Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

Avukatlarımızın çeşitli konulara ilişkin verdikleri dilekçe ve yaptıkları kimi itirazlara verdiğiniz yanıtlarda davaya ve dolayısıyla da bizlere yönelik kimi tanımlama ve tespitler yapmaktasınız. Bu noktada özellikle 151.4, 155.6 ve 155.7 numaralı ek protokollerde yer alan kararları sözkonusu ediyorum. TKP\ML üyesi olarak yargılanan ve TKP\ML’nin niteliğine yönelik yapılan tüm tanımlamalardan doğrudan etkilenen bir kişi olarak kimi tespit ve tanımlamalarınızın gerçeği ifade etmediğini ve bu nedenle de bu tanımlama ve tespitleri reddettiğimi belirtmek isterim. Diğer taraftan bu dava kapsamında ele alınan belgelerin ve dava konusu edilen olayların tarafınızdan negatif anlamda bir önkabulle ele alındığı görülmektedir. Bunun nedeni, davanın varediliş nedeniyle doğrudan ilintilidir.

13.10.2014 tarihinde Deşt karakoluna yönelik gerçekleşen ya da öyle kabul edilen sözde saldırının 151.4 numaralı ek protokolde yer alan kararınızdaki ele alınışında da benzer bir mantık silsilesi devam etmiştir. Deşt karakolu o bölgede halka karşı düşmanca tutumuyla bilinen bir karakoldur. Deşt karakolu, TSK’ne ait, Dersim’deki bir jandarma karakoludur. Diğer taraftan da bu eylemin Suriye Kürdistanı’nda IŞID tarafından Kürtlere yönelik saldırı ve katliamlara faşist Türk diktatörlüğü ve ordusunun verdiği desteğe bir tepki olduğu da ifade edilmektedir. 

Mahkeme 151.4 numaralı kararında, eylemin TKP/ML tarafından PKK ile birlikte gerçekleştirildiği spekülasyonunda bulunuyor. Asgari düzeyde demokrat bir yaklaşımla dahi, TKP/ML ile PKK arasında bir ortaklık var diyerek Arşimet’in suyun kaldırma kuvveti teorisini bulmuş gibi heyecana kapılmak yerine aklıyla Türk devleti ile IŞID arasındaki doğrudan bağa odaklanır. Gerçek anlamıyla terörizm ve terörist çıkarılacaksa oradan rahatlıkla çıkarılacaktır. Fakat ne yazık ki burada tam tersi oluyor. 

Böyle bir eylemin TKP\ML tarafından gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinden bağımsız olarak, farklı bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Terörizm tanımlaması yapabilmek ya da terörist olarak kişileri suçlamak için hangi kriterlerden yola çıkılıyor? Sivil insanların hedef alınması mı esas hareket noktanız yoksa bir bütün olarak verili devlete yönelik her türlü girişime mi karşı çıkıyorsunuz? Öyleyse, Suriye’deki resmi iktidara karşı şavaşan, hem de şeriat düzeni isteyen güçlere verilen destek, gösterilen teveccüh düşünüldüğünde buradaki durumla kıyaslandığında ortaya çıkan farklı yaklaşımı nasıl anlamalıyız? Silahlı çatışmaların neredeyse kesintisiz yaşandığı bir bölgede yöre insanlarından bazılarının resmi elbise giymeksizin devletin askeri operasyonlarının bir parçası olduğu durumda onları sivil ve sıradan herhangi bir insan gibi ele almak tutarsız bir yaklaşım olmaz mı? Soruları uzatabiliriz ama gerek yok. 

Bu davanın niteliği, zamanlaması, hedefleri vs. üzerine defalarca tarafımızdan açıklamalarda bulunulduğu için tekrardan ayrıntısına girmek gereksiz. Fakat bazı noktalara, tekrara kaçsa da, değinmek gerekiyor. Dava süresince çok kullanılan bir kavramla ifade etmek gerekirse, gerçeğin ortaya çıkarılması için bu gereklidir.

