis karakoluna gitmek zorundaydı. Ve rutin olarak her üç ayda bir evimiz basılıyor ve arama yapılıyordu. Bu durum fena halde hem psikolojimizi bozuyordu hem de geleceğimizi dair yaşam planlarımız altüst etmişti.

Yine 1983 yılında gittiğim lisenin müdürü bir gün beni odasına çağırarak: ‘Git kendine başka okul bul, bu okulda sana yer yok’ diyerek beni okuldan uzaklaştırdı. Bu süreden sonra babamın yanında çalışmaya başladım. Dolayısıyla okul sürecim bittiği için 1984 yılında Askere alındım. 18 ay askerlikten sonra İstanbul’a döndüm ve yaptığım bazı politik çalışmalarımdan dolayı takibata uğradım. Bunun üzerine 1988 yılında Almanya’nın Duisburg şehrinde politik sığınma talebinde bulundum. 1990’da evlendim. 1993’te bir oğlumuz doğdu. 1990 ile 1999 yılları arasında çeşitli işyerlerinde çalıştım. Ayrıcada 1994 yılından itibaren’de ek iş olarak taksi sürdüm. 2003 yılında eşimden ayrıldım. Haziran 2006’dan Mayıs 2008 yılına kadarda Fransa’da tutuklu kaldım.

Sayın Yargıçlar

Tüm bunların dışında son olarak iki noktaya değinmek istiyorum. Birincisi Türkiye de yaşadığım sürece kısa süreli poliste gözaltına alınmama rağmen yazımın içinde de belirttiğim gibi ağır fiziki bir işkence görmedim. Ancak ağırlaştırılmış psikolojik işkence ile (Beyaz işkence olarakta tanımlanan) 15 Nisan 2015 tarihinde tutuklandığımız günün hemen ardından yapılan işlemlerden sonra beni Nürnberg hapishanesine teslim ettiklerinde tanıştım.

Şöyle ki, bu hapishanede kaldığım bölüm 24 hücreden oluşan uzunca bir koridordu. Fakat bu koridorda bulunan 24 hücrenin tamamı benim için boşaltılarak beni bu koridorda yanlız bir hücreye koydular. Burada çok ağır koşullar altında hiç bir canlının bulunmadığı dört ayı geçkin süreyi bu ağırlaştırılmış izolasyon ve tecrit uygulması altında geçirdim. Uzun bir dönemi kapsayan bu tecrit içinde her şeyden yalıtılmış bir biçimde günümün 23 saati kapalı hücrede geçti. Günlük bir saat olan havalandırma ise, hapishane binasının çatı katında bulunan ve altı adım uzunluğunda olan her yanı ile üstü sıkışık çelik tellerle örülmüş ve yabani hayvanların ancak konabileceği küçük bir kafesin içinde günde bir saat ve yanlız havalandırmaya çıktım.

İnsana dair olan tüm sosyal faaliyetlerden, ilişkilerden koparıldım. 5 aya yakın bir süre boyunca bu izolasyon şartları altında tutuldum, ancak beşinci ayımın dolmasına yakın bulunduğum koridorda hücre penceresinden konuşabilmemiz için yan hücreme bir tutsak getirildi. İçinde bulunduğum tecritin son bir ayını da bu tutsak arkadaş ile günde bir saat sohbet ederek geçirdim. Bu işkence yöntemi benliğime yönelik topyekün bir saldırı biçimi olarak uygulandı.

Şimdi burada sormak istiyorum: Bu ağır işkence koşullarının uygulanmasında hukuki ve insani olarak dayandığı zemin neydi acaba? Çünkü bu durum sadece hukuki bir mesele değildir. Aynı zamanda bir vicdan ve ahlak sorunudur da.

İkinci Noktaysa, Federal savcının adli yardım kapsamında Fransa’dan istediği bilgide benim Fransa da eylem yapma hazırlığı içinde olduğumdan bahsediliyor. 2006 ile 2008 yılları arasında Fransa’da tutuklu kaldığım sürece ve bu davada ceza almış olmama rağmen  “eylem yapma, yada eylem hazırlığı içinde” olmama ilişkin ortaya konulmuş somut bir delil yoktur. Ayrıca Fransa’da yargılandığım sürece bana yönelik böyle somut bir suçlama da yapılmadı. Böyle bir soru da sorulmadı. Ve böyle bir durum olmadığı halde, burada gündeme getirilmesi mevcut davamızı kasıtlı olarak etkilemeye dönük bir girişimdir.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.