Bu dava hepimizin gayet iyi bildiği nedenlerle açılmıştır ve ağzımızla kuş tutsak da “üç aşağı beş yukarı” başta belirlenen karara uygun olarak sonuçlanmaya doğru gidecektir, gitmektedir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu dava hem de yürütmenin onayıyla açılmışsa (bir hukuk davasının olup olmayacağının yürütmenin onayına bağlı olmasının absürtlüğünü bir kenara bırakırsak) bu demektir ki, alınacak karar da kendi içerisinde esas olarak hazırdır. “Dışpolitikada hükümete oldukça fazla insiyatif tanındığı” açıklamaları bu davayla ilgili kimi belgelerde açıkça geçtiği için, belirleyici olan da devletler arası ilişkiler olmaktadır : “…Cezai takibata dair çekince kaydının amacı orantısız dışpolitik dezavantajları beraberinde getirmesi halinde ceza davasını yürütmekten vazgeçme imkanı sağlar. Böylece burada önemli olan, suçlarla mücadele stratejisi veya dışpolitik çıkarlarını yabancı terörist örgütlere katılanların takip edilmeleri veya edilmemeleri aracılığıyla, yönlendirebilmesi ve destekleyebilmesi için Federal Almanya Cumhuriyetine gerekli hareket alanı vermektedir…Bu düzenlemenin de yürütmenin zaten oldukça fazla olan hareket alanını genişletmesi durumunda… düzenleme, yürütmenin dış politika alanındaki önceliğine uygundur…Anayasa hükümete, kendi sorumluluğunda görevlerini yerine getirirken dış politika alanında oldukça yüksek hareket alanı bırakmıştır (Anayasa Mahkemesi kararları 104,151,207).Buna karşılık hem yasa koyucunun hem de yargı erkinin rolleri işlev hakkaniyeti nedenlerinden dolayı, bu alanda sınırlıdır (Anayasa Mahkemesı kararları yukarıda belirtilen yer). Fedaral hükümetin kendisine tanınan hareket alanında izlediği amaçlar ve bu konuda kullandığı stratejiler, mevcut hukuksal kriterlerin yetersizliği nedeniyle mahkeme kontrolüne tabi değildir…”

Burjuva demokrasisisinin demokrasi olma iddiasının temel argümanlarının başında gücün tek elde toplanmasını engelleyen, iktidar gücünü dağıtarak verili gücün kullanımında tekelleşmeyi ve dolayısıyla gücün suistimal edilmesini engelleme amacı güden kuvvetler aykırılığı ilkesi gelir. Bu yasa maddesi açıkça bunun demogojik bir söylem olmasının ispatlarından biridir. Dolayısıyla hukuk kitaplarında ya da Alman Ceza Yasasında ne yazdığından öte devletin uluslararası çıkar ve ilişkiler kitabında ne yazdığı önemlidir. Bu kitapta yazansa hepimizin gayet iyi bildiği gibi sermayenin öncelikleridir. Sermaye ise esas olarak her türden gericilikten beslenir. Gericilik sermayeye sürekli kan taşınması olanağını sağlar. Tam da bu nedenlerdendir ki, sermayenin yönlendirdiği dış politika her türden gericilikle koalisyonlar kurarak devrim ve demokrasi güçlerini sindirmeyi, yok etmeyi hedefler. Bu özgülde de yaşanan budur. Dolayısıyla siyasal iktidarın öncelikleriyle kendisini biçimlendiren bir hukuk burjuva anlamda dahi sorunludur. Verili ve kabul edilen demokrasi kriterleri baz alındığında hukuk siyasal iktidarın kontrol edilmesinde en etkili araçlardan biri olması gerekirken bunun tersi bir durum söz konusu ise siyasal iktidara bağımlı bir hukuk “mutlak egemenlik” geleneği  içerisinde siyasal iktidarın toplumu denetlemek ama kendini denetletmemek için kullandığı bir baskı aracına dönüşür. Böylesi bir durumda ise , “ hukuk devleti” denilen tanımlamayı “devletin hukuku” olarak anlamak ve tanımlamak daha yerinde olacaktır. Devlet İçerisine kimi manipülatif soslar eklense de eğemen sınıfların iktidar ve yönetme organı olan devlet egemen sınıfın çıkarları temelinde ulusal ve uluslararası alanda kendisini şekillendiren bir gerçekliğe sahipken “devletleşen hukuk” bağımsız olma iddiasına rağmen egemen çizgiye göre biçimlenecektir, biçimlenmektedir. 

Tüm bu gerçekliğe rağmen davayı yürütenler davaya kendi renklerini verebilirler mi? diye sorduğumuzda, bunun yanıtı hem evet hem de hayırdır. Hayırdır, çünkü zemin olarak kullanılan Anayasa ve Alman Ceza Kanunu bütünlüklü bir reddedişi engellemiştir. Evettir, çünkü en katı sistemlerde dahi uygulayıcılar yaptıkları uygulamalara kendi renklerini verebilmektedirler. Burada ise yasaları uygulayanların düşüncelerinin rengi önem kazanmaktadır.

Mahkeme heyetinin ve iddia makamının karşı açıklamalarının genel olarak çok akıllıca hazırlandığını kendi adıma teslim etmem gerekir. İsa’nın Yeni Ahit’te dediği gibi: “Sezar ın hakkı Sezar’a.” Fakat, akıllıca hazırlanmış olması bütünlüklü olarak geçeği ifade ediyor mu ya da gerçeğin ortaya çıkarılmasına bütünlüklü olarak hizmet ediyor mu? diye soracak olursak buna yanıtımın hayır olduğunu söylemeliyim. 

Gerçeklik kişilere göre değişmez. Doğrudan ifade etmek gerekirse, gerçek dediğimiz olgu her birey, grup ya da topluluğun, kendisine göre tanımlama yapabileceği esneklikte ele alınamaz. Eğer, aynı olguya ilişkin, birden fazla “gerçek” tarifi ortaya çıkıyorsa, bu durum, gerçeğin kendisinin esnek ve şekil alabilir bir niteliğe sahip olduğunu değil, gerçeği tanımlama da bir problem olduğunu gösterir.

Demagoglar, “Sürekli tekrarlanırsa, insanları bir karenin daire olduğuna inandırabiliriz,” derler. Doğrudur, insanlar çeşitli gerekçelerle, “bir karenin daire olduğuna” inanabilir ya da inanmayı tercih edebilirler. Fakat, bu durum “karenin daire olmadığı, kare olduğu” gerçeğini değiştirmez. Yalnızca, manipülasyonun başarılı olduğunu gösterir. TKP\ML Türkiye ve Türkiye Kurdistanı’nda hüküm süren faşist diktatörlüğe karşı Demokratik Halk Devrimi mücadelesi mücadelesi vermektedir. Genelleme yaparak söylersek, işçi ve emekçilerin faşist diktatörlük ve emperyalist efendileri tarafından gasbedilen haklarını geri almayı amaçlar. İdeolojik yapılanmasından kurumsal olarak örgütlenmesine kadar kendisini “baştan aşagı” bir şiddet organizasyonu biçiminde örgütlemiş faşist diktatörlük gerçekliğine karşı çesitli mücadele biçim ve yöntemlerini kullanmaktadr. Bunlardan bir tanesi gerilla mucadelesidir, ama yalnızca bir tanesi.TKP/ML sendikal mücadeleden kadın haklarına çevre sorunlardan ulusal soruna kadar bir çok meselede düşüncelerini ortaya koymakta, pratik tavır takınmakta ve örgütlenmeye çaba göstermektedir. 129b maddesinde geçen absürt tanımlamada olduğu gibi ‘insan öldürmek için kurulmuş’ bir örgütlenme değildir. TKP/ML’nin tavrı davada sözkonusu edilen eylemler nezdindeki açıklamalarına baktığımızda dahi bunu görmek mümkündür. Tabii ki gerçekten neyi görmek istediğimiz önemlidir. TKP/ML’ ye maledilen herhangi bir eylemi ele alırken TKP/ML’nin açıklamalarını deyim yerindeyse “es geçip” diktatörlüğün katillerinin yazı ve açıklamalarını esas alırsanız çıkarılacak sonuç baştan bellidir.

Daha önce bir başka vesileyle söz aldığımda, bizim memlekette hukuk, adalet vb. kavramlar üzerine sürekli tartışmalar yürütüldüğünü ve bunun nesnel nedenleri olduğundan bahsetmiştim. Kıssadan hisse anlamında, geçtiğimiz aylarda akademisyen ve gazetecilerin “terörist” oldukları gerekçesiyle hapsedilmeleri veya işten çıkarılmaları döneminde Özgür Politika gazetesinde yayınlanan bir makaleden bir bölümü aktarmak yerinde olur diye düşünüyorum:

“Adalet kavramı söz konusu olduğunda zihnimizde mitolojide adına Themis denilen, adaletin ve hakkaniyetin tanrıçasının o bildik heykeli beliriyor. Bir elinde terazi, bir elinde kılıç, gözleri bağlı olan o simge: Elindeki kılıç, adaletin gücünü ve cezalandırma yetkisini; gözlerindeki bağ tarafsızlığı; diğer elindeki terazi, hukuku, hakkaniyeti koruduğunu, insanın özlem duyduğu ve olmasını istediği bağımsız, tarifsiz, adaletin dengeli şekilde dağıtıldığı caydırıcılığı olan bir hukuk düzeninin ifadesi olarak düşünüyoruz.

Ancak, Türkiye gibi ülkelerde, yönetim tarafından düşürülmüş tanrıça mızıkçılık yapar, gözbağının altından çaktırmadan kurbanı önce göz ucuyla keser, sonra yine başlar körebe oynamaya, önce cezasını keser, sonra ona uygun bir sebep bulur. Terazisinin ayarı bozulmuştur, kılıcı da zalimin zulmüne amadedir…

Bir ülkede hukukun ve adaletin egemen olması, her şeyden önce adalet mekanizmasının, burada belirtilen anlamda “gözünün bağlı” olmasına bağlıdır. Gözbağı çözülmüş bir yargının bir davada adil karar verebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, gözünü adalet dışı ve özellikle de kurulu egemenlik yapısının duyarlılık ve önceliklerine açan bir yargı kararından adalet çıkmayacağı gibi, bu kararın ‘vicdani’ olduğu da söylenemez.

Başka kavramlar için söylenemez belki ama hakikat izafi değildir. Kendisinden başka hiçbir şeye göndermesi olmayan yetkinliktedir.”

TKP/ML’nin kendisi gibi düşünmeyenlere zarar vermeyi , öldürmeyi meşru gördüğü ve hatta amacına ulaşmak için çocukların ölümüne sebebiyet vermekten çekinmediği biçiminde anlaşılabilecek tesbit ve sonuç çıkarımları gerçek değildir. Böyle bir sonuç çıkarımı ancak artniyetli bir anlayışla açıklanabilir. Çünkü, gerçek bu değildir. Bu tarz ele alış şöyle bir tabloyu ortaya çıkarmaktadır: Faşist de olsa, islamcı da olsa , en temel demokratik normları barındırmasa da, her türden muhalifi hapishanelere kapatsa da, işkence yapsa da, katletse de ¨Kutsal Devlet¨ korunmalıdır. Dolayısıyla eldeki belge ve bilgileri ele alış ve yorumlayış da bu arka plan üzerinden şekillendiği için akılcı gibi görünen yorumlar ¨nalıncı keseri¨ gibi hep bir tarafa doğru yontmaktadır. Böyle olunca da bu tarz açıklamaların neresini düzeltelim durumu oluşuyor.

Kişi olarak TKP/ML şu eylemi yapmıştır ya da yapmamıştır tartışmasında yer almak istemiyorum. Bunun çok fazla bir anlamı olduğunu da düşünmüyorum. Eldeki belgelerden de açıkça görüldüğü gibi TKP/ML‘nin proğramı, hedefleri ve bu hedefe ulaşmak için kendisince belirlediği yol ve yöntemler bellidir. TKP/ML Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda hüküm süren ve bir devlet biçimi olan faşist diktatörlüğü yıkmak yerine Demokratik Halk İktidarı kurmak istemektedir. Gerçekten TKP/ML’ye ait olduğu düşünülecek olsa dahi, sözkonusu açıklamadan TKP/ML’nin suçunu kabullenerek kamuoyuyla paylaştığı sonucu çıkar. Erzincan’da yaşanan vahim olay sonrası ortaya konulan tavır bu açıklık ve samimiyeti göstermektedir. İstemeyerek de olsa yapılan yanlışı halktan saklayabilme koşulu olmasına rağmen, açıklama yaparak (hiç açıklama yapmayabilirlerdi) TKP/ML‘nin bu vahim olay karşısındaki duruşunu somutlamışlardır. Bu açıklama orta yerde dururken, Mahkeme Heyetinin kararında iddia ettiği gibi, sanki bu açıklama somut gerekçeler gösterilerek yapılmamış veya hiç üstlenilmeme koşulları varken sanki zorda kalarak böyle bir açıklama yapılmış anlamında kurgular yapmak gerçekle kendi hedeflerine uygun bir biçimde oynamak çabasıdır. Gerçekle bu biçimde oynama çabası masumane olarak görülemez. Varolan değil kafalarımızda oluşturduğumuz gerçeğin gerekçelendirmesine hizmet eder. Bu yaklaşım ortaya kendisi gibi düşünmeyenlere saldırmayı, öldürmeyi mübah gören hatta işi çocukların öldürülmesine kadar götüren bir örgüt ve bu anlayışın savunucusu olan bileşen çıkarma çabası gerçeği tahrif eden bir düşünce ve sonuç çıkarımıdır. Genel olarak devrimcilerin özel olarak da TKP/ML‘nin böyle bir yaklaşımı olmadığı davaya konu olan bir çok belgede mevcuttur. Avukatlarımızın verdiği dilekçelere oldukça akıllıca yanıtlar veren mahkeme heyetinin bu gerçekliği görmediğini kendi adıma söyleyemem. Görmektedir, fakat, burada mahkumiyete gerekçeler oluşturmak maksadıyla gerçeklerle oynanmakta, gerçeklik amaca uygun hale getirilmektedir. Karşı tarafın devasa saldırganlığı görmezden gelinip meşrulaştırılırken bütün dikkatler saldırıya maruz kalanların verdikleri karşılıklara çekilmektedir. Herkes kendi “kutsalı”nın zarar görmesinden üzüntü duyar, bunu sorun edermiş. İnsanların kendi benzerleriyle ortak akıl oluşturması… duyarlılıklarının aynı noktalar üzerine yoğunlaşması ve karşılıklı “empati”ninde benzer değerler üzerinden şekillenmesi, insan doğasına uygun bir durumdur. Olan da budur.

Zaman zaman Türkiye’de yaşananları biliyoruz anlamında cümleler sarfedilse de devam eden yaklaşımlardan anlaşıldığı gibi aslında bu tür sözlerin «vicdan rahatlama» dışında bir anlamı olmamaktadır. «Türkiye’de yaşananları biliyoruz» ortalama bir Alman vatandaşının söyleyebileceği sözlerdir. Bildiğinizi ben de biliyorum. İyi de burada önemli olan bu bildiklerinizle ne yapıyorsunuz?! 

Almanya’nın yüksek yargı kurumlarından bir tanesinin bileşenlerine evrensel hukuk üzerine birşeyler söylemek “Papa’ya hristiyanlık propagandası yapmak” gibi çok da “akıl karı” bir şey olmayacaktır, fakat öyle “akıl dışı” kategorisinde değerlendirilmesi gereken şeylerle karşılaşıyoruz ki, mecburen o alana ilişkin de birşeyler söylemek durumunda kalıyoruz. Çünkü bu “akıl dışı” ve “kendine münhasır” adalet anlayışı ile karşı karşıyayız.

Eğer bir mahkeme salonunda olmasaydı gerçeklerin çarpıtılması daha kabul edilebilir bir durum olurdu. Çünkü hayata hepimiz aynı pencerelerden bakmıyoruz. Ne yazık ki, bir mahkeme salonunda bulunmaktayız ve gerçeklerin çarpıtılması sadece bizlere yönelik yapılan haksızlığın değil aynı zamanda bahsi geçen uygulamalara maruz kalan insanların yapılanlarında meşrulaştırılmasına hizmet ediyor. Karşı tarafın örgütlü ve devasa şiddeti gözardı edilerek, saldırıya uğrayan, işkence gören, katledilen, en temel insani hakları saldırıya uğrayanların üzerinde yoğunlaşmak , ki karşı tarafın şiddetiyle mukayese dahi edilemez- en basitinden adaletli bir değerlendirme değildir.

Yine başka bir tesbit ya da tanımlamadan bahsetmek yerinde olacaktır. Hrant Dink ‘in devlet ve kontrgerilla ortaklığıyla katledilmesine ilişkin avukatlarımız tarafından verilen dilekçeye verilen karşı yanıtlarda kimi tanımlamaların kabul edilemez ve varolan faşist sistemi meşrulaştıran bir yaklaşımı içinde barındırdığını ifade etmeliyim. İstisnadan yola çıktığımız ya da istisna üzerinden genelleme yapmaya çalışıldığı ifade ediliyor. Bu zamana kadar anlattıklarımız, verdiğimiz örnekler hala istisna olaylar olarak tanımlamıyorsa türkçede ¨pes yani¨ demekten başka bir söz kalmıyor. Avukatlarımızın verdikleri Hrant Dink örnegi, Türk devlet yapısı ve geleneğinin niteligindeki süreklilik hakkında bilgi sunmaktadir. Türk ve müslüman olmayan halk kesimlerine yönelik yok etme ve katletme gelenegindeki sürekliligi ifade etmesi anlaminda önemlidir. Bu yüzdendir ki, Hrant Dink’ in ölümü bir buçuk milyon artı bir diye simgeleştirilmiştir. Bir buçuk milyon 1915 Ermeni Soykırımını artı bir de katliam geleneğindeki sürekliliği ifade eder. Hrant Dink davasında yargilananlara bakıldığında Türkiye de devlet denilen kurumun hangi dinamikler uzerinden kendisini varettigi ve tüm kurumların suç ortaklığı içerisinde olduğu görülmektedir. Yine, Hrant Dink örneği canlılığını korurken aynı biçimde Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi hem de kameraların önünde katledilmiş ve suç PKK’ye atılmaya çalışılmıştı. Gectigimiz haftalarda yapılan balistik incelemesinde Tahir Elçi’nin ölümüne sebep olan kurşunların polislerin silahlarından ateşlendiği açığa çıkmıştır. Bir baska örnek de dava dosyasında da geçen PKK ile Türk devleti arasında başlayan adına çözüm süreci denilen sürecin sonlandırılmasinda devlet tarafından gerekçe olarak gösterilen Urfa’da iki polisin infaz edilmesi olayıdır. Bu olay da PKK’ nin uzerine atılmış ama yine fail devletin kendisi çıkmıştır. Böylesi yüzlerce, binlerce örnek sıralayabiliriz. Yani sözkonusu olan bir istisna değil sürekliliktir. Devlet olma gelenek ve biçimidir.

Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti,

İçinde bulunduğumuz durum, “gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyip” doğru bir sonuç elde etme çabasına benziyor diyeceğim, ama bundan daha vahim demek daha doğru olacaktır. Çünkü baştan seçilen “gömlek” doğru bir “gömlek” değil, “deli gömleği” diyebileceğimiz bir “gömlek” bizlere giydirilmeye çalışılıyor, böyle olunca da çeşitli absürtlükler peşpeşe geliyor. Bilindiği gibi Türk devleti tüm muhaliflere ve dönemin modasına uygun olarak bu “gömlek”lerden çeşit çeşit üretir ve zorla giydirmeye çalışır. Türkiye’dekini hiç de aratmayan Alman üretimi bir “deli gömleği”de şu burada bulunan bizlere uygun görülmüş ve zorlaya zorlaya giydirilmeye çalışılıyor. İyi de bu gömlek bizlere uymuyor. Ne kadar zorlarsanız zorlayın bu gömlek bize uymayacaktır